.

Dilek Özhan Koçak: “Söylenen her söz politiktir.”

Muzaffer Mete

“Romanın bana açtığı sonsuz dünyada korkmadan, çekinmeden, metaforların bana sağladığı imkânlarla sözümü söyleyebildim,” diyor geçtiğimiz günlerde ikinci romanı Kurşun Kalem ile okurlarıyla buluşan yazar ve akademisyen Dilek Özhan Koçak. Bizler ise onun yeni romanı Kurşun Kalem’de şiddet yüzünden parçalanmış bir ailenin ekseninde bir intikam ve hesaplaşma hikayesi okuyoruz.               

Edebiyat dünyasına Taşrada Ölürken isimli romanı ile adım atan Dilek Özhan Koçak’ın yeni romanı Kurşun Kalem İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Kurşun Kalem, yıllara yayılan bir intikam hikayesini konu alıyor. İncelikle inşa edilmiş bir kurgu eşliğinde, aile içi cinsellik ve şiddetin, mağdurlarının üzerindeki psikolojik etkilerinin izini sürüyor. Zamanında dile getirilmeyenin yaraları nasıl büyüttüğünü, kırılan kolun yen içinde müebbet kalamayacağını gösteriyor. Okuru şiddet, bellek ve koleksiyonerlik gibi kavramlar üzerine düşünmeye davet ediyor.

Koçak, bir yandan da, adalet mefhumunu hikayenin baş kişileri olan Hakkı ve Feyza’nın yaşadıkları çerçevesinde sorguluyor. Kişisel hezimetlerimizin ya da mağduriyetlerimizin hesabını kendi elimizle görmeye çalışmamızın, adaleti ne ölçüde sağlayacağı sorusuna cevap arıyor. Unutmanın, bağışlamanın imkansızlığını işaret ederken, diğer yandan geçmişte yaşamanın, intikam ve hesaplaşmanın kişinin hayatını tarumar edebileceğini de hatırlatıyor. Hani, Hrant Dink’in ölümünün ardından eşi Rakel Dink, “Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim!” demiştir ya, Kurşun Kalem tam da bu açıdan ailenin nüvesinde var olan karanlığın bireylerin üzerinde yarattığı dönüşümün hikayesini ortaya seriyor. Keza bir mağdurun yavaş yavaş bir zalim olabileceğini de… Dilek Özhan Koçak ile yeni romanı Kurşun Kalem’i, yazma serüvenini ve aile mefhumunu konuştuk.

Bize yazarlık serüveninizden bahseder misiniz? Belirli bir yazma rutininiz var mı?

Roman yazmadan önceki hazırlık sürecinde bir yazma rutinim olduğunu söyleyemem. Fakat yazının bütünlüğü, onu düzenli ziyaretlerle geliştiği için elbette hiç bitmeyen bir rutine dönüşüyor yazım süreci de. İrade dışı bir gerekçeyle kesintiye uğramadığı yahut içsel bir kararla dışına çıkmadığım sürece, o, son sözünü söyleyene dek sürüyor yazıyla kurduğum ilişki. Şu günlerde daha çok aklımdaki projelerle ilgili notlar alıp, okuyorum, hazırlık yapıyorum. Yazım böylelikle, herkes gibi benim için de son aşama. Onu da zamana yayarak, tadını çıkararak yapmayı seviyorum. Akademik çalışma alanım ile ilgili kurgu dışı kitaplarım var. Ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlanan çok sayıda bilimsel makale de yazdım. Bu çalışmalar doğal olarak katı birer bilimsellik ve nedensellik doğrultusu, dolayısıyla tutarlılığı yanında elbette kişisel sezgileri, öngörü ve duyumları da içeriyor. Zamanla yazım süreçlerinin bu anlamda kişisel olana daha yakınlaştığını hissettim. Yaklaşık yedi yıldır kurgusal metne yöneldim.

Kurşun Kalem’i yazma fikri nasıl doğdu?

Kurşun Kalem yavaşça, hem içte hem de dışta ilerleyen, hayati gerekçeleri nedeniyle kahramanı ve çevresini yakıcı bir tutkuyla sarıp sarmalayan bir intikam hikâyesi. Romana konu olan fikrin doğuşu çok eskilere dayanıyor ama beni harekete geçiren, yaşanan haksızlıklar karşısında haykırmak isteyip de susmak zorunda kalışım diyebilirim. Roman, birikmiş bir öfkenin başka bir şekle bürünerek, sessizce patlaması aslında. Ancak romanın ana karakteri Hakkı ve onun yazıyla ve eşyalarla kurduğu ilişki, bir süredir aklımı meşgul edip büyüyordu.

Romanın yazımı ne kadar sürdü? Bu süreçte karşılaştığınız zorluklar oldu mu?

Yazma sürem yaklaşık üç yıl sürdü, öncesindeki hazırlık süreci için ise kesin bir zaman aralığı veremem, çok uzak, galiba benden daha evvel başladı. Başından beri anlatılan hikâyeler hep birbirinin tekrarı, belki devamı gibi geliyor. Ama romanın bir tür olarak her daim yenilikçi, farklı anlatı biçimlerini yaratmaya, denemeye yatkın oluşu, yazgısıyla didişen kahramanı her defasında başka bir sınavda karşımıza çıkmaya zorluyor. Ben de her seferinde buna aracılık, daha doğrusu tanıklık etmeye çalışıyorum. Teknik olarak Kurşun Kalem‘de beni oyalayan kısım kurgu oldu. Akışı izlemeye yardım eden bir çözümü, yazı epey bir ilerledikten sonra bulduğumu söylemeliyim. Bunun ötesinde, bir suçlu olarak Hakkı ile arama koymak zorunda kaldığım boşluk, yani oluş halindeki güçlü bir felaketi yakından izlemeye çalışmak, bazen tam gözlerinin içine bakmak, kimi zaman homurtularını bir karış mesafeden duymak veya bazen birkaç sayfa sonra yapabileceklerini önceden kestirememek de beni oldukça zorladı.

Dilek Özhan Koçak

Son zamanlarda aile hikâyeleri oldukça sık yer alıyor edebiyatımızda. Bunun sebebi ne olabilir?

Kurşun Kalem bir ailenin yok oluş hikâyesi elbette ama onu öncelikle bir intikam hikâyesi olarak okuyabiliriz. Aile pek çok temanın başlayıp sürdüğü bir alan. Ama bir sanat eserinin içinde geliştiği zamanın ekonomi politiğinin bir ürünü olduğunu düşünürsek, aile hikâyeleri, aile içi şiddet ve istismar hikâyelerinin çoğalmasının nedeninin ekonomik sorunların öncelikle ailede hissedilir oluşundan ileri geldiğini söyleyebiliriz. Bir başka yönüyle sıradan bir hal alan çöküntünün genelliğini hissedebileceğimiz öncelikli birim aile, farklı anlatılara konu olması da böylece anlaşılır oluyor.

Aile içi şiddet ve taciz aslında oldukça yaygın, buna rağmen neden yokmuş gibi davranılıyor? Kültürel ve politik iktidarlar bu sorunu neden görmezden geliyor?

Aile kapalı bir yapı. Özellikle çocuklar, kendilerini ifade edebilecek olgunlukta olmadıklarından ve daha çok korktukları için yaşadıklarını sessizce sineye çekiyorlar. Bu nedenle aile içinde istismara uğrayan, şiddet gören çocuklar yetişkin olduklarında da bunu bir utanç olarak içlerinde taşıyorlar, dile getiremiyorlar. İşlenen suçlar bu yüzden cezasız kalıyor. Ama zaman bu türden bir suçu yok etmiyor. Ruhsal hasarın görmezden gelinmesi, örtbas edilmeye çalışılması ise geleneksel toplumsal ilişkilerde bu türden suçların karşı konulmaz bir yazgı, gündelik bir genellik olarak sıkça görülmesine ve derinleşmesine, başka biçimlerde belirmesine, taşmasına neden oluyor.

Romana dönersek, sizin aile mefhumu hakkında düşünceleriniz neler? Kurşun Kalem’in bir arka planı var mı?

Aile, sağlıklı işlediğinde bizi dışarıdaki kötülüklerden koruyan ve yaşama hazırlayan korunaklı bir yapı. Bu yüzden her şeyin temelleri orada atılıyor. Ancak bu temeller her zaman iyi temeller değil. Beni harekete geçiren belirgin bir haber ya da tanıklık yok. Kurşun Kalem bir roman olarak, gerçeğe uygun biçimde yazılmış tamamen kurgusal bir çalışmadır. Her ne kadar gerçeklerden yola çıkılarak yazılmış bir roman olmasa da, çevremde duyduğum, okuduğum hikâyeler ve haberlerden elbette etkilenmişimdir.

Romanın ele aldığı meselelerden biri de bellek. Zira Hakkı hayatı boyunca belleğine nakşolan bir olayın izini sürüyor, o mesele ile meşgul oluyor. Hakkı yaşadıklarını unutamıyor. Latife Tekin’in bir romanında şöyle bir sözü var, “Unuttuğu için mi delirir insan, yoksa unutamadığı için mi?” Roman bağlamında siz ne düşünüyorsunuz?

Kurşun Kalem özelinde Hakkı, içinde biriken öfkenin soğumasını, o öfkeyi diri tutan ateşin sönmesini ve ona yaşatılan kötülükleri unutmayı istemiyor. Bunun temel nedenlerinden biri itiraf edemese de yaşamak istemesi. İntikam arzusu onu hayata bağlıyor, eylemlerine bir haklılık gerekçesi, kişisel adalet anlayışına dayanak oluyor. Her sabah uyanıp, aynı zamanda karmaşık zihinsel bağlar kurduğu nesneler ve alışkanlığa dönüşmüş davranışlarıyla hem kendisini, hem de hafızasını her gün yeniden üretiyor. Ancak gerçek yaşamda biz diğer yolu tercih ediyoruz, unutmak istiyoruz. Unutmak için çabalıyoruz. Yaşadığımız kötü deneyimleri unutmazsak devam etmemiz mümkün değil çünkü. Ancak her ne kadar unuttuğumuzu sansak da, insan bireysel acıları da, toplumsal acıları da unutamıyor. Yola devam ediyor ama her seferinde biraz daha eksilerek, başkalaşarak, törpülenerek. Kimi Hakkı gibilerse, ona yaşatılan acıları unutmayıp, yalnızca öcüne odaklanıyor. Yani yoluna artık devam edemiyor. Hele de her şeyini yitirmişse.

Romanda eşyalar, nesneler, artıklar da zaman zaman yoğun olarak yer buluyor. Hakkı çöp topluyor, atık eşyaları bulup biriktiriyor.  Nesneler ile belleğin ilişkisini roman ve edebiyat bağlamında yorumlayabilir misiniz?

Hakkı hem bir koleksiyoncu, hem de bir toplayıcı, biriktirici. Çöpten bulduklarını alıyor, kimisini satıyor, kimini evinde sergiliyor, kimini saklıyor. Başka türlü bağlar kuruyor kimileriyle ama hiç biri onun için vazgeçilmez değil. Çünkü her günü, hayatının son günüymüş gibi yaşıyor. Bunun ötesinde Hakkı aynı zamanda bir yazar. Nesneler üzerinden hikâyeler kurgulamak hayatının bir parçası. Ancak geçmişinin kanıtı olan her şeyden kurtulmuş olmasına rağmen, başkalarına ait eşyaları büyük bir tutkuyla toplamasında bir ironi var, alışıp unutmak yerine hatırlayabilmek için yenilemeyi tercih ediyor. Geçmişine ait kanıtları yok etmiş olması, her seferinde farklı bir geçmiş kurgusunun yolunu açıyor. Bizi de kendisini de sonuna kadar şüphede bırakıyor. Çöp aynı zamanda yapayalnız bir hayat sürdüren Hakkı’nın gerçekle bağ kurmasının aracı. Bulduğu her eşyaya bir hikâye uydurması ve bunu yazıya dökmesi, kimilerini insanileştirmesi, yaşadığı hayata katlanma yollarından biri olduğu gibi, hafızasında açılan gediklere yaptığı yama işlevi de görüyor.

Romanda farklı pencerelerden anlatımlar var. Neden böyle bir yol seçtiniz? Böyle bir yolun zorlukları var mıydı?

Pek çok nedenle kahramanın tuttuğu akıl defteri ve gerçek yaşamı arasında gidip geldiğimiz bir kurguyu tercih ettim. Farklı seslere söz vermek, meseleyi tarifte kolaylık sağlayabileceği gibi, daha karmaşık ve belirsiz bir anlatım zenginliği katabilir de. Akutagawa’nın Raşomon öyküsünde olduğu gibi, aynı kısacık hikâye her bir anlatıcının dilinde, bir diğerini yalanlayan başka bir gerçekliğe dönüşür. Ama bunu okuyucunun yorumuna bırakmayı isterim. Yalnızca şunu söyleyebilirim, Hakkı’nın da Feyza’nın yaşadıkları çok ağır. Hakkı’nın yüzleşmek istemediği gerçekler var. Bu yüzden hafızasını her gün yeniden inşa ederken bir seçim, ayıklama yapıyor. Bu nedenle kendini ve bizi, defterle yarattığı birbirinden bağımsız farklı gerçeklere inandırıyor. Zorlukları vardı. Kurgudaki en ufacık bir tutarsızlık bütün bir hikâyeyi tehlikeye atabilirdi. Bu yüzden hikâyeyi baştan sonra sayısız kere okudum, kusurlarını en aza indirebilmek için.

Sizin aynı zamanda kurgu dışı eserleriniz de var. Kurgu veya kurgu dışı yazmanın elbette farklı disiplinleri var. Dilde, üslupta ikircikli bir hale bürünebiliyor yazar. Siz ne söylemek ve bundan sonraki eserlerinizde nereden devam etmek istersiniz?

Kurgu dışı kitaplarım bilimsel kitaplar. Elbette kurgusal kitaptan çok başka bir yazın türünden bahsediyoruz. İki farklı kimliğimi, akademisyenlik ve yazarlığı birbirine karıştırmamaya özen gösteriyorum. Biri bilimsel bilgi, diğeri daha aşkın bir bilgi türü, sanat. Ama yalnızca şunu söyleyebilirim ki, biri diğerinden daha gelenekçi, öteki berikinden daha tutarlı, ya da bu ondan daha öncelikli değil, her ikisi de birbirini besliyor. Fakat akademik metnin sınırları, bilimsel kesinliğin ısrarına yatkın gibi duruyor olsa da, her bir akademik metin aslında bir teoriye, yani kesin olmayan, geçici ve sınırları da başka disiplinler tarafından sürekli ihlal edilen bir yapıya sahip. Zamanla edebîleştiğini söylemek bile mümkün. Örneğin on dokuzuncu yüzyılda suçbilimi alanında yazılmış çok ciddi bilimsel metinler, hatta bugün yazılan pek çok tarih anlatısı edebi kurgudan daha güçlü, keyif verici. Sosyolojinin kurucu babalarının ilk ve saygın metinleri veya gün geçtikçe daha bir roman gibi hatırlıyorum Braudel’in Akdeniz’ini. Bilimsel “şimdi” hikâyeleştirilmiş zamana yaklaşıyor günden güne.

Bundan sonra masada ne var? Zihninizi kemiren ve yazmak istediğiniz bir konu var mı?

Evet, aklımı kurcalayan üç farklı roman var. Şu sıralar üzerinde çalışıyorum. Ama kısacık bile olsa onlar hakkında konuşmak istemiyorum, bir sınır koymak gibi oluyor benim için.

Siz aynı zamanda Barış Akademisyenlerindendiniz. Politik gündemin baskıları, kısırlığı kurumlarımızı ve hayatlarımızı da etkiliyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Evet. Çok yıpratıcı deneyimler yaşadım, yaşadık. Bu ülkede yaşayan pek çok insan gibi büyük haksızlıklara uğradık. Yola devam ettik, ediyoruz. Ama biraz önce de söylediğim gibi her defasında daha fazla eksilerek, daha acıyarak, sinerek ve törpülenerek. Sesimizi çıkarabileceğimiz, düşüncelerimizi ifade edebileceğimiz pek çok araç elimizden alındı. Kendimizi kamusal alanlarda yeterince ifade edemez olduk. Daha çok özel alanlarımıza hapsolduk. Ancak insan sosyal bir varlık. Konuşması, düşüncelerini ifade etmesi, diğer insanlarla etkileşim halinde olması gerekir. İnsanın kabuğuna çekilmesi, tümüyle “özel” bir yaşam sürmesi insani değil.

Bu durumu nasıl telafi ettiniz?

Ben de bir dönem işimi kaybettiğim için, dışarıdaki dünyayla bağlarımı büyük ölçüde yitirdim, kendimi daha korunaklı bulduğum özel alana kapadım. Burada, kendimi ifade etmek, sözümü söylemek için edebiyatın özgürlüğüne sığındım. Çünkü ister bilimsel, ister kurgusal olsun her metin, içinde gerçek duygular barındırır. Aksi takdirde okuyucuyu nasıl inandırabilirsiniz yaratığınız dünyanın gerçekliğine, kuramın insaniliğine? Romanın bana açtığı sonsuz dünyada korkmadan, çekinmeden, metaforların bana sağladığı imkânlarla sözümü söyleyebildim. Bu ise büyük bir ayrıcalık. Bu nedenle söylenen her söz, ister kurgusal bir metinde olsun, ister gerçek yaşamda, politiktir. Son olarak şunu söyleyebilirim ki, sözümü edebiyatın imkânlarıyla söylemeye devam etmeyi diliyorum.