
Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Halil Şahan’ın anılarıyla, tanıklıklarıyla yetinmeyip özgün yorumlara da giriştiği yazınımızın bu ilginç ve önemli yazarına ilişkin yeni bilgiler edineceğinizden kuşkumuz yok.
Yusuf Atılgan’ın uzun yıllar yaşadığı kent (Manisa – Hacırahmanlı) ve coğrafya ile ilişkisi merak konusu. Son on, on iki yılını geçirdiği İstanbul için de söz konusu bu. Kent, coğrafya ile yazar ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Tanıklıklarıma göre, en sevdiği yer Hacırahmanlı’ydı. Vaktiyle bir hayli sorun yaşamasına karşın köyünü ve köylülerini severdi Yusuf Abi. Bu konuda hiç kuşkum yok, çünkü o gösterişçi, yapmacık davranan biri değildi. Seviyorsa gerçekten seviyordur. Sevmiyorsa, seviyormuş gibi asla yapmaz.
Manisa’yı kent olarak sever miydi, doğrusu bunu bilmiyorum. Çok sık gitmezdi Manisa’ya. Gittiğinde de birkaç dostuna uğrar dönerdi. Eskiden Sadık Karaöz varmış. Ben ordayken öldü ve Yusuf Abi ona çok üzüldü. Aylak Adam’ı ve bazı öykülerini o daktilo etmişmiş.

Kütüphane Müdiresi Muazzez Hanımlar da iyi dostlarıydı. Anayurt Oteli’ni, bazı öykülerini ve son yapıtı Canistan’ı Muazzez Hanımın öğretmen eşi daktilo etmişti.
Manisa’ya atandıktan sonra Muazzez Hanım’la ben de dost olmuştum. “Yusuf bize genellikle salı günleri gelirdi. Çünkü o gün bizde dana köfteyle barbunya pilaki olurdu. Eh, Yusuf da bayılırdı bunlara.” demişti.
Yusuf Abi bir gelişinde askeri lojmanların oradaki evimize uğramış, sonra da “Hadi birlikte Tahir’e gidelim.” demişti. O gün oldukça sevinçli ve muzip görünüyordu. Ki ender hâllerinden biriydi bu. Çıktık. Ben ana caddeye yöneldim. Anayurt Oteli’ne giden cadde. O, “Yok!” dedi, “Şuradan Yeniarasokak’tan gidelim.”
Yeniarasokak Altı Lambalı semtindeydi ve büyük ölçüde eski hâlini koruyordu o vakitler. Kurtuluş Savaşı’ndan önceye ait, mermer merdivenli, yüksek tavanlı, Frenk duvarlı Rum evlerinin çoğu hâlâ ayaktaydı. Rumlar, kaçarken Manisa’nın öbür mahallelerini yakmışlar da, buraya, dönme umudundan olacak dokunmamışlar. Neyse, bakına bakına gidiyor Yusuf Abi. Ben de onu seyrediyorum. Beni de kendini de unutmuş gibiydi. Bir evin önünde durdu. “İşte burası!” dedi. Konuşurken böyle anlam belirsizliği, boşluğu bırakmak, onun merak uyandırma taktiğiydi.
“Burası olan ne Yusuf Abi?” dedim. “Ortaokuldaki sevgilim Aytenler’in evi!” dedi. Güldüm. “Gene domatese döndün, demek ki hâlâ küllenmemiş.” dedim. O da güldü. Arkamızda bir kıpırtı oldu. Altmış yaşlarında bir kadın, “Ayten yukarıda, durun çağırıvereyim.” dedi. “Yok, yok!” deyip hemen sıvıştık oradan.
O zaman, Yusuf Abinin daha önceki bir sözünü anımsamıştım. “Kentler önemli değil, insanlar önemli.” demişti Paris’e gitmekten söz ederken. Kısacası, Manisa’yı, hele Yeniortasokağı sevmesi, anılarını uyarmasındandı. Orayla ilgili bir yaşantı barındırıyordun duygu evreninde. Diyesim sevgisinin nedeni bir insanla ilgiliydi.
Özellikle Canistan ile Korkut’a Masal’da Hacırahmanlı çevresi ve Manisa Ovası ayrıntılı biçimde yer alır. İyi tanır oraları Yusuf Abi. Hem de insanları ve tarihiyle birlikte.
Sevmediği yerler? Doğrusu böyle bir konuşma anımsamıyorum. Belleğim oldukça güçlüdür, konuşmuş olsaydık kesin anımsardım. Elbette vardır. Ancak, her İstanbul dönüşü köyde çok mutlu görünürdü. Köy yaşamının İstanbul’a göre daha doğal, daha yalın oluşundandı belki de bu. Onun kapitalizmin yarattığı bunalımları kavraması bence yaşadığı yerle ilgili değildi. O, çağındaki gelişim ve oluşumları yakından izleyen bir aydındı. Evinin sundurması İngilizce gazete ve dergilerle doluydu. Ayrıca ödünç alıp okuduğu yabancı yayın da az değildi. İstanbul’da sanırım en çok Güven Turan’dan ödünç kitap alıyordu. Ayrıca Güven Turan sevgiyle söz ettiği, diyesim gerçekten sevdiği, beğendiği bir kişiydi. Bunu açıkça belirttiği çok az kişiden biriydi Güven Turan ayrıca.
Üniversite öğrenciliği İstanbul’da geçmiş. İyi tanırdı İstanbul’u Yusuf Abi. Birkaç öyküsünde de vardır İstanbul, ama Aylak Adam’ın tüm uzamı (mekân) bilindiği gibi İstanbul’dur.
Aylak Adam’ın başkişisi C, toplumsal, tarihsel ve de kültürel gelişmemize göre birey olma olgusunu yaşayan bir kişiliktir. Bu da ancak o dönemin İstanbul’unda olurdu. Taşra, özerk bireyler yaratacak oluşumlardan, dinamiklerden henüz yoksundu. Kısacası, Aylak Adam için İstanbul doğru seçilmiş bir uzamdır.
Buna benzer şeyleri ben kendisine de söylerdim ve beni mutlu bir gülümsemeyle dinlerdi. Arada destekleyici yorumlar da yapardı.
Aslında Zebercet için de Manisa kenti doğru bir seçimdir. Toprağa bağlı soyluluğun, diyesim Keçecizadeler’in varlığı ancak orada olanaklıdır. Öyle ki 1839’da yapılan konağın bulunduğu semt bile özenle seçilmiştir. Altı Lambalı’dadır Anayurt Oteli. Rumların yakmadığı bir semtte. Örneğin Yusuf Abi’nin doğduğu Göktaşlı’da gösterilseydi inandırıcı olmazdı, çünkü oralar Kurtuluş Savaşı’nda yanmış, daha sonra yeni baştan inşa edilmiş yerler.
Yusuf Abi çoğu zaman Manisa’ya kurufasulye yemeye giderdi. Geldiğinde ağzını şaplata şaplata anlatırdı. Bir kez de birlikte gittik. Gittiği lokanta Uzunyol’daki eski Han’ın güney girişindeydi. Çevre esnafının yemek yediği küçük bir lokantaydı. Ve Yusuf Abi en lezzetli yemeklerin, lüks lokantalarda değil esnaf lokantalarında yenebileceğini söylerdi. Eski ve yeni bütün dostlarına aşılamıştır bu görüşünü. Ben de hangi kente gidersem gideyim, bir esnaf lokantası bulmaya çalışırım. “Lokantacı, komşu esnafa yemeklerini beğendirmek zorundadır, yoksa sinek avlar.” Yusuf Abinin görüşü buydu.

Halil Şahan, Hacırahmanlı’da Atılgan’ın evinin önünde.
Atılgan İstanbul’u sevmezmiş. Nedeninden size söz etti mi hiç?
Hayır. Ama sevmediğini de söylemedi. Onun yeryüzünde görmeyi istediği iki kent vardı. Biri Madrid, diğeri de Prag idi. Madrid’e, bir kilisenin tavanındaki resimleri görmek için, Prag’a da Kafka’nın gömütünü ziyaret etmek için gitmek istiyordu. Sanırım bir ara, Prag’a gitme olanağı çıkmıştı. Yazarlar Sedikası’na üyeydi. Oradan ve Perşembe buluşmalarından dostu Öner Cıravoğlu’ndan söz ediyordu. Öner Cıravoğlu ona “Seni gönderelim Yusuf Abi” demişmiş. O sevinci epeyce taşıdı.
Atılgan’ı “oldukça ağırbaşlı, incelikli ve çekingen biri” olarak tanımlıyorsunuz. Herkese karşı mı, yoksa sadece yabancılara karşı mı öyleydi?
Önce şunu belirteyim. Hep söyleyip geldiğim gibi, o abartıdan, gösterişe kaçacak aşırı davranışlardan uzak dururdu. Onun inceliği doğaldı ve elbette herkese karşıydı. Önüne gelene nezaket gösterişi yaptığı düşünülmesin. Köyde uzak durduğu, selamlaşmadığı bazı kişiler vardı, sanırım onların inceliği hak etmediğini düşünüyordu.
Kısacası, benim Yusuf Abim çağdaş bir dervişti.
Ben ondan yalnızca Yazın öğrenmedim, yaşama yolu ve insanlık da öğrendim.
Özlüyorum onu!
Birkaç kez birileriyle tartıştığını gördüm. Bunu da altmış altıda yenilince yapmıştı. Bu olaylarda ilgimi çeken şey, karşısındakilerin durumu ciddiye almamasıydı. Hatta daha önce de anlattım, emlak tahsildarı eski bir öğrencisine bağırdı çağırdı. Hem de on yıl önceki bir ihmalini bahane ederek. Öğrencisi sakinleşmeye başladığını görünce, 66 kâğıtlarını alıp, “Geç karşıma!” demişti. Sanırım bilerek de yenildi.
1973’te Ula’da tanıştığımızda dikkatimi çeken ama bir anlam veremediğim bir yenilme olayı daha var. Yusuf Abi, Savcı Cevat Abiye, “O kaymakam kendini bi bok sanıyor! Yorgun zamanıma denk geldi, yoksa görürdü o gününü!” dedi bir ara. Güldü Cevat Abi. Bana döndü, “Datça kaymakamına satrançta yenildi seninki.” dedi. Bu olayı çözümleyebilmem için onun 66 kavgalarını görmem gerekti.
Yusuf Abi, yapıtlarında da yaşamında da yetersizliğe katlanamayan biriydi. Yenilmek de bir yetersizlikti onun için. Kusursuzluğu aradığı içindir ki, az yazmış bir yazardır. Diyesim az yazması yalnızca tembelliğinden değildi. Elbette şahane bir tembeldi. Tembel olmadığı tek alan okumaydı.
İki üç yıl önce, Hacırahmanlılı gençlerin yaptığı keşkekli anmada birçok köylüsü anısını anlattı. Birçoğu, kendisine “Miskin!” dediğini söyledi. Ve bu, oğlu Mehmet’i keyifle güldürmüştü.

Hacırahmanlı’da bir Yusuf Atılgan Anması
Köyde yakın arkadaşları var mıydı? Daha çok kimlerle oturur kalkardı?
Elbette köyde arkadaşlık ettiği kişiler vardı. Ama Yusuf Abi daha çok Gençlik Kulübünde gençlerle bulunurdu. O kulübü 1950’de o kurmuşmuş. Köydeki ilkokul arkadaşı Ali Rıza Alkan’la birlikte. Ali Rıza Abi’nin yakın zamana kadar sağ olduğunu duymuştum.
Hacırahmanlı’ya geldiğim ilk günlerde gençlerden ikisiyle çok sık görüşüyordu. O gençler Yusuf Abi’nin ilkokul arkadaşlarının oğullarıydı. Recep ile Feyzi. Akşamları lokalde buluşurlar, Yusuf Abilerine sevgililerini anlatırlardı. Baba şefkatiyle dinlerdi onları.
Recep ölmüş. Feyzi ise geçen yıla kadar sağdı. Zaman zaman Manisa’da görüşüyorduk. “Halil Abi hacı oldum!” demişti birinde.
Yusuf Abi bir gün lokalde orta yaşlardaki eski dostlarından birini paylamıştı. “Büyüyünce kendinizi bir şey sanıyorsunuz. Yusuf Abinizi arayıp sormuyorsunuz. “ falan demişti. Hatta o kişinin eşinin adını söylemiş, “Güzel yemekler yapar o, bir akşam neden bir tabak getirmiyorsun?” demişti. Evlendikten sonra bu tür sorunları kalmadı elbette.
Siyaset konuşmayı sevmediğini söylediniz daha önceki konuşmamızda. Oysa Ula’da sizinle tanıştığında Hacırahmanlı Belediye Başkanı’ndan övgüyle söz ettiğini yazdınız. Atılgan’ın siyasi görüşü neydi?
O belediye başkanının adı Ferit’ti. Ben gelmeden az önce ölmüşmüş. Yusuf Abi farklı siyasi anlayışta olmasına karşın severdi onu. Çalışkan, dürüst ve AP’li olmasına karşın ilerici ve demokrat olduğunu söylerdi.
Az önce adını andığım Ali Rıza Alkan’dan öğrendiğime göre, 12 Mart’ın ilk yılında “aferin budalası” diyesim resmi kişilere yaltaklanmayı bir şey sanan sünepe bir komşusu, “Bizim köyde de bir komünist, anarşist var.” diye ihbarda bulunmuş. Saruhanlı Karakol Komutanı da ciddiye alıp gözaltına almış Yusuf Abi’yi. İşte o zaman, Belediye Başkanı Ferit Bey girmiş devreye ve hemen kurtarmış Yusuf Abi’yi.
Geçmişte de olmuş buna benzer olaylar. Muhtarlık da yapan güçlü kuvvetli bir adam, resmi makamlara onun hakkında bilgiler veriyormuş. O adamı hiç sevmezdi. Korkut’a Masal’da kuşkucu biri olarak betimler onu.
Ortakçısı kabadayı bir adamdı. Kendi kendime, Yusuf Abi öteki güçlülerin şerrinden korunmak için bu adama sığınmış galiba, derdim.
Biliyorum, çünkü kendi söyledi. 1965’ten sonra Ecevit’e oy vermiş. Pamuk iyi para ettiği için köydeki sosyalistler de Ecevit’e dönmüştü. Ama İstanbul’da TKP’li adaylara oy verdi. Onun deyişiyle Abdülkadir’le (Vedat Türkali) yakın ilişkideydi İstanbul’da.
Vedat Türkali’den “Bizim Abdülkadir” diye söz ederdi hep. Vaktiyle TKP’de birlikte çalışmışlar. Yazın anlayışları bir hayli farklı olmasına karşın ona saygısı büyüktü Yusuf Abi’nin. Bana Vedat Türkali’nin nerdeyse çıkan her kitabını damgalı olarak getirmişti. Vedat Türkali imza atamıyormuş.
Atılgan’ın kendini özellikle bir köylü gibi göstermeye çalıştığını söylüyorsunuz. Neden yapıyordu bunu sizce?
Nurdan Gürbilek’in bir kitabında okumuştum. Yusuf Abi’yle Dostoyevski arasında bağ kuruyordu. Nedense ben, Tolstoy’la bağlantısı olduğu ya da kurulmasının daha doğru olacağı kanısını taşıdım hep. Evet, onun evren, yaşam anlayışının bir ucu, döneminin gereği olarak varoluşçuluğa, Albert Camus’nün özgürlük anlayışına uzanırken, bir ucu da yalın, dayanışmacı, hatta sınıfsız bir köylülüğe uzanır.
O, köyünü gerçekten seviyordu. Hem de birçok olumsuzluğa karşın. Gönül isterdi ki gömütü çok sevdiği Hacırahmanlı’da olsun. Hatta ovadaki gömütlükte değil de, yerini bağışladığı Yağhane’nin oralarda bir tepecikte. Bizim okulun önünden hac yolculuğuna çıkar gibi nevale torbalarıyla, su şişeleriyle o tepelere doğru sık sık yürüyüşe giderdi.
Büyük bir aşkla bağlı olduğu eşi Serpil Hanım, birinci ölüm yıldönümünde yaptığımız bir anma toplantısında köylülerine şöyle demişti:
“İstanbul’a gömülmeyi Yusuf kendisi istedi. Birlikte oralarda gezerdik. Bana, bak Serpil, bu mezarlığın yüzme havuzu var, beni buraya gömdür, demişti, ben de öyle yaptım.”
Atılgan için futbol çok önemliymiş. Vaktiyle kendisinin oynadığını da söylüyorsunuz. Hatta yazarlığıyla değil futbolculuğuyla övünürdü diyorsunuz. Bu konularda neler söylemek istersiniz Sayın Halil Öğretmenim?
Evet öyleydi, ama onunla uyuşmadığımız tek konu da buydu galiba. Ben hazzetmem futboldan. Gerçek bir spor da saymam onu. Gösteri sporudur, seyirliktir. Bu konularda pek konuşmadık doğrusu. Ama Balıkesir’deki lise yıllarından söz ederken futbolculuğunu gündeme getirirdi. Attığı çalımlardan ve gollerden söz edişi şişinmeliydi. Birinde “El var.” düdüğüne aslanlar gibi itiraz etmiş. Hakem sakince gelip kolundaki top izini gösterivermiş. Kendi deyişiyle feci bir mars oluşmuş bu. Her anlatışında domates gibi kızarırdı. O bazen, paskalya yumurtası, gibi derdi.
Bu kızarma konusunu daha önce açıkladığım için ayrıntıya girmeyeceğim. Yukarıdaki olayda olduğu gibi haksız olduğunu anlayınca utanıyor. Bir de inanmadığı ya da içinden gelmeyen bir şeyi söylemek zorunda kaldığında kızarırdı. Ben onun bu tavrını yabancılaşmaya direnme olarak görmüşümdür.

Değerli yazar, sevgili ağabeyim Yusuf Atılgan’ın anısına saygılarımı sunuyorum.