.

Doğa Çal: “Görünen şey annem ve anneannemle kurduğumuz ilişkiyi yoğuruşum, esnekliğiyle oynayışım.”

doga-cal-parca-parca-sergısı-soylesı

Abdullah Ezik

abdullahezik@gmail.com

Defne Parman, Doğa Çal ve Hilal Balcı’nın çalışmalarını bir araya getiren “Parça Parça” başlıklı grup sergisi, 8 Haziran tarihine kadar Merdiven Art Space’te sanatseverlerle buluşuyor. Neriman Polat’ın küratörlüğünü üstlendiği sergide, Polat’ın bir araya getirdiği üç kadın sanatçı, feminist pratik ile aralarında gerçekleştirdikleri iletişim üzerinden sergideki seçkiyi oluşturuyorlar. Sergi, video ve yerleştirme işlerle, farklı kadın oluş deneyimlerine odaklanıyor.

Abdullah Ezik, Doğa Çal ile “Parça Parça” sergisinde yer alan işleri üzerinden üretim pratiği ve yakın dönem eserleri üzerine konuştu.

Farklı dönemlerde ürettiğiniz işler Merdiven Art Spacete geçtiğimiz günlerde açılan Parça Parça” başlıklı grup sergide izleyicilerle buluşuyor. Öncelikle sergide yer alan işleriniz izleyicilere sizin sanat pratiğinize dair neler söyler?

Son dört yılda değişen arayışlar içinde bir yönelimim oldu. Üç iş de bu değişimin izini sürer. Kafam başka yerde videolarında, mekanla etkileşimde ama tek başına atölyesinde(bilgisayar) bir sanatçı öznesi var. Bir refleksiyon süreci içinde üretim yapıyor. Duvarı örmek işinde, atölyesinden gündelik yaşam mekanlarına çıkan ve çeşitli mekân etkileşimli (site-responsive) pratiklerde üretmeye çalışan yine tek başına bir özne var. Sergide fotoğraf olarak gördüğümüz, işin dokümantasyonu. Annem, ben, ananem işinde ise performatif ve durum etkileşimli (situation-responsive) bir şekilde beraber üretmeye çalışan bir özne var.

Neriman Hoca ile yüksek lisansa hazırlanmak için çalışırkenki pratiklerim Helsinki Sanatlar Üniversitesi’nde zaman ve mekân çalışmaları bölümünde çokça dönüştü. Bu anlamda, sergideki işler hem refleksiyon içinde hem de durum tasarlayarak ve mekâna müdahalede bulunarak perfomatif bir şekilde çeşitli medyumlarla pratik ettiğimi gösteriyor. Kafam başka yerde serisinin medyumu video iken, duvarı örmek işindeki medyum evin kendisi. Annem, ben, ananem işindeki medyum ise insanlar arası ilişkilerin psikodinamikleri. Tamamen annemle ilişkimi eğip büküyorum ve onun da anneannemle ilişkisini eğip bükmesini, biçimlendirmesine alan açmaya çalışıyorum.

Bilinçli bir yönelimle temalar ya da konular seçtiğimi söyleyemem. Ama sergideki işlere baktığımda nelerin etrafında döndüğümü görüyorum: ev, aidiyet, kadınlık, ilişkiler. Buralara eğilmek çeşitli ihtiyaçlardan, tatsızlıklardan, huzursuzluklardan, sevgiden ya da meraktan geliyor. Adlandırmak, gruplamak, kategorize etmek sonradan geliyor.

Zaten bence bir sanatçının yapma hali ile yaptığı şeyi izleme ve onun hakkında konuşma hali arasında dönüşen, yerleşen veya yerini değiştiren çokça anlam ve motivasyon var.

Parça Parça”, bir grup sergisi olmakla beraber kendi içerisinde bütünlüklü ve işlerin/sanatçıların birbirleri ile doğrudan veya dolaylı yoldan diyalog kurduğu bu sergi. Sergide yer alan işlerinize karar verirken nasıl hareket ettiniz? Bu bağlamda serginin küratörü Neriman Polat ile nasıl bir süreç geçirdiniz?

Bir buçuk yıl önce Neriman Hoca bizi, siz bir tanışın işleriniz birbiriyle çok konuşuyor diye tanıştırdı. Bir sergi yapalım dedi. Sergi, bir alan tutucu burada. Paylaşımlarımız, sohbetimiz, arkadaşlığımız ilerledikçe, sergiyi bir araya gelmemiz için bir bahane olarak değerlendirmeye başladım. Değerlerin, dertlerin, gücün, sevginin paylaşımı ve çoğaltılması için bir bahane sergi.

Defne ve Hilal süreç içinde yeni şeyler üretti. Benimkiler biraz daha eski işler. Defne ve Hilal’in yeni işleri sergiye dahil olurken beraber karar verdik. “Bu olsun mu? Ne diyorsun?” sorusu, sorması çok basit ama o kadar kocaman alan açan bir soru ki. Her birimizin eşit derecede ve yoğunlukta “evet bu olsun” demesi beklenemez, ama bu soru ile fikir alışverişi yapmak beni gruba ve sergiye eşit derecede ait ve söz sahibi hissettiren bir şey oldu. Ne düşünüyorsak, hissediyorsak birbirimizi gözeterek, şefkatle, açıkça ifade ettik. Bu çeşit bir ifade etme cesareti gösterebilmenin koşulu olarak eşler arasında yatay bir düzlemdeydik.

İşleri seçerken değil ama yerleştirirken gelişen iki durumu paylaşmak isterim. Hilal’in ve benim üst kattaki ekranlarımızın hepsi aynı boydaydı en başta. Ama son dakika bir tanesi bozuldu. Yeni bir ekran bulduk, diğerlerinden daha küçük. Büyük bir soru gündeme geldi, kimin işi bu yeni küçük ekrana geçecek. Serginin tamamına kendi işlerim gibi bakarken içimden Hilal’in “yukarıdan çevirme” işinin küçük ekranda kendini iyi göstereceği geçti. Her ne kadar serginin tamamına hepsi benim gibi bakarak düşünsem de, her işin kaynak aldığı kişi farklı. Ve diğerinin işini ilgilendiren bir fikir beyan ederken o kişiye özel bir alan açmak gerektiğine inanıyorum. O yüzden ortadaki sorunu çözmek için benim işimin küçük ekrana geçmesi konusunda da bir açıklığım vardı, işin ihtiyacının tam olarak bu olduğuna kanaat getirmemiş olsam bile. Nasıl olacak diye konuşurken Hilal benden önce demesin mi “bence benim yukarıdan çevirme işimin küçük ekrana ihtiyacı var” diye. Çok şaşırdım aynı şeyi gördüğümüze ve aynı dilden konuştuğumuza. Bir buçuk yıldır bir paylaşım içinde olmanın yavaş yavaş bizi getirdiği bir yer belli ki burası diye düşündüm. Hilal birden bunu söyleyivermeseydi ki, şefkatli bir tartışma düzleminde fikirlerimizi ifade ederdik kesinlikle. Beraber yapmanın doğasında var her şeyi tek bir kişinin şekillendirmemesi, her şeyin tek bir kişinin istediği gibi olmaması. Ve bir başkasının kararına, isteğine güvenerek bazı şeylerin olmasını kabul etmekte ferah bir taraf var. Beraber sorumluyuz, el ele.

Diğer bir durum da şu, kafam başka yerde videolarını yerleştirirken Neriman Hoca bir yerleştirme biçimi önerdi. Başta benim de içime sindi, ama sonra gözüme başka başka ihtimaller görünmeye başladı. O esnada Neriman Hoca yoktu, ben Defne ve Hilal’le uzunca bir süre aklımdaki ihtimalleri konuştum. Bana sorular sordular. Kendileri izleyici olarak deneyimlediklerinde nasıl algılayacakları konusunda spekülasyon yaptılar. Sonra Neriman Hoca geldi, onunla da aynısını yaptık. Birbirimizi ikna etmeye çalıştık. Farklı yerlerden bakmayı denedik. Neden böyle istedim, ne gördüm, neyi önemsedim gibi gibi. Ne dediğim anlaşıldı, ben de onların ne dediğini anladım, ortak bir kararda buluştuk.

Bütün bu küçücük ve herkesin yapabileceği pratikler; beni, Neriman Hoca, Defne ve Hilal’le eş ve yan yana hissettiriyor işte.

Aklıma gelen son bir şey: Ben Helsinki’deydim sergiden bir hafta öncesine kadar. O yüzden baskısı olacak işlerim için Neriman Hoca gitti baskıya. Başka bir durumda şu olabilirdi “bu benimle ilgili değil, bunlar onun baskıları, gelip kendisi yapsın”. Bugünün dünyasında duymaya daha alışık olduğumuz bir cevap olurdu herhalde.

Sergi “care” edildiğimi hissettiğim bir süreçti. Kimse, bir diğerinden kaynaklanan iş için banane demedi. Birbirimizin sorumluluğunu aldık. İş gücümüzü ortaya koyarken de, dinlerken de… Ben ve ötekinin sınırlarının bilinmesi, bireysellik önemli, ama bence beraber yapmaya evrilmeyi bekleyen bir safha.

Serginin başlığı (Parça Parça”) aslında sergide yer alan işlere ve öne çıkarılmak istenen temel vurguya dair içerisinde özel bir atıf barındırıyor. Bir sanatçı olarak sizin için bu parçalılık ve bütünlük hâli/meselesi nasıl bir anlam ifade ediyor?

Ben lisede sayısal öğrencisiydim. Sürekli Newton fiziği öğrendiğimiz ve onlara dair sorular çözdüğümüz fizik derslerini hatırlıyorum. Son sınıfta Einstein fiziği ile tanıştığımda çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Benim bütün eğitim hayatım boyunca tek ve her şeyi açıklayan olarak bildiğim Newton fiziği nasıl olurdu da atom-altı parçacıklarda işlemezdi, nasıl olurdu da uzayda işlemezdi. Nasıl sadece dünyada işliyordu! O boşluk, kandırılmış hissetmiş olmak çok büyüktü gönlümde. Liseden sonra “hangi mesleği okuyacağıma” karar vermek bahanesi ile felsefe lisansına başladığımda ve orada da Aristoteles fiziğini öğrendiğimde dünyam bir kere daha yıkıldı. Nasıl sadece Einstein ve Newton değil de, teleskopu bile olmayan Aristoteles fizik kuramları yapardı. (Tabi sonra paradigma kavramı ile tanıştım ve bazı şeyler biraz daha sindirilebilir bir hale geldi.)

Tek gerçeklik, o bütün gerçeklik böyle böyle parçalanmaya başladı. Bu serginin başlığındaki parçayı bir bütünün parçası olarak düşünmüyorum sanırım. Daha çok kendi kendine yeten bir şey bu parça. Tam olmak için başka bir parçaya ihtiyacı yok. Ama tek başına bir parça olarak da bir bütünün kendisi değil. Bu anlamıyla ferah bir şey. Leibniz’in monadları gibi belki biraz.

Ama öte yandan parça parça, parça pinçik de… Çünkü kaç kere kendimizi, benliğimiz kurduğumuz zeminler alaşağı oldu… Söylemle, eylemle, tacizle…

Kafam Başka Yerde başlıklı video serisinde evin farklı odalarında parçalanmış ama her parçanın hareket ettiği ve yaşadığı kadın bedenini, trajediden uzak, absürt bir mizah duygusu ile ön plana çıkıyor. Öte taraftan kadın bedeniyle kurduğunuz bu bağı birçok farklı şekilde yorumlamak mümkün. Söz konusu bu video serisinde sizi özellikle kadın bedeni ve bunun temsili üzerine düşünmeye yönlendiren ne oldu?

Kafam Başka Yerde video serileri, pandemi döneminde, lisansı yeni bitirdiğim döneme denk geldi ve o dönem taşındığım Paşalimanı Adası’nda Harmanlı Köyü’nde oluşmaya başladı. Bana çocukluğumdan beri bakan, annemin arkadaşı bir kadının (ikinci annemin) köyü Harmanlı. Şehirden ilk defa gittim kırsala. Kimlikler belirmeye, ağırlık olmaya başladılar üstümde: genç, kadın, kentli, üniversite mezunu, yalnız yaşayan. Bu kimlikleri sohbetlerde, tavırlarda, övgülerde, flörtlerde, bakışlarda fark ettim. Mesela, akşamüstleri yürüyüşe çıkıyordum. Önünden geçtiğim bazı evler demiş ki bahsettiğim ikinci annemin annesine “sizin kız akşam akşam dışarılarda dolanıyor.” Nazmiye teyze (bahsi geçen anneanne) de demiş ki “size ne, bizim kız yürüyüş yapar öyle.” Böyle bir diyalogun ilk defa öznesi oldum, ya da nesnesi…

Bu fark edişler birikti gönlümde ve beni tanımlı yapan, bir arada tutan, memelerden popodan ve kukudan kurtulmak istedim. Dağıttım kendimi sağa sola. Oh be. Başka bir form kazandım imgede. Videonun ardındaki performanslardaki ilk arzu buydu o zamanlar. Sıkıldıkça kendimi sağa sola hiç olmayacak pozisyonlarda yatırıp dağıttım. Sergidekilerden daha fazla video çalışması yaptım. Birisinde kendimi çöpe attım, uzuvlarım parça parça çöpten dışarı çıktı; bir diğerinde ağaçtan sallandırdım bedenimi, elma gibi, ya da asılmış gibi. Bir yandan özgürleştiriciydi, bir yandan da acı. Parçaları sonra toplayıp başka bir kimlik inşa etme potansiyeli için dağıtıyorum kendimi diyordum. Ne yaptığımı bilmeden ortaya çıkardığım imgelerin anlamı, ilkin, kadın kimliğimi başka bir bağlamda (kırsalda) deneyimlememle kuruldu.

Bir buçuk yıl sonra adadan ayrıldım ama bu videoları yapma arzum tükenmedi. Helsinkiye yüksek lisansa geldiğimde de devam ettim. Aslında ilk geldiğimde çok isteksizdim, ama Gülçin Aksoy’un bana başka bir iş yaparken dediğini hatırladım: “kaçmak ve bırakmak istiyorsan, esas şimdi devam etmelisin”. “Bilerek” bir temsil üretme amacıyla değil, bilmeden yapmayı sürdürdüğüm bir seri bu. Gülçin hocanın dediğini aklımda tutarak, burada bir şey var, biraz daha yapayım, biraz daha bakayım, burada bir şey var, ne var, diye diye yaptığım bir şey. Devam ettikçe de, bir noktada bana bedenimi nasıl da koruduğum görünür oldu. Küçük yaştan beri kronik rahasızlıklarım var ve sürekli bedenimi koruyorum, ona karşı çok temkinliyim. Videoda teknik olarak tam tersi bir şey yapıyorum, kesiyorum bedenimi. Sınırlarından kesiyorum. Bu da özgürleştiriciydi.

(Bu soruları tek seferde değil birden fazla kere başına oturup yazıyorum, bu esnada terapistimle çocukluğuma dair konuştuğumuz bir seans geçti. Ve çocukluğumdan beri hatırladığım bir rüyam gündeme geldi. O rüyadaki estetikle ne kadar benzer olduğunu fark ettim kafam başka yerde’nin. Saddam’ın canlı yayında asıldığını gördükten sonra bir rüya görmüştüm. Rüyamda, annem ben ve anneannem salondayız. Kuzenim Cansu içeride matematik çalışıyor. Annem kahve içerken, Cansu sesleniyor ona yardım etmesi için. Annemin başı omuriliğinden fermuar gibi ayrılıp kuzenimin yanına yardıma gidiyor. Bedeni, elinde kahve ile salonda anneannemle ve benimle kalıyor. Hem kahve içiyor hem kuzenime yardım ediyor. Başın bedenden ayrılmasının dehşetini yaşamdan yana yorumlamaya karar vermiş sanki bilinçaltım. Annemin evde her işe koşan, herkese bakım veren, ilgilenen, eve para da getiren bu çok parçalı hali olarak göstermiş sanki bana.)

Annem, Ben, Ananem başlıklı video iş, üç jenerasyon üzerinden kadınlar arasındaki ilişki ve dayanışmayı vurguluyor. Zamanın, çağın ve coğrafyanın bunca değişmesine karşın bu ilişki ve dayanışmayı bu denli güçlü kılan nedir sizin için?

Evet, kadınlar arası bir ilişkiyi ve dayanışmayı vurguluyor, yine de herkesin anne ve anneannesiyle ilişkisi kendine hastır eminim. Bu videoda birçok dayanışma ve kuşaklar arası ilişkilerden sadece bir tanesinin küçük bir kısmı görünüyor. Kavgalar görünmüyor. Şule Öncü’den okumuştum, yakın ilişkiler, üşüyen kirpilerin yanaşması gibi, çok yakınken batıyor, uzakken üşütüyor.

Bu ilişki ve dayanışmayı bu denli güçlü kılan şeylerden biri görünmeyen duygusal emek diyebilirim sanırım. Bağımsızlığın aksine bağlılık… Söz konusu özellikle çocuklar ve yaşlılar olunca, kadınlara düşen rollerde bağımsızlık bir ideal olarak çalışmıyor. Ailede bakımı üstlenen kadınlar böyle dayanışmalarda olmaya daha teşne oluyorlar. İhtiyaçları gözetmek, adaleti sağlamak onlara düşüyor sanki. Bunları birer değer olarak görüyorum. Öte yandan bağlılık, bakım vermek, ihtiyaç gözetmek gibi tavırlar belli koşullarda öğreniliyor bence. Kimseye genleriyle aktarılmıyor. Benzer koşulların içine düşe düşe orada davranmayı öğreniyor insan. Eğer bu dayanışma ve ilişki zaman, çağ, coğrafya değişse bile bütün kadınlarda böyle güçlüdür demeye varıyorsa dilimiz, bunun sebebi “kadınların” hep o benzer koşullara düşmüş olmalarındandır diye düşünüyorum. (Düşmek ifadesini düşkünlük gibi değil, Heideggerci bir yerden dünyaya fırlatılmışlık olarak kullanıyorum.) Evin temizliği, yemeği, yaşlısının çocuğunun bakımı kadınlara bırakıldığı için, “kadın” bunları öğrenmiştir ve buralara dair duygular, tavırlar geliştirmiştir.

“Ah ah bakımı hep kadınlar veriyor, olamaz!” gibi bir şey demiyorum. Sevgi Soysal’ın Venüslü Kadınları’nı anımsarsak, kadınlar erkeklere soruyordu “neden bizim yaptığımız işler anıtta yazmıyor” diye. Erkekler de diyordu ki “e bunları siz en başta yazdırmamışsınız anıta, biz ne yapalım, böyle gelmiş böyle gidiyor,”. Kadınlar da o zaman kendilerinin sadece anıtta yazan işleri yapacaklarını, doğum, ev temizliği, yemek gibi işleri yapmayacaklarını söylüyorlardı. Erkekler çok korkuyordu. Tabi bu tasvirin üzerinden çok zaman geçti ve bazı evlerde, ilişkilerde bunlar değişti, ya da değişti mi? Bilmiyorum.

Videoda görünen şey annem ve anneannemle kurduğumuz ilişkiyi yoğuruşum, esnekliğiyle oynayışım. Hem sorunuzun işaret ettiği gibi politik, dayanışmacı bir yanı var hem de sırf bu üç beden arasında yaşanabilecek bir hali var. Videoyu çekerkenki performans skoru “anne, şimdi ben sana ne yapıyorsam, sen de aynısını anneanneme yap.” idi. Kamera, bu etkileşimi zamanda yoğunlaştırmak için bize alan açtı. Annem benim yaptığım pek çok şeyi aktardı anneanneme. Ama pek çoğunda da çekindi, başka türlü yaptı ya da yapmadı. Benim annemle kurduğum ilişki ile annemin anneannem ile kurduğu ilişkinin ne kadar farklı olduğunu da izliyoruz videoda. Kadın dayanışması diyip geçemeyeceğimiz nüanslar var. Belki annemle anneannem, annemin benimle dayanıştığı kadar dayanışmadı zamanında. Ama belli ki bir haliyle dayanıştı…

Bir de, bu videodaki sahnede üç kadın var sadece ama sahne arkasında hayatımızda daha fazla kadın var. Dayımın kızı Cansu, benim ikinci annem Mako (Makbule), bekar bir anne olan Nurşen, ve onun kızı Deniz. Biz, iletişimde, etkileşimde ve yakın mesafede yaşarken çocuklar ve yaşlılar herkesindi.  Bakım, özen, alaka (care) bu ilişkileri güçlü kılan bir şey oldu. Bu hem çok ağır hem neşeli bir şey. Ne kadar tarif edebilirim bilmiyorum. Sınırlı ve tükenen bir şey değil. Esneklikle, dirayetle, sevgiyle, kabul etmekle, sorumluluk almakla ilgili, sınırları gözetmek ama çokça da sınır aşımlarıyla ilgili. Bazı ortak koşulları deneyimlemekten, halden anlamaktan ileri geliyor. Mako’nun anneme, “sen arkadaşlarınla yemeğe çık Doğa benle kalır” diyebilmesi mesela. Annem henüz rica etmeden ya da “sana yük olacak, sende kalmasın” demesine rağmen.

Bugün bütün emeğin parayla ölçülmeye çalışılmasına rağmen bizim aramızda sürdürdüğümüz şey bir çeşit armağan ekonomisiydi (gift economy). Kimse bir diğerinin emeği için para ile ödeme yapmadı. Zamanı gelince başka şeyler verdi. Vikipedi armağan ekonomisini şöyle tanımlamış: “Amağan ekonomisi veya hediye kültürü, değerli şeylerin satılmadığı, bunun yerine hemen veya gelecekte elde edilecek ödüller için açık bir anlaşma olmaksızın verildiği bir takas sistemidir.” Her ne kadar burada Vikipedi bir takas sistemi dese de, armağan ekonomisi gerçek bir takas sistemi olmadığı şeklinde eleştirilmiş. Çünkü veriyorsunuz ve karşılığında bir şey beklemiyorsunuz ve hemen de almıyorsunuz. Bunun bağımsız bir parasal ekonomik sistem olmadığı açık bence de. Ama bütüncül bir değiş-tokuş sistemi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir gün bir şey geri alacağınıza dair inancınız/umudunuz etik bir alana dayanıyor: bir sevgi bağına, arkadaşlığa, empatiye, fedakarlığa. Daha yukarıda da dediğim gibi, bu ilişkiyi güçlü kılan şeyin görünmeyen duygusal emek oluşuna bağlıyorum yine.

Son bir soru olarak üç sanatçının da feminist bir pratik ile iletişim meselesini merkezine alması, sergide bu konuya atıf yapan işlere yer vermesi önemli bir konu. Bu iki bağlam/açılım sergide ve sizde nasıl birleştir? Nasıl gün yüzüne çıktı?

Eylemsel olarak, hem açılışta hem daha sonra galerideyken, kendimi Defne ve Hilal’in işlerini ziyaretçilere anlatırken buldum. Onlar da aynısını yapmışlar/ yaptılar.

Bence biz feminist pratiklerle iletişimi bir mesele olarak merkeze almadık, direkt uyguladık. Bir şeyi konu edinmek ile onun içinden yapmak arasından ciddi bir fark var. İngilizcede bu ifade daha net görünüyor bana “looking at” ve “looking through” farkı. Ortaya çıkan şeyler bu feminist metotlarla yapılınca ortaya çıkan şeyler.

Ben Türkiye’de ilk defa sergi yapıyorum, işlerimi birilerine göstermek kırılgan hissettiren bir şey. Oysa bu şekilde beraber olmak güvende hissettirdi. Defne’nin pamuktan işi gibi, beni pamuklara sarılmış hissettirdi. Sergiden sonra, Defne ve Hilal ile bu etkileşimi sürdürmek için benim ağımda olan diğer insanlarla onları tanıştırdım ve beraber başka şeyler yapmayı teklif ettim. Beraber çalışmaya devam edeceğiz gibi duruyor. Gün yüzüne, ilk temasımızın çeşitli bağlarla geleceği kurgulaması olarak çıkıyor bence.