
Elif Hopyar
Vuslat’ın “Emanet” adlı sergisi, Ebru Yetişkin küratörlüğünde, 22 Mayıs-30 Temmuz 2024 tarihleri arasında MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi Beş Kubbe Salonu’nda izleyiciyle buluşuyor. Sergiyi Vuslat’tan dinledik.
Geçen yıl Baksı Müzesi’nde açılan ”Emanet” adlı serginiz, 22 Haziran’da Tophane-i Amire’nin büyülü atmosferinde sanatseverlerle buluştu. Sergi üstüne konuşmadan evvel, heykel odağında yapıtlar vermeye nasıl başladınız?
Heykele olan ilgim aslında malzemenin kendisinden kaynaklanıyor. Kil ile çalışma arzusu içindeydim ve üç boyutlu formlar yaratma hayalim de bu arzuya dahil oldu. Üç boyutlu bir objeyi şekillendirmeye başladığımda ve buna yoğunlaştığımda ortaya çıkan zengin dil, insana farklı bir keyif ve haz veriyor. Heykel, zaman içinde farklı malzemeleri deneyimleyebileceğim bir alan haline geldiği için, benim için vazgeçilmez oldu. Farklı malzemelerle çalışmayı, yeni yolculuklara çıkmayı ve keşfetmeyi çok seviyorum.
“Emanet”, aidiyet duygusunu merkeze alan bir sergi. Baksı ve İstanbul’daki aynı adlı sergileri birbirinden ayıran düşünsel ya da formel unsurlar nelerdir?
Baksı Müzesi’ndeki “Emanet” sergisine hazırlanırken, Gümüşhane-Bayburt bölgesinin coğrafyasını; taşlarını, topraklarını, madenlerini, bitkilerini, sözlü tarihini ve masallarını inceledim. Bu bölge, aile köklerimin de ait olduğu bir yer olduğu için, köklerimle bağlantı kurma fırsatını yakaladım. Emanet kavramının kültürümüzdeki yerini derinlemesine inceledim. İstanbul’daki Tophane-i Amire’de ise, Baksı’daki dağların masalsı duygusunu taşıyarak, Ebru Yetişkin’in küratörlüğünde çok farklı bir hikâye oluşturduğumuzu düşünüyorum. Baksı Müzesi’ndeki sergiyle birlikte emanet kavramına olan ilgim başladı, ancak bu konuyu, tarihsel ve kültürel önemini henüz tam olarak araştırmış değilim; aksine, bu araştırmalarım derinleştikçe daha da genişledi. Bu sergide, Baksı Müzesi’ndeki eserlerle birlikte emanet temasını işleyen yeni eserler sergiliyorum. Ayrıca, Pelda Aytaş ve Alican Okan ile işbirliği yaparak ürettiğimiz eserler de yer alıyor.

“Emanet” serginizin fikir aşamasını merak ediyorum. İzleyiciyi duygudan duyguya geçiren, güçlü bağlar kuran, bir masalı izliyormuş hissi uyandıran serginin başlangıcından bahseder misiniz?
Ailem her iki taraftan da Gümüşhane, Kelkit bölgesinden geliyor. Fiziksel olarak bu bölgeyle çok az bağlantım oldu; ara sıra ziyaret etmenin dışında pek yakınlığım olmadı. Ancak ailem, bölgenin kültürünü, geleneklerini, göreneklerini, değerlerini, anılarını, masallarını ve hafızalarını bana emanet olarak getirdi ve bu miras her zaman ilgimi çekti. Sanatla iç içe olunca, insan köklerine dönmeden sağlam bir yere demir atamıyor gibi hissediyor. Bu demir atma isteği içimde hep vardı ve bu duygu, bölgeyi daha derinlemesine araştırma sürecimi başlattı.
Sergi, “Birlikte yaşamanın kuralları nedir?” sorusuna yanıt arayan bir dünyada, hatırlanması gereken önemli bir kavram olan “Emanet” üzerine odaklanıyor. “Emanet” kelimesinin “E-m-n” kökünden türeyerek farklı dillerde semantik ve fonetik olarak yer aldığını keşfetmem, bu kavramla daha derin bir bağ kurmamı sağladı.
Basın ön izleniminde “En büyük emanet, yaşamın kendisi,” demiştiniz. Buradan hareketle, serginin tam ortasında yer alan “Yaşamın Göbek Bağı” hakkında neler söylemek istersiniz?
Aslında en büyük emanetimiz hayatın kendisi. Doğum ile ölüm arasında geçen bir zaman dilimi. Doğduktan sonra hep bir arayış içinde oluyoruz. Benim zihnimde bu arayışlar her zaman dönemsel formlar halinde; hayatı düz bir çizgi veya yol olarak görmüyorum. Hayat, dönüp kıvrılarak, birbirimize yaklaşarak ve uzaklaşarak, ilişki ve bağ kurmaya çalışarak ilerliyor. Sonunda sonsuzluğa giderken aynı zamanda birliğe de ulaşacağımızı düşünüyorum. Hayatın bu döngüsünü böyle hayal ettim ve böyle şekillendirdim.
Bu düşüncemin temeli, anneannemin bana bıraktığı altın zincirden ilham alıyor. Bu zincirin halkalarını büyüterek devasa boyutlarda yeniden yaptım. Yetmiş metre uzunluğunda ve altı yüz halkadan oluşan bir enstalasyon haline getirdim. Her bir halka, yalnızca bir noktadan kolayca birbirine geçiyor ve bir daha çıkmıyor. O noktayı bulamazsanız, zincirin halkalarını birbirine geçiremezsiniz.

“Bellek ile unutma arasındaki ilişki, yaşam ile ölüm arasındaki ilişkiye benzer,” diyor Marc Auge “Unutma Biçimleri” adlı eşsiz metninde. Ses, metin, heykel, enstalasyon gibi farklı disiplinlerde yapıtlar vere sanatçı olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Öldüğünüzü bilemezsiniz ama yaşamayı unutabilirsiniz. En büyük emanet yaşamın kendisi diyoruz. Tam da bu noktada değerinin altını çizmek gerekiyor. Yaşadığımız anlar ne hissedersek hissedelim çok değerli. Bunlar bizim hafızalarımızı yani emanetlerimizi oluşturuyor. Bir sonraki nesle, bir başkasına bu hafızaları aktarırken biz de üzerine koyuyor ve onu değiştiriyoruz. Yani işimize gücümüze kendimizi kaptırıp hayatı yaşamayı unutmamalıyız çünkü bu emaneti başkalarına aktarabildikçe yaşatabiliriz. Yani hafızayı nasıl aktarmak istediğimize onu nasıl evirmek istediğimize bizler karar veriyoruz. Ben pek çok farklı materyal ile farklı disiplini bir araya getirirken ne anlatmak ne aktarmak istediğimi düşünerek başlıyorum. Onu nasıl aktardığım kısmı seçeceğim pratiğe kalıyor.
Tophane-i Âmire’nin görkemli atmoferinde gerçekleşen serginizin küratörlüğünü Ebru Yetişkin üstleniyor. Birlikte çalışma sürecinden bahseder misiniz?
Ebru ile Baksı Müzesi’ndeki sergimin açılışında tanıştık. Yıllar içinde sabahları erken kalkmayı alışkanlık haline getirdim ve meğer Ebru da öyleymiş. Sergiyi gezdirmiş ve tüm konukları ağırlamış olmamdan bağımsız olarak, o sabah puslu dağlara karşı güzel bir kahve sohbeti yaptık. Konuşmalarımız sırasında, gözlemleme ve düşünme süreçlerimizin çok benzer olduğunu fark ettik. Bu ortaklık, iyi bir işbirliği yapabileceğimizi düşündürdü ve sonuç olarak “Emanet” sergisinin İstanbul’daki küratörü Ebru oldu.
Ebru ile aynı dili konuşabilmek ve birlikte keşif yapabilmek tamamen farklı bir deneyimdi. Ebru’nun tutumu, zaman zaman hızlı yargılara varılabilen bir sanat ortamında nasıl var olmaya devam edebileceğime dair bana hem ilham hem de cesaret verdi. Tedavi sürecim sırasında, kilometrelerce uzakta olmasına rağmen onunla yaptığım her sohbet bana yeni bir bakış açısı kazandırdı. Bu kadar büyük saat farklarına rağmen bunu başarmış olmak bana ayrıca gurur veriyor.

“Muska” serisi hakkında neler söylemek istersiniz?
Bildiğiniz gibi, muskalar yüzyıllardır kötülüklerden, hastalıklardan ve kötü niyetlerden korunmak için yapılmıştır. Muskaların tarihi, dinlerin çok öncesine dayanır ve neredeyse her kültür ve coğrafyada varlığını sürdürmüştür. Benim işlerim de doğadan ilham alarak yapılmış, elde tutulabilecek büyüklükteki formlardır. Her bir muska, doğadaki ölümsüz seslerden, ısıdan, ışıktan ve topraktan esinlenerek oluşturduğum simgesel bir alfabe taşır. Üzerlerinde semboller ve topladığım sığır kuyruğu bitkilerinden düşen kuru yapraklar, gümüşle kaplanarak kalıcı hale getirilmiş ve seramik formların üzerine yerleştirilmiştir. Yani her bir muska, doğanın şifalandırıcı gücünü yansıtan bir parçayı barındırır.
Son olarak, izleyiciye “Siz en çok neyinizi, kime emanet ederdiniz” sorduğunuz interaktif bir çalışmanıza değinmek isterim. Gündelik yaşamın temposu içinde, bir an soluk almanın kıymetinin, yaşamın değerinin ne yüce olduğunu anımsatan sergiyle izleyicinin nasıl bir bağ kurmasını düşünüyorsunuz?
Hepimiz, aldığımız emanetlere ve birbirimize verdiğimiz her şeye farklı anlamlar yükleriz. Bu emanetler, zamanla bizden aldıkları bir parça ile dönüşerek daha da yaşayan, değişen hediyelere ve emanetlere dönüşür. Bunu fark edebilmelerini ve bu bilinçle bağlar kurabilmelerini umut ediyorum.