Esin Hamamcı
esin.hamamci@sanatkritik.com
Buzkandilleri, Haziran 2022’de okurlarla buluştu. Bu öykü kitabınıza döneceğiz ancak biraz daha baştan başlamak istiyorum. Hacettepe Üniversitesi Ankara Meslek Yüksekokulu ve Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okudunuz. Yazma ihtiyacı nasıl doğdu, nasıl gelişti? Sanırım bu macera lise yıllarınızda başlıyor, hatta liselerarası öykü yarışmasında birinciliğiniz de mevcut…
Yazma ihtiyacıyla ve nereden geldiğiyle ilgili ben de çok sık düşünürüm. Neden yazıyoruz? Kendimle ve bu konuyla ilgili en kesin tespitim çocukluğumdan beri sözcüklere tutkun oluşum. Duyduğum, okuduğum bütün yeni sözcükleri yarattığı etkiyle birlikte değerlendirirdim. Evimde de dile, ifadeye değer verilirdi, okumak boş vakitler için bir etkinlik değildi, okumadan geçen bir gün kayıp sayılırdı. Sanırım okuduklarımız yazmayı ilham ediyor. Lisedeki öğretmenim o yarışmadan hiç bahsetmese yine de yazar mıydım, bunu bilemeyiz. Tesadüfler, şans, kesişen yollar, sırtımızdaki -bizi yönlendiren- el, talihli karşılaşmalar, aile, çevre, dil yeteneği… Bütün bunlar ne kadar etkili, olmazsa olmaz olan hangisi bilmiyorum ama kesin olarak bildiğim şu, yazmak için dünyayla bir alıp veremediğimiz, sorularımız, sorunlarımız, bir derdimiz olmalı.
Uzun süredir Notos Atölye’ye devam ediyorsunuz ve çeşitli mecralarda öyküleriniz yayımlanıyor. Notos’taki atölyenin kaleminize etkisinden bahsetmek ister misiniz?
Atölyelerin çok büyük bir etkisi oldu. Yalnız Notos’a değil başka atölyelere de katıldım. Böylece pek çok atölye öğretmeninin edebi görüşünü, tutumunu, yordamını inceledim. Bu zenginleştirici bir deneyim. En önemlisi de nasıl yazmamam gerektiğini öğrendim. İlk öykülerimde savruluyordum, anlatmak istediğim bir sürü şey vardı, konserve kavanozu doldurur gibi lebalep dolduruyordum. Onca okuduğumdan öğrenememiş miyim? Demek ki. İnsan kendi yazdığına kör olabiliyor, eleştiriler, başkalarının fikirleri gözünüzü açıyor. Kendi içinizdeki eleştirmen ortaya çıkana kadar en azından bunu tavsiye ederim. Kendi metnine tapınmak bir tuzaktır, ilerlemenizi engeller.
Sizce yazarlık öğrenilip öğretilebilir mi? Atölyelerin yaratıcılığa etkisi üzerine gözlemleriniz nelerdir?
Yazmak tabii ki öğretilebilir. Resim konusunda yeteneksiz olduğumu söylediğimde bir resim öğretmeni arkadaşım şöyle dedi: “Ben sana öğretebilirim, ressam olabilir misin, bunu bilemem ama eli yüzü düzgün bir şeyler çizebileceğine eminim”, sonuçta bu da matematikle ilgili. Bir de şu var, ne kadar isabetli bir örnek bilmiyorum ama üstüne düşünmeye değer, iyi şoförlerin olası çarpışmaları, açıları hesaplayıp duran zihinleri ve gözleri, yalnızca önündeki arabaya bakmaz, 360 dereceyi kontrol altında tutar. Evrenin efendisi matematik bütün eylemlerin ve sanatların özünde, başköşede oturuyor. Sanıyorum sanat öğretmek de bunları aktarabilmekle mümkün. İşin matematiğini öğretmekle. Gerisi yazan kişinin işi. Öğrendiklerini kendi süzgecinden geçirmeli, kendisine uygun olanları, olmayanları ayıklamalı, yolların arasında kendi yolunu bulmalı. Okumaktan, yazmaktan, silmekten, yeniden yazmaktan usanmayan yazar gün gelir bunu yapabilir.
İlk öykü kitabınız Küçük Dertler’de, “toplumumuzun acıyı ne kadar içselleştirdiği” üzerinde duruyorsunuz. Bunu yaparken sıradan işlerde çalışan insanlara odaklanıyorsunuz. Sıradan, küçük hayatların ardında ise aslında bambaşka toplumsal olgularla karşılaşıyor okur. Bu manzarayı çıkarmada size dokunan, sizi rahatsız eden, kaleminizi elinize aldıran dokunuş nedir?
Bizimki gibi toplumlarda şükre devam etmek, beterinden saklanmayı dilemek öğretilen, tavsiye edilen bir tutum. İnanç, töre, ahlaki/toplumsal yapı boynumuzu ha vurdu ha vuracak bir kılıç, yanlış yapmaktan, toplum dışı kalmaktan, ayıplanmaktan, cehennemden korkuyoruz. Ben bu korkuyu taşıyan insanlarla ilgileniyorum çünkü burada varoluşsal sorunlar, savruluşlar, dilemmalar, seçimler, yaşam-ölüm algısı çetrefilli. Bu sıkışmışlık beni üzüyor, canımı acıtıyor ve hikâyeyi yaratıyor.
Küçük Dertler’i bugün yazsaydınız hangi “dertler”imiz kitapta öyküleşirdi?
Küçük Dertler’i yazan ben, dünyayla ve zamanla birlikte yürüdü ama insanın dertleri de dünyanın dertleri de pek değişmiyor aslında. Bugün de aynı öyküleri yazsam benzer dertlere takılırdım.
Bir Kalbin Boyutları ise Küçük Dertler’den iki yıl sonra yayımlanıyor. Semih Gümüş’ün deyişiyle “Kısacık öyküleri kâğıt kesiği gibi. Kendini göstermeyen ama içe işleyen.” öykülerden oluşuyor. Sade yaşantının yavaşlığı, gündelik ve normal olanın, aslında basit ve dolaysız olanın getirdiği hüznü sertleştiren öyküler kaleme almak gerçekle de oynamak demek aslında. Bu duruma Buzkandilleri’nde de sıklıkla rastlıyoruz. Sizin için öykünün derinliği, bu bilinmeyen ama içe işleyen kâğıt kesiklerinin bıraktığı izlerde midir?
Marquez diyor ya, hayal gücümden söz ediyorlar ama ben aslında sadece olanı yazıyorum, yazdıklarımın hepsi gerçekten yaşandı. Bence de bu böyle. Caddeleri, arabaları, işyerlerini dolduran insanların, yanımızdan geçip gidenlerin yaşamı zaten hüzünlü. Azıcık yaklaşıp da baksanız görürsünüz. Acayip bir düzen. Didinip duruyoruz hep beraber. Ellerimize bakıyoruz ayın ya da yılın sonunda, boşlar. Bu sizi de üzmüyor mu? Saçma sapan şeyler istiyoruz, bekliyoruz, umuyoruz. Her gün incecik kesikler açılıyor derimizde. İnce ince sızlıyor, geç iyileşeceğini daha yaralanırken anlıyoruz. Öyküde de böyle şeyleri seviyorum, iz bırakarak, bağırmadan, usul usul yaralamasını.
Buzkandilleri Notos Kitap’tan Haziran ayında yayımlandı. Kitaptaki öykülerin en dikkat çekici yanı ise susma eylemi üzerine. Bitişlerde büyük bir sessizlik var. Susma eylemi çoğu zaman, diğer kitaplarınızda da rastladığımız sessiz bir çığlığa dönüşüyor. Büyük büyük olayları usulca anlatıyorsunuz. Siz bu sessizlik üzerine ne söylemek istersiniz?
“Saygıdeğer Bir Kadın”ın sonunda iki kadın sessizce oturup parkta oynayan bebelere, kuşlara bakar mesela, bu görüntüyü güzel bulurlar. Didinme bitmiştir, çoklukla olageldiği gibi çuvallanmıştır ama kimse ölmemiştir. Demek ki o insanlar yaşamaya devam edecek. Biz oradan çekiliyoruz, başka yerlere gideceğiz, başka öykülere. Bunun için böyle suskunlukları tercih ediyorum. Susarak anlatmak çok etkileyici, boşluklar olmasa yekpare bir renk çorbasından başka bir şey göremezdik ya, bu da biraz öyle.
Öykülerinizde diyaloglara sıklıkla rastlasak da iç konuşma, uzaklara dalma gibi anlar, karakterlerinizin ön plana çıktığı asıl noktalar oluyor. Bilinçleri, diyalogda ve iç konuşmada diyebileceğimiz farklı düşünen iki zihne ayrılıyor. Aradaki dikişi ise ustalıkla tutturuyorsunuz. Bu bilinç üzerine ne söylemek istersiniz? İki farklı dünyayı aynı anda yaşıyorlar diyebilir miyiz?
Diyalog yazmak en zor iş. Dünyanın en güzel öyküsünü bile kötü yazılmış diyaloglarla mahvedebilirsiniz. Ben bu korkuyla yüksek sesle okurum diyalogları, tiyatrocu gibi vurgularım. Kulağa nasıl geliyorsa öyledir. İç konuşmalarla diyaloglar bir denge içinde olmalı, bu da tıpkı gerçek hayatta olduğu gibidir. İç dünyamızda değerlendirmeler yapar sonra bir iki söz ederiz, sonra susarız. Gerçek dünyadan çok uzaklaşmamız gerekir.
Utanma meselesine değinmek istiyorum biraz da. “Utanç” başlığıyla bir öykünüz de var bu kitapta. “Blob, Kaplumbağa” gibi diğer öykülerinizde de değiniyorsunuz. Çaresiz kalınan bir eylem karşısında yapılandan “utanç” duymak ya da duymamak, duyarsızlaşacak bir noktaya gelmek onlar için zorlayıcı olsa da bunu kabul edip hayatlarına devam ediyorlar. Siz utanç konusunda karakterleriniz için ne söylemek istersiniz?
Utanç konusu önemli. Kimin utanması gerektiğine dair kafamız karışık. Failin değil de mağdurun fotoğrafını görüyoruz haberlerde. Failin ismi iki harfe saklanıyor. Kanuni gerekliliklerden söz etmiyorum, kıyıcılıktan söz ediyorum. Hepimiz biliyoruz işte, o saatte orada ne işi vardı, niçin öyle giyinmişti, fikirlerini ulu orta beyan etmesi olacak iş miydi, o sözü etmeseydi, konuşmasaydı, düşünmeseydi… Bunları diyenler utanmalı.
Öykülerinizde katman katman açılan bir yoğunluk var. Düpedüz basit, normal bir olay karşısında okuru acıklı bir film izlemiş gibi hislendirecek kuvvette öyküleri bu denli sade dille yazmak sizin imzanız olsa gerek diye düşünüyorum. Sizin için bu yoğunluğu sade bir dille kurmanın önemi nedir?
Çok teşekkür ederim. Bu söylediğiniz benim için çok önemli. Sade yazmak, meramımı kısadan anlatmak, bunu yaparken de unutulmaz bir etki bırakmak istiyorum. Ana sahneleri yazarken ben de bir film çeker gibi davranıyorum. Kadın kapıdan giriyor, ne giymiş? Yürüyüşü, başını taşıyışı nasıl? Yalnız bunları değil, hiç yazmayacağım ayrıntılar hakkında da düşünürüm. Yazılmasa da sizin hâkimiyetiniz okura geçer. Çok fazla söz söylemeden sahneyi göstermenin yollarını arıyorum, kameranın kendisi olmaya çabalıyorum. Bir yandan da süsten, anlatmaktan, gevezelikten kaçındığım için bu bir meydan okumaya dönüyor, kendimi memnun edene kadar uğraşıyorum. Hep söylediğim gibi her yazarın kendi tutumu, yordamı başka. Ben sadelikle oluşturulmuş yoğunluğu tercih ediyorum.
Mutlu ya da mutsuz bir son diye net bir bitiş çizemeyeceğimiz öykülerinizde aslında bir “yüzleşme” ile karşı karşıyayız. Okuru kendisiyle yüzleştiren metinler bunlar, herkesin kendinden mutlaka bir an yakalayabileceği cinsten. Yüzleşme meselesi üzerine ne söylemek istersiniz?
Hepimiz karşısındakinde kendini görüyor. Yapıtaşlarımız aynı, maruz kaldıklarımız, öğrendiklerimiz, sınava tutulduklarımız benzer. Bize bakıp yazdığımdan okurken kendimizi/birbirimizi görüyoruz.
Öykülerinizin sonlarındaki bitimsizlik okura yeni kapılar açıyor. Bildiğimiz cinsten “son”u olmayan, devingen bitişli öyküler kaleme alıyorsunuz. Sonrasında aradan çekilip okuru da karakterlerinizi de hayatlarına devam ettiriyorsunuz. Bunu kurgulamak sizin için nasıl bir tekniktir?
Bir arkadaşım şöyle dedi: Öyküleri neden bitirmiyorsun? Çevirip bir sonraki sayfaya bakıyorum, böyle bitmiş olamaz diyorum. Bildiğimiz cinsten klasik sonları bekleyenler böyle hissediyor. Bunu daha önce de duyduğumdan neden böyle yaptığımı çok düşündüm. Sonlar ve başlangıçlar çok önemli, yolum eğer kusur gibi görünüyorsa bununla ilgilenmem gerekir. Ama sizin de dediğiniz gibi hayat orada da, burada da devam ediyor. En çok istediğim şey öykünün okurun zihninde sürmesi. Ben aradan çekileyim kahramanlarım okurla beraber olsun.
İnsanların çok hızlı yaşamaya alıştığı bir devirde artık duygularımız da hızla değişiyor. Belki bu nedenle artık 500-600 sayfalık romanları çoğu kişi elinden bıraktı. Öykü bu noktada daha şanslı. Vermek istediği özeti kısa ama yoğunluklu bir çarpıcılıkta okuruna iletebiliyor. Siz bu meseleye nasıl bakıyorsunuz, “öykü bu çağda artık böyle yazılmalı” dediğiniz kurallarınız var mıdır? Öyküyü bu noktada daha şanslı buluyor musunuz?
Evet, öykü hız çağına çok uygun. Ben öykü okurunun giderek artacağına inanıyorum. Dil ve imlâ kuralları tabii ki çok önemli. Ama bunun dışında bir kurallar toplamı sanata uygun bir şey değil bence. Sonuçta her yazarın yöntemi kendisidir.