Mevsim Yenice: “Ben diğerlerinin detaylarını görüyor, onlarla ilgileniyor ve öykülerimi buradan kurmayı seviyorum.”

mevsım-yenıce-fıl-gozu-can-yayınları-soylesı-aynur-kulak

Aynur Kulak

Çağdaş edebiyatımızın kısa öykü yazımında önemli isimlerinden Mevsim Yenice’nin yeni öykü kitabı geçtiğimiz Mayıs ayında Can Yayınları tarafından okuruyla buluştu. Edebiyata dair düşüncelerini; Edebiyat yeni dünyalara, ihtimallere açılan bir kapı misali, içinde biraz boşluk, biraz korku ama her şeye rağmen umut barındıran bir imge.” olarak ifadelendiren Mevsim Yenice ile Aynur Kulak kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdi.

Sohbetimizi edebiyat odaklı başlatmak istiyorum. Edebiyatın dünyadaki özerkliğini (diğer sanat dalları arasındaki de diyebiliriz) senin için anlatan, anlamlandıran en iyi imge nedir?

Çok garip ama kafamda tam da şeklini bilmediğim karanlık, sadece işlevinden emin olduğum bir imge var; solucan deliği. Hissettirdiği şey soyut, tekinsiz ama merak uyandıran bulamaç bir duygu. Edebiyat yeni dünyalara, ihtimallere açılan bir kapı misali, içinde biraz boşluk, biraz korku ama her şeye rağmen umut barındıran bir imge.

Metinlerinin içinde hem bir yazar öznesi olarak bulunmanı, hem de bir kişi öznesi olarak bulunmanı konuşarak devam etmek istiyorum. Buradan yola çıkarak öznelerin değişimini ve birbirleriyle yer değiştirmelerini de konuşabiliriz. Edebiyat seni bir özne olarak nasıl değiştirdi, yüklemine neler ekledi ve neler çıkardı?

Edebiyat uzun yıllar savaştığım, adının ne olduğunu bilmediğim bir hisle vedalaşmamı, yeni bir oyun alanı yaratmamı sağladı. En çok bunun için mutluyum, hiç olmayabilirdi de. Onun haricinde gitgide daha sabırlı, hikâyenin sonuna değil kahramanın yolculuğuna odaklanan ve bir de daha az konuşup görüşen, içe dönük birine dönüştürdü edebiyat beni.

Fil Gözü içerisindeki öykülerinin diğer öykülerinden farklarının ne olmasını istedin? Fil Gözü içerisindeki öykülerinde de boşluk, aidiyet, yalnızlık, ilişki sancısı, uyumsuzluk, yer yer anksiyetik huzursuzluk temaları birer leitmotif olarak yine var. Fakat -aidiyet duygusunun mesela- kendini bu kadar iyi belli etmiyor oluşu, bu anlamda tüm fazlalıkların, “yüklerin ya da” ortadan kalkarak yazılmış olması formu her anlamda çok daha iyi ortaya çıkmış öyküler okumamıza sebebiyet veriyor.

Yüklerinden arınmış metinler yazmanın benim kişisel yolculuğum ya da farklılaşmamla ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Sürekli okuyup yazan biri olarak, daha iyi metinler okudukça, daha çok deneyip yanıldıkça, farklı disiplinlerden beslenmeye devam ettikçe, ortaya farklı metinler -siz farklıyı nasıl adlandırıyorsanız artık; güçlü, fazlalıklardan arınmış vb.- çıkması doğal sanırım.

Fil Gözü ile ilgili ilk konuşmak istediğim; bu tanımın, bu tamlamanın kendisi. Bu tanımın hamam merkezli bir yapıdan çıkmasından ziyade (ki bu da çok önemli, öyküyü konuşurken bu konuya değinebiliriz) tanımı ilk ne zaman öğrendiğini merak ediyorum. Bu tanımla bir süre yolculuk yapmış gibisin ve bu yolculuk sonrası öykülerin formu (öykünün değil) ve anlatmak istediklerin kubbeli bir çerçeveye oturmuş.

Aksine “fil gözü” tanımıyla kitabı teslim etmeden birkaç hafta önce tanıştım. Kitabın ismi 3 yıldır “Boşluğun Hacmi” olarak durdu. Son öyküyü yazmaya başladığımda sadece bir dayı yeğenin doğru hamamı arama macerasını yazacağımı biliyordum. Mimari açıdan hamamı incelemeye başladığımda ilk fil gözünün ne olduğunu öğrendim ve kitabın ismi o an değişti. Çünkü kitabın bütüne yayılan boşluk duygusuna “boşluk” demeden başka nasıl bir isim bulurum diyordum. Bence kendiliğinden tam yerini buldu.

“Boşluğun Hacmi” isminden yola çıkarak dikkatimi çeken başka bir unsur; öykülerde mekân olarak evlerin çok belirgin olmayışı fakat bir ev ortamının, ev hissiyatının varlığının duygusal olarak bizi kavraması. Boşluğun hacmi tamlaması mekân olarak evin var, ama duygusal olarak yok oluşundan kaynaklı olabilir mi? Mesela “Buzda Balık Avı” öykün, mekân olarak bir evin içi ama hissiyat olarak boşluk. 

Boşluğun neresinden tutarsak orası kendimizle ilgili bir başka boşluğa açılıyor gibi. Ya da şöyle diyeyim; boşluğa bakan kendindeki eksik yanı tamamlamaya çalışıyor belki de orada. Öykülere gelen yorumlardan çıkarıyorum bunu, herkes öykülerdeki boşlukları kendine göre doldurdu çünkü. bir sürü yeni anlam kazandı öykülerim, bu çok mutlu ediyor beni. Siz de kendinize göre bir anlam çıkarmışsınız, bana da yakın gelen bir kapıyı aralayıp içerideki boşluğa benimle birlikte bakmışsınız, ne mutlu ki yan yana durmuşuz 🙂 

Kitabın başlangıç öyküsü “Konveksiyonel Akım” öyle bir öykü ki, ardından gelen tüm öyküleri niteliyor gibi. Konveksiyonel akımı tarif eden, öykünün de anlatıcısı olan kişi o anda yaşananları anlatıyor fakat o ana nasıl gelindiğinin nüvelerini –en azından ufak tefek yansımalarını- sonraki öykülerde okuyoruz, ne dersin bu düşünceme?

“Konveksiyonel Akım” diğer öykülerden çok uzun zaman önce yazıldı. Hatta dosyaya girecek ya da girmeyecek diye de yazılmadı çünkü henüz bir dosya yoktu ortada. Birkaç yıl sonra ilk yazdığım öyküydü o. Kafamda boşluk teması olduğunu bile bilmiyordum. Masanın başına oturduğumda zihnimde sadece sahibinin attığı taşı değil, kendi istediğini getirerek oyuna dahil olan bir köpek vardı o kadar. Hatta gariptir ki birkaç saat içinde yazıp başından kalktığım, neredeyse iki yıl dönüp okumadığım, düzenlemekten epey kaçındığım bir öyküydü. Sizin bahsettiğiniz izleği ben göremiyorum bu nedenle ama öykülerde en sevdiğim taraf bu zaten; boşluğu size anlamlı geldiği şekliyle doldurmanız. O nedenle hem fikriniz hem öykünün sizde böyle bir his yaratması çok hoşuma gitti. Teşekkürler.

Konveksiyonel Akım”da boşluğa fırlatılan taş, “Buzda Balık Avı”nda açılmayan konserve kapağı, “Sifon”da şehir foseptiği, “Lokal Anastezi’”e reflektör, “O”da yapılan dövme, “Fil Gözü”nde hamam ve sara krizi, “Solo Test”te pantomim, “Buna Şans Denirse”de plastik top. Nesneler, arketipler, çağrışımlar değişebilir elbet; her okurun kendi algısı doğrultusunda ön plana yerleştireceği şeyler farklılaşabilir. Fakat bütünde anneler ve babalar belli belirsiz birer gölge gibiler.  Onların yerine atılan taş, konserve kapağı, dövme, hayvanlar, hala, dayı, anneanne var. Ebeveynleri karşılayan nesneler ve “aileden de” olsalar “diğer” insanlar var. İnsanlar, hayvanlar, nesneler bazında birbirini yaratan boşluklarla hep diğer tarafa düşüyor olmanın psikolojisini konuşabilir miyiz?

Aynı tarafa düşselerdi şayet, bir öyküye konu olacak kadar beni heyecanlandıracaklarını düşünmüyorum. Ben diğerlerinin detaylarını görüyor, onlarla ilgileniyor ve öykülerimi buradan kurmayı seviyorum.

İşin psikolojisini, hissiyatını, tüm duyguları yorumlamayı da bize bırakıyorsun (okura) diyebilir miyiz?  Tüm ayrıntıları ile bize bir olay veya durum anı veriyorsun ve sonrası herkese, her okura göre değişebilir diyorsun sanki. Okurla aranda nasıl bir ilişki olsun istiyorsun? 

Dikte eden metinler okumak bana keyif vermiyor. O nedenle ben de boş bırakıyorum o kısımları, kime ne hissettiriyorsa o hisle yalnız kalsın öykü bittikten sonra istiyorum. Kimsenin benle aynı şeyi hissetmesine gerek yok ortaklık kurmamız için, benim yol arkadaşlığı tanımım yanımızdakine bakarak kendimizi tanımak üzerine…

Üç an çok etkiledi beni. “Fil Gözü”nde Çetin’in yaşadığı kriz, “Lokal Anestezi”de annesi tarafından ısrarla görülmeyen kız çocuğu, “Solo Test”te Özge’nin babasının Özge’ye, “Bu yaştan sonra baba da olduk, iyi mi!” dediği an. Gölgeler, huzursuzluk, anksiyete, karamsarlık, karanlık bir yerden ölgün ışık yansımaları, bulanık da olsa ışık tayfları geçişleri var ama her şey çok net. Çok net.  Başkalarının yarattığı, bu yüzden de  kişinin kendisinin asla kontrol edemediği bir netlik bu aynı zamanda. Bu noktadan hareketle öykülerdeki bu çarpıcı anlar için ne söylemek istersin?

Bir babanın uzun zamandır görmediği kızıyla sohbet etmeye çalışırken, başka konu yokmuş gibi yeni evlendiği kadının çocuğuna nasıl iyi babalık yaptığını anlatması ve bir boşluk anında “Bu yaştan sonra baba da olduk, iyi mi!” demesi, az evvel de bahsettiğim gibi tam da benim peşinde olduğum, öyküyü üzerine inşa etmeyi sevdiğim bir detay. Öyle bir detay ki, o tek cümle tüm öykünün hissinin boğaza kılçık gibi takılmasını sağlıyor. Hem de bir o kadar olası bir cümle geliyor bana. Hiç kalp kırmak için söylenmemişse de bir şaşkınlık anında yapılan bir sakarlık gibi, ağızdan öylece çıkıverecek bir cümle. Hepimizin karşımızdakinde nasıl bir boşluk yaratacağını bilmeden söyleyivereceği cinsten.

Seni en çok etkileyen, yazması zordu diyebileceğin, bittikten sonra ruhuyla, psikolojisiyle etkisinden kurtulamadım diyebileceğin öykün hangisiydi? 

Yazması en kolay, bir oturuşta birkaç saat içinde yazılmış olmasına rağmen, birkaç yıl boyunca düzenlemek için bile dönüp bakamayacağım kadar zorlayan bir öykü; “Konveksiyonel Akım”. 

Okuma ritüellerinin neler olduğunu sormak istiyorum. Dönüp dönüp okuduğun, başucu kitaplarım diyeceğin veya yerli veya yabancı şu yazarın yeni bir kitabı çıktığında geciktirmeden alıp okurum diyeceğin kimler var?

Özel bir okuma ritüelimin olduğunu düşünmüyorum. Evimin, arabamın, çantamın içi mutlaka kitaplarla doludur. Bazen o an okuduğum kitabı bırakıp oradan buradan bulduğum bir başka kitabı okumaya başlayabiliyorum. Hatta en sevdiğim şeylerden biri kitapçıya gidip o an rastgele yeni bir kitap seçip kahvemi alıp orada saatlerce okumak. Neyin içine dalacağımı bilmeden bir yola girmenin heyecanı bana iyi geliyor.

Genazino’nun yeni bir kitabı yayımlandığında hemen gidip alıyorum.

İklimler-Mauoris, Yeni Hayat-Orhan Pamuk, Dokuz Öykü-Salinger sık sık sayfalarını karıştırdığım, yazma isteği uyandıran metinler diye düşündüğümde ilk aklıma gelenler. Ama bundan sonrası için de yakın zamanda okuduğum Judith Hermann, Anna Kavan metinleri bu listeye dahil olacaklardan.

Yazma ritüellerinin ne olduğunu da sormak istiyorum. Ev mi, kalabalık mekânlar mı?

Etraftan soyutlanıp kendi oyun dünyama çekilmek iyi geldiğinden, yazarken de kalabalık yerleri tercih ediyorum. Başka bir ritüelim yok.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*