
Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Delidolu Yayınları, son yıllarda özellikle yayınladığı kurmaca dışı kitaplarla ön plana çıkan bir yayınevi. #okumak, #neyapmalı? #dünyayıokumak ve #tanıklık bu anlamda oldukça özel seriler. Bize ilk olarak biraz Delidolu Yayınları’nın serüveninden ve kurmaca dışı eserlere duyduğu bu ilgiden bahsedebilir misiniz?
Delidolu 2012’de kurulduğundan beri dünya edebiyatından pek çok değerli yazarın yapıtlarını Türkçeye kazandırmaya çalışıyor. Bu anlamda da edebiyatın iyi örneklerini okuruyla buluşturmayı şiar edinmiş bir yayınevi. Aslında kendimiz ne okumak istiyorsak onu yayımladığımızı söyleyebiliriz. Temel hedefimiz meselesi olan, okuruna bir şeyler fısıldayan nitelikli edebiyat kitaplarını yayımlamak. Bu amaçla Türkçe edebiyattan eserlerin yanı sıra çağdaş dünya yazınını yakından takip ederek dünya edebiyatında kalıcılığı olacak, gelecek vadeden yazarları Türkçeye kazandırmaya gayret ediyoruz.
Delidolu 2018 yılında yayıncılık faaliyetini kurmaca dışı alana da taşıdı. Bu noktada da boşluk gördüğümüz alanlara eğilmeye karar verdik. Formların iç içe geçtiği çalışmalara da yer vereceğimiz üç tema ile giriş yaptık. Tematik çalışmaların hem yayıncı olarak bizim için hem de okur için sağladığı pek çok avantaj var. Bu nedenle seriler değil temalar üzerinden ilerlemeye karar verdiğimizi söyleyebilirim. Temaların kapsamı ve sunduğu alanın genişliği yayıncı olarak bize çok yardımcı oldu. Böylelikle belki bir dizide bir araya gelme şansı olmayan kitapları bir tema altında toplayabildik. Böylece örneğin dünyanın farklı dillerindeki atasözlerinde kadına bakışı ele alan bir araştırma kitabı (Bir Kemikten Bin Söze) ile gazetecilik ve üçüncü dünya ülkelerindeki sorunlar üzerine eğilen bir kitabı (Bu İş Siniklere Göre Değil) aynı tema altında sunabildik.
İlk kitaplarımızı #Neyapmalı? temamızdan yayımladık. Bu tema daha ziyade tevazuyu, derin düşünceyi, yavaşlığı temel şiar alan ve çağımız için neler yapabileceğimize ilişkin zaman zaman somut birtakım öneriler içeren kitaplar seçip yayımlama düşüncesiyle yani bir iç dürtüyle ortaya çıktı. Bu çerçevede yayımladığımız ilk çalışma, John Berger’ın Hayvanlara Niçin Bakarız? adlı kitabıydı. Berger modern çağın ve tüketim odaklı kültürün, insan ve doğa arasındaki ilişkiyi nasıl değiştirdiğini, hayvanların varoluşumuzun bir parçasıyken ötelenerek bir seyir nesnesi hâline geldiği, kent hayatının daima doğayla ilgili aşırı duygusal bir görünüm yaratmaya meyletmesi gibi konular üzerine odaklanıyor. Hemen ardından bu temadan Ralph Keyes’ın Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasından Yalancılık ve Aldatma adlı kitabını yayımladık. Oxford Sözlüğü 2016’da post-truth’u (hakikat sonrası) “yılın sözcüğü” seçmişti. Sözcüğün popülerliği ve elbette Türkiye gündemi, kavramın uzun süre daha tartışılacak olduğunu işaret ediyordu. 1990’lardaki hakikat sonrası kavramına ilişkin ilk kapsamlı teorik yaklaşımı sunması bakımından önemsediğimiz bir çalışma idi. Dolayısıyla mutlaka yayımlanması gerektiğini düşündük. Bu şekilde, yayımladığımız kitaplarla var olan temaların altını doldurmaya çalışıyoruz. Farklı temalar da ihtiyaca göre zaman içinde eklenecektir.
“Çünkü okumak asla sadece okumak değildir,” diyerek yayınladığınız ve #okumak başlığı altında bir araya getirdiğiniz eserler birçok farklı yazarın metinlerinden oluşuyor. Peki bu seri nasıl ortaya çıktı ve seride yayınlanacak kitaplara nasıl karar veriyorsunuz?
Kurmaca dışı kitaplar dünyasına adım atarken “okumak” üzerine mutlaka bir temamız olmalı diye düşündük. Delidolu, Tudem Yayın Grubu’nun bir markası ve ilke olarak okul öncesinden yetişkine uzanan yayıncılık anlayışında doluluğa, akla, yetkinliğe, çeşitliliğe önem veren bir kurum. Okuma kültürü ve okumanın yaygınlaştırılması konuları üzerine ciddi çalışmalar yapılıyor. Hem bu yaklaşımın bir devamı olarak hem de herhangi bir konu hakkında derin okumaya göndermek yapması bakımından böyle bir temayı uygun gördük.
“Okumak” temasından yayımladığımız ilk kitap, Ricardo Piglia’nın Son Okur adlı çalışmasıydı. Bu metin, okumak temamıza ilham veren, çıkış noktamızın kıvılcımı olan kitaptı. Okuma biçimlerinden edebiyattaki okur temsillerine okur olmanın değişik hâllerine yakından bakmamıza olanak sağlayan bir metin olması bakımından çok değerli ve zihin açıcı bulduk. Özünde ise okumanın sadece bir eylem değil, bir yaşam biçimi olduğunu anlattığını söyleyebiliriz.
Daha sonra #Okumak teması da evrildi ve bir alt dalı olan #DünyayıOkumak başlığı altında kitaplar yayımlamaya başladık. Mineke Schipper’in Dünya Atasözlerinde Kadın, Ryzard Kapuscinski’nin Bu İş Siniklere Göre Değil başta olmak üzere bu temadan da farklı kitaplar yayıma hazırladık.


Arjantinli yazar ve eleştirmen Ricardo Piglia’nın Son Okur’u #okumak serisinin ilk kitabı olarak okurla buluştu. Serinin diğer kitapları da düşünüldüğünde Piglia aslında gündeme getirdiği meselelerle bence öncü ve aykırı bir özellik de gösteriyor. Sizi bu serinin ilk kitabı olarak Son Okur’u tercih etmeye yönlendiren özel nedenler oldu mu?
Ricardo Piglia, Arjantin’in önde gelen yazarlarından biri. Hem çok iyi bir kurmaca yazarı hem de çok önemli bir düşünür. Edebiyat, sanat ve politika ile tüm bunların birbirleriyle ilişkisi üzerine epey zihin yormuş bir yazar. Ayrıca edebiyatta içerik kadar biçimsel sorunlar üzerine de düşünen ve bu amaçla yenilikçi denemeler yapan bir sanatçı. Örneğin Yok Şehir’de Arjantin totaliter rejiminin hasıraltı ettiği toplumsal travmayı dile dökmenin olanaklarını araştırmıştır. Sözcüklere, hikâyelere ve anlatıcının konumuna dair derin bir anlam sorgusuna dönüşen roman, resmî tarih anlatısının karşısına bedenin, öznenin ve parçalı gerçeklerin hakikatini koymaktadır. Devletin işlediği suçlara ve hak ihlallerine dair hikâyeler içeren metin, hem anlatım tekniğinde aradığı biçimsel uğraşlarla hem de edebî gücü bakımından zamanımızın çok değerli romanlardan sayılıyor. Son Okur ise okur temsillerine ve okur olmanın değişik hâllerine yakından bakmamızı sağlayan bir metin olduğu için serinin ilk kitabı olmasını özellikle istedik.
Piglia’nın Son Okur’u “pasif okur” kavramına karşı çıkan ve okuru bir “eylem insanı” olarak tanımlayan oldukça zihin açıcı bir kitap. Peki Piglia’nın dile getirdiği “okur” kavramı, daha önceki tanımlamalara göre ne tür farklılıklar içerir?
Ricardo Piglia kitaba adını veren “son okur”un nasıl bir imgeye denk düşeceği fikrinden yola çıkarak bir soru soruyor aslında. Bu imge de Borges’in bir kütüphanede, yüzünü neredeyse bir kitaba gömdüğü ve sayfalarındaki harflerin ne olduğunu sökmeye çalıştığı bir anda çekilmiş olan bir fotoğrafa dayanmaktadır. Bu fotoğraf üzerinden okuma ve yazma kavramları üzerine düşünen yazar, hem bizi kendi zihninin dehlizlerinden gezindirir hem de yeni sorular sormamız yönünde okur olarak bizi teşvik eder. Buradaki Borges örneği manidardır. O da Piglia gibi Arjantinli ama aynı zamanda metinleri ve teorileriyle sınırları aşmış, dünyanın kucakladığı bir yazardır. Ayrıca Piglia’ya göre “o tanıdığımız en inatçı okurlardan biridir. Görme yetisini okurken kaybettiğini hayal edebiliriz; yine de her şeye rağmen devam etmeye çalışır” (17). Ona göre son okurun ilk imgesi bu olabilir: Hayatını okuyarak geçiren, lambanın ışığında gözlerini kör eden bir adam. Ama elbette Borges aslında bir çıkış noktasıdır ve onun gibi nice yazar olduğuna dikkat çeker Piglia. Bu kitabın temel özelliklerinden biri, okuru aynı zamanda “kötü okuyan”, “okuduğunu çarpıtan”, “karmaşık algılayan” olarak nitelemesidir. Okuma sanatında, görüşü en sağlam olan her zaman en iyi okuyan olmadığının da altını çizer. Piglia, sadece okur olmak ya da okumak değil, yazma eylemi, çevirme eylemi üzerine de bolca tespitlerde bulunur. Kafka’dan, Che’ye, Ulysses’e ve Don Quijote’a kadar hem yazarlara hem de yarattıkları karakterlere uzanır Piglia. Müstensih-kadınlarla ilgili tepsitleri ise ayrıca çok ilgi çekicidir. Yazar sevgililerinin metinlerinin son okuru olan kadınlardan söz etmektedir. Kafka gibi, yazıyı bir yaşam biçimi olarak ele alan Felice Bauer, Nabokov’un asistanlığı yapan Vera, eşinin metinlerini sahiplene Sophia Tolstoy vb.

Piglia, okur kavramını yeniden gündeme getirirken bunu Kafka’dan Joyce’a, Borges’ten Che Guevara’ya, edebiyat tarihinin önemli metin ve yazarlarından yola çıkarak yapar. Bu noktada “okur” ve yazarın okurdan beklentisi zamanla nasıl değişmiştir?
Borges söz konusu olduğunda “Okur nedir?” sorusunun çağdaş versiyonu, sonsuzun ve
çoğalmanın karşısındaki okur olarak işte buradadır yanıtını verir Piglia. Kitap okuyan okur değil, göstergeler ağında kaybolan bir okur vardır onun için. Tam da bu noktada Borges’e atıfta bulunarak çok iyi bir örnek verir. Borges’in eserini tanımlayan öykü olan “Tlön, Uqbar,
Orbis Tertius” kayıp bir metinle, bir ansiklopedi maddesiyle başlamasına atıf yapar. Biri onu okumuştur, ama bulamaz. Okurun okumasını kesintiye uğratan gerçek değil, var olmayıştır; sahip olmadığı metindir. Bu metni ararken tıpkı bir rüyadaki gibi farklı bir gerçeklikle karşılaşmaktadır.
Okurdan beklenti ile ilgili olarak şunun da altını çizer. “Her şeyin yazılmış olduğu, kitaba doymuş bu evrende bir kitap ancak yeniden ve farklı şekilde okunabilir” (27). Bu nedenle, Borges’in yarattığı okurun en önemli özelliklerinden birinin metinleri kullanmasındaki özgürlük, kendi ilgisine ve ihtiyacına göre okuması olduğunu ileri sürer: “Belli bir keyfilik, bilerek kötü okumaya eğilim, yersiz okumak, kurulmaması gereken yerler arasında bağ kurmak söz konusudur. Borges’te okurun bu mutlak özerkliğinin izi okumanın yarattığı kurmaca etkisindedir.” (27)
Joyce’a geldiğimizde iş biraz daha çetrefilleşir. Bildiğiniz gibi modernist edebiyatın köşe taşlarından biridir. Piglia da aynı şekilde Finnegan Uyanması’nın okuma eyleminin en zorlu sınavlarından biri olduğunu belirtir. Burada metin bir ırmak ve girdap gibidir ve sürekli genişlemektedir. Piglia’ya göre biz geriye kalanı, burada yer alan parçacıkları ve fragmanları okuruz. Don Quijote’de ise modern okurun cisimleşmiş hâlini bulacağımızı söyler.
bir şeklini görünür hâle getirir.
Okuma Üzerine Yakın Okumalar, Zadie Smith’ten Tim Parks’a, Jeanette Winterson’dan Nicholas Carr’a kadar farklı disiplinlerden birçok yazar, akademisyen ve yayıncının “okuma üzerine notlar”ını bir araya getiriyor. Sanırım bu kitap için #okumak başlığı ile örtüşen en özel çalışmalardan biridir, desek yanlış olmaz. Söz konusu tüm bu isimlerin okuma edimi üzerine dile getirdiklerinde sizce ne tür bir ortaklık vardır?
Her biri, alanında nitelikli çalışmalar yapan bu yazarları bir araya getiren ana konunun okumak olduğunu söyleyebiliriz. Ama her biri okuma eylemini farklı yönüyle ele alıyor. Zadie Smith’ten Tim Parks’a farklı yazar, yayıncı, akademisyen ve araştırmacıların okuma üzerine kaleme aldıkları yazılardan oluşan kitap, okuru kendi okuma serüveni üzerine de düşündürecektir. Dijital çağda değişen okuma biçimleri gibi kişisel deneyimlerin yanı sıra bilimsel araştırmalara da başvuruyor. Bu nedenle birleştirici unsurdan ziyade yazarların okuma eyleminin farklı yönlerine eğilmeleri, kitabı daha ilgi çekici kılıyor diyebiliriz.



Ferda İzbudak Akıncı’nın kendi “yazma serüveni”nden yola çıkarak kişisel deneyimlerini dile getirdiği Yazma Dersleri, bir metnin yaratılma süreci boyunca ne tür evrelerden geçtiğini açıkça ortaya koyan bir eser. Bu noktada Akıncı’nın kişisel yolculuğu, bugünün okuru için neler vadediyor?
Yazma Dersleri, Ferda İzbudak Akıncı’nın kendi deneyimlerinden yola çıkarak okuma ve yazma pratikleri üzerine düşündüren iyi yazı yazmanın ve iyi bir okur olmanın ölçütlerini tartışan bir eser. Farklı başlıklar altında toplanan denemelerde, yazar kendi deneyimlerine anekdotlar hâlinde yer veriyor. Kitabın yazma ve yaratma sürecine odaklandığını söyleyebiliriz. Daha iyi anlamanın ve anlatmanın yolları, sanatın edebiyat ile ilişkisi, karakter yaratımı ve yazarlar üzerine pek çok başlık yer alıyor. Akıncı kitabında, kendi edebiyat anlayışının yanı sıra usta yazarların edebî deneyimlerine de yer vererek yazmaya gönül verenlere de rehberlik etmeye çalışıyor. Hatta bu amaçla bazı liselerde de okutulduğunu ve ilgi gördüğünü söyleyebilirim. Türk ve dünya edebiyatından önemli yazarları tanıma imkânı sunduğu için gençlere “iyi” bir yazar olabilmek için hangi yolları takip etmek gerektiği konusunda ipuçları da veriyor.
Piglia Kurmaca ve Eleştiri’de edebiyattan sinemaya farklı sanat dallarına uzanıp toplum, iktidar, hayat ve edebiyat arasındaki bağlara vurgu yapıyor. Bu bağlamda da kurmaca türünün iktidarın ve edebiyatın ortak kulvarı olup olmadığı sorusunu soruyor. Ki çok ilginç bir noktadan meseleyi ele aldığını söyleyebiliriz.
Piglia kurmacanın suçla ilintili bir biçiminin iktidarların söyleminde nereye denk düştüğünü anlamaya çalışıyor. Bu bağlamda da kendi ülkesinin siyasal kronolojisine bakıyor. Diktatörlük Arjantin’i üzerinden kurmaca ve iktidar arasında çok ilgi çekici tepsitler yapıyor. Askerî söylemin, toplum üzerindeki baskının üzerini örtmek üzere gerçekte olup biteni kurmacalaştırdığını, onu farklı bir gerçek gibi gösterdiğini söylüyor. Paul Valéry’ye de atıfta bulunarak onun “Düzen çağı bir kurmaca imparatorluğudur çünkü düzeni sadece zora dayalı bir baskıyla inşa edebilecek iktidarlar yok. Kurgusal niteliği olan güçlere ihtiyaçları var,” sözünden hareketle bazı tespitlerde bulunuyor. Anlatının kendine özgü alanı olduğunu elbette Piglia da biliyor ama iktidarın kurmacaya yaslandığını, bir yönüyle devletin de bir inandırma aygıtı olduğunu belirtiyor. Piglia’nın iktidar ve edebiyatın alanlarını sorgularken bazı benzer yönler bulmasının ana nedeni devletin yönetmek için kurmaca inşa etmeye ihtiyacı olduğunu düşünmesidir. Çünkü yönetmek için özünde inandırıcılığa ve bir söhyleme ihtiyaç vardır. Piglia’ya göre devletin temel fonksiyonlarından biri de inandırmaktır. İnandırma stratejisi de kurmaca inşası ile bağıntılıdır. Hatta yazara da şöyle bir pay biçer: “Bu inşayı tarihçi ve politikacıların baktıklarından farklı bir bakışla görebilecek olan yazar ve eleştirmenler o mekanizmalara dair çok şey söylemek zorundadır.”
Ama bu noktada elbette şu ayrımı yapar. Edebiyat, devletçi kurmacanın evrenine aykırı bir evren inşa eder.


Yazarlığın, herkesin gördüğü şeyi bambaşka bir biçimde görme mesleği, gerçekliğin ise her şeyden önce bir görme biçimi olduğunu savunan Kurmaca ve Eleştiri; gerçek ile kurgu arasında ne tür ayrımlar gözetir? Piglia için gerçek hayatla kurmaca metin arasındaki sınırlar neden bu kadar bulanıktır?
Piglia, “Gerçekle kurmacanın kesiştiği bulanık alanda çalışmak ilgimi çekiyor,” der. Çünkü her şeyden önce kurmacanın, bir bilim gibi sınırları belirlenmiş kendine özgü bir alanı olmadığını savunmaktadır. Piglia’ya göre her şey kurmacaya dönüştürülebilirdir. Çünkü kurmaca inanç üzerine çalışır ve bu anlamda ideolojiyi, gerçekliğin bilinen tüm modellerini ve elbette bir metni gerçek ya da kurmaca hâline getiren temel unsurları içinde barındırır. Bu nedenle de gerçeklik her zaman kurmacayla örülü hâldedir.
Kurmacanın inanç üzerine çalıştığını bu anlamda ideolojiyi, gerçekliğin bilinen tüm modellerini ve elbette bir metni gerçek ya da kurmaca hâline getiren temel unsurları içinde barındırdığı görüşünü ileri sürer. Yazara göre gerçeklik her zaman kurmacayla örülü hâldedir. Yazar, bu tespitine elbette kendi ülkesinden örnek verir. Yazar gayet açık gerçeklik alanları vardır. Yani örneğin egemenlik ilişkileri ve baskı onun için hiç de tartışmalı konular değildir. Egemenlik ilişkilerinin gözle görülür, elle tutulur ilişkiler olduğunu belirtir. Bu nedenle de tartışmalı ilişkilerin onların üzerine konumlandığını belirtir. Piglia için edebiyat, içinde farklı sosyal seslerin dolaştığı, homojenliği olmayan çok katmanlı ve girift bir alandır. Yazarın bir bakıma edebiyatın ne olduğunu anlamak için yazdığını söyler. Dolayısıyla yaşamla kurmaca arasındaki sınırlar da muğlaklaşır.
İzmirli şair ve köşe yazarı Avram Ventura’nın kişisel deneyim, gözlem ve notlarından meydana gelen Bilgelik Ağacının Gölgesinde, 22 özel denemeyi okurlarla buluşturuyor. Yaşama bir gazeteci dikkatiyle bambaşka perspektiflerden yaklaşan Ventura’nın söz konusu denemelerinde okumak kendisine nasıl bir karşılık bulur?
Bilgelik Ağacının Gölgesinde, yaşama dair farklı konularda kaleme alınmış yirmi iki denemeden oluşan bir kitap. Avram Ventura’nın kişisel deneyimlerine, gözlem ve sorgulamalarına dayanan ve buna ünlü düşünür, yazar, sanatçı ve biliminsanlarının sözlerinin eklemlendiği bir kitap aynı zamanda. Sebatkâr bir okurun yıllar içindeki birikiminden damıtılmış yazılar olduğunu söyleyebiliriz. Anılardan, kitaplardan, sanattan, dostluktan, iyilik ve kötülükten, yalandan, yalnızlıktan, sevgiden, ölümden, başarıdan; kısacası hepimizin hayatından söz eden, önce kendine sonra okuruna ayna tutan yazılar. Deneme türünde kısa yazılardan oluştuğu için genel okurun rahatlıkla okuyabileceği bir çalışma. Bence kitabın en ilgi çekici yanlarından biri de bahsettiği konuyla ilgili olarak mutlaka bizi başka bir edebiyat ya da sanat yapıtına götürmesi. Böylelikle yazarın zihninin dehlizlerinde dolanırken mutlaka başka bir yapıtla ilişki kuruyoruz.
Editör Ne İş Yapar?, günümüzde yayıncılık sektörüne dair neler söylüyor?
Peter Ginna’nın deneyimli editörlerin yazılarını bir araya getirerek derlediği Editör Ne İş Yapar? Kitap yayıncılığını ve yayıncılık faaliyetinin merkezinde yer alan “editör”ün bu sistemdeki rolünü her açıdan inceleyen bir çalışma. Bir yayınevi için yayıma hazırladığı her kitap ciddi bir zaman ve maddi yatırım gerektirir. Bu, uzun, yoğun ve zaman zaman da yorucu bir süreçtir. Kitap sektöründe bir kitabın seçiminden geliştirilip yayımlanmasına ve tanıtım aşamasına kadar editörden grafik tasarımcılara, sosyal medya uzmanından satış personeline kadar pek çok farklı figür rol oynar. Dolayısıyla yayıncılığın hammaddesi kitap söz konusu olduğu olduğunda yayınevinin sunduğu ciddi bir katma değerden söz etmek mümkündür.
Editörlüğün ve yayıncılığın resmî bir eğitiminin olmaması nedeniyle bugüne kadar daha ziyade usta-çırak ilişkisine dayanarak öğrenilmesi söz konusu idi. Editör Ne İş Yapar? bir prodüksiyon şirketi gibi çalışan yayınevlerinin bu katma değeri nasıl sunduğunu anlatması bakımından sektör için de bir kılavuz olma potansiyeli taşıyor. Kitabın alt başlığı da içeriğine dair önemli bir bilgi veriyor. Bir yayıncının hem ticari ortama hem de kültür hayatına yaptığı en önemli katkılardan biri, okur kitlesinin okumaya değer eserlerle buluşmasını sağlamaktır. Ama yayıncılık yanı zamanda ticari bir faaliyettir. Denklemin ticaret kısmı eksik olduğunda, dünyanın en güzel kitabı bile olsa kitapta da vurgulandığı üzere “ormanda, devrildiğinde sesini kimsenin duymadığı ağaç olabilir.” Dolayısıyla bu görüşten yola çıkarak kitap, yayıncılığı ve editörlüğü, sanat, zanaat ve ticaret bağlamında ele alıyor. Bu işin sanatsal bir yönü olduğu kadar zanaat ve ticaret tarafının nasıl yürütüldüğü üzerinde detaylı biçimde duruyor. Yazar-editör ilişkisinden farklı editörlük türlerine, yayınevi için doğru kitabı bulup haklarını satın almaktan kriz dönemlerinde kitap seçimine ve çeşitli satış tekniklerine kadar tüm üretim ve operasyon işleri hakkında alanlarında deneyimli editörlerin yazılarından oluşuyor. Her bir cümlesi altı çizilesi ve üzerinde düşünülmesi gereken, yıllar içinde edinilmiş deneyimlerden süzülen bu yazılar, sektöre yeni adım atacak kişiler için başlı başına bir okul gibi. Ama aynı zamanda deneyimli editörler ve yayıncılık alanındaki her bir çalışan için ufuk açıcı bir kaynak.


Bir metnin en ham hâlinden nasıl bir kitaba dönüştüğü konusunu mercek altına alan ve yayınlanan bir metnin arka planında birçok yazı emekçisinin de olduğunu hatırlatan Editör Ne İş Yapar?, a’dan z’ye yayıncılığın zorluklarını, aşama ve dönüşümünü inceleyen bir eser. Bu konuda çeşitli isimlerce yazılmış birçok metin de varken sizi Peter Ginna’nın derlemesine yönlendiren ana faktör ne oldu?
Editör Ne İş Yapar?Amerika’da bir endüstri niteliğine gelmiş olan kitap yayıncılığına odaklansa da aslında hem bu mesleği hem de yayıncılık faaliyetini çok boyutlu şekilde ele alıyor. Bir de Peter Ginna’nın usta bir editör olarak iyi bir küratörlük çalışması yaparak alanının uzmanı doğru kişilere ulaştığını ve çok iyi bir derlemek ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Bir de bu kitabı seçme nedenimiz, okuma eylemiyle ilgilenen herkese hitap edecek nitelikte bir çalışma olmasıydı. Yazarların, çevirmenlerin ve okurların da mutlaka okuması gereken bir kitap.
Son bir soru olarak, #okumak serisi kapsamında önümüzdeki yayın döneminde bizi neler bekliyor?
Sonbahar döneminde #DünyayıOkumak temasından Polonyalı gazeteci Ryszard Kapuściński’nin Futbol Savaşı adlı kitabını yayımladık. Yazarın meslekî deneyim ve gözlemlerine dayanarak üçüncü dünyadan haberlerin ötesinde insan manzaraları aktarılıyor. Afrika’dan Latin Amerika ve Orta Doğu’ya uzanan bir coğrafyada, 1960’lı yılların dünya düzeni ve toplumsal değişimine sömürgeci olmayan Batılı bir yazarın gözünden bakan eser, 20. yüzyıl sonunda yaşanan savaşların ve zulmün gayriresmî bir kronolojisini sunuyor. Özellikle kitaba ismini veren “Futbol Savaşı” ile Kıbrıs meselesini ele aldığı “Artık Cennet Yok” adlı denemeleri okurlara tavsiye ederim. 2022’nin ilk kitaplarından biri ise George Saunders’ın A Swim in a Pond in the Rain: In Which Four Russians Give a Master Class on Writing, Reading, and Life adlı çalışması olacak.