
Okan Çil
Aynur Kulak’ın ikinci kitabı Adı Olmayan İkinci Öykü geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. “Düşüş” teması etrafında toplanan öyküler her ne kadar karanlık bir renkte görünse de, Kulak aslında tam tersi bir yeri işaret ediyor ve düşmenin insanı değiştiren, hayata devam etmeyi sağlayan o karşıt anlamına odaklanıyor.
Biz de Kulak’la bir röportaj gerçekleştirdik. Kendisine öykülerin yazım sürecini, modern toplum insanının açmazlarını ve günümüz öyküsünü sorduk.
Adı Olmayan İkinci Öykü nasıl ortaya çıktı? Kitabın yazım sürecine dair yaşadıklarınızı bizimle paylaşır mısınız?
2005’te ilk kitabım Günlerden Bir Gün yayınlandıktan bir sene sonra Adı Olmayan İkinci Öykü kitabımdaki öyküleri yazmaya başladım. Üstelik benden bir roman daha yazmam rica edildi fakat içgüdüsel olarak, yani çok da planlamayarak aslında, öyküler yazmaya başlamıştım. Bazı öyküler adıyla geliyordu, bazıları ise adsız bir şekilde, ne ad koyacağımı bilemez halde yazılıyorlardı. Çok da takılmadım, muhakkak bir adları olacaktı bu adsız öykülerin fakat bu arada çalışma zorunlulukları girdi araya. Çeşitli işlerde çalışma dönemlerim boyunca öykülerin sessizliğe büründüğü, bazen uykuya yattığı, bazen saklandığı süreler yaşadım ister istemez. Fakat edebiyat ile olan bağım hiç kopmadı. Kopamazdı çünkü her birimiz kendimizi bu hayatla ilgili illaki bir şeyle tanımlarız. Ben edebiyat merakım ve sevgimle tanımlıyorum bu hayatı. Sık aralıklarla yazamasam da öykülerimi yazmaya devam etmekten ve okur olmaktan hiç vazgeçmedim bu yüzden ve bir süre sonra farklı mesleklerde çalışma alanlarım olsa bile kitaplarla ilgili farklı mecralarda inceleme yazıları yazmaya ve çağdaş yazarlarla söyleşiler yapmaya başladım. Edebiyat ile olan bağım hayat içerisinde kat ettiğim yolun ta kendisi. Bir parçası ya da durağı değil.
İlk kitabınız Günlerden Bir Gün’ü 2005 yılında yayınladınız. İkinci kitaba bu kadar ara vermenizin sebebi neydi? Bu süreç nasıl ilerledi?
Adı Olmayan İkinci Öykü içerisindeki öyküleri yazarken yayınlanma sürecinin 17 yıl süreceği hiç aklıma gelmemişti. Bunun farklı sektörlerde çalışmak zorunda olmakla da ilgisi yok aslında. Çünkü ne kadar dağılmış olursam olayım arada dönüyordum öykülerime. Fakat buradaki asıl mesele, yaptığınız bir şeye ya da arzuladığınız hayalinize tam odaklanıp odaklanamama meselesi. İstediğim tek şey öyküler yazmaktı, evet ama her istenen şey gibi öykü yazmak da tam anlamıyla odaklanmanızı istiyor sizden. Edebiyat ile olan bağımı öyküler üzerinden devam ettirmek istemek ise ayrıca çaba gerektiren, üzerine çok düşünerek, yazdığınızdan daha fazlasını atarak, minimal düzeyde yol almanızı gerekli kılan bir şey. Öykü yazmak dağılmaya gelmiyor yani. Ne zaman ki her anlamda tam olarak edebiyata odaklandım işte o zaman öykülerle ilgili hem benim yazma sürecine devam etmem açısından hem de öyküleri daha iyi toparlayıp sunmam açısından yollar açılmış oldu.
Öyküleriniz “düşmek” teması etrafında toplanmış durumda ve bu tema kitapta pek çok anlamda kullanılıyor. Böyle bir tema belirlemeye nasıl karar verdiniz?
“Düşmek” kavramı benim için kalkmanın ve devam etmenin karşıtı olarak önemli bir yerde duruyor. Bazı kişilerde psikoloji ters işler. Siz isterseniz eğer düşmek gibi, dağılmak gibi, kırılmak gibi, bozguna uğramak gibi sebepler güçlü bir yenilenmenin, yeniden başlamanın, yüklerinden kurtulmanın fırsatlarıdır aslında. İstemezseniz eğer, hayat ilerliyormuş gibi görünür, siz de ilerliyormuş hissine kapılırsınız ve böyle bir illüzyonda başınıza gelen şey yine kaçamayacağınız şekilde düşmektir. Bunu çevremde çok gözlemliyorum. Yenilenmek yerine belli bir illüzyon içinde yeniden ve yeniden düşmek tercih ediliyor. Buna güvenli alan diyelim, ne dersek diyelim, düşmenin bizi yenileyen, değişimi önemseyen, ne yaşarsak yaşayalım güçlenerek yolumuza devam etmemizi sağlayıcı tarafını önemsiyorum. “Yol boyunca düştüm. Düşmeyi çok seven birinin öyküsünü günü geldiğinde yazmak için.” diyor anlatıcı Yol Boyunca Uzaklık isimli öyküde. Bu cümle yürümekten ziyade en çok “düşmelerimizin” yol almalarımıza dahil olduğunu anlatması açısından önemli. Adı Olmayan İkinci Öykü içerisindeki öyküleri bu 17 yıl içerisinde biraz bu açılardan yazmaya çalıştım.
Bir yanda geleneksel ve kuralcı bir aile, diğer tarafta modern ve bir o kadar da vahşi bir dünya çıkıyor karşımıza ve Adın bu iki dünya arasında gelgitler yaşarken hepten kayboluyor. Bu sıkışmışlığın bir modern toplum hastalığı olduğunu söyleyebilir miyiz peki?
Adın evet, bir modern toplum kıskacının içinde yolunu bulmaya çalışan bir karakter. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen, ona neyin iyi neyin kötü geldiğini bilen fakat tüm bu bilmelerinin ona bir faydasının olmadığı bir karakter. Modern toplum buna izin vermiyor çünkü. Tam oldu derken olmayan, tam umutlanıp mutlu olacakken ayaklarınızdan aşağı çekildiğiniz anlar o kadar çok ki Adın da bunlardan nasibini alıyor elbet. Modern toplum her an düşmeyi ve ciddi anlamda dışarıda kalmışlık duygusunu her an içinizde hissetmenizi istiyor. İstiyor ve bunun için de elinden geleni yapıyor ki kendi büyük çarkını döndürebilsin, sistem tam manasıyla işlesin. Kutsal aile yapıları, çalıştığımız işler, kariyer yalanı, özgür toplum, güçlü ekonomi aslında her şey adınız ne olursa olsun sadece bir ad olmanızdan ibaret. Asla sistemden daha büyük olamayacağımız bir sistem bu. Adın bunun farkında fakat bu farkındalık düşmesine engel değil, kalkması ise tamamıyla kendi elinde. Kitabın açılış epigrafı olan, “Geçti sözcüğünü hiçbir zaman söyleyemeyecek olmaktan korktum.” cümlesi bu yüzden tesadüfi söylenmiş bir cümle değil.


Bir insana, bir hayvana yahut bir nesneye ad koymakla ona hükmetme, iktidar olma arasında bir ilişki olduğunu söylüyorsunuz. Buna karşın “hiç kimse” olma hali var bir de. Biraz da bu ilişkiden bahsedelim mi?
Adı Olmayan İkinci Öykü ne olursa olsun bir tür yola devam etme, devam ettiğin yolu kabullenme, bu yolda yenilenme öykülerinden oluşuyor. Mesele kapitalist sistem, hükümetler veya iktidar değil; mesele farkında olduğunuz şey ile -adlı veya adsız- yüzleşebilmekte. “Hiç kimse” olma halini gerçekleştirebilecek insanı bu dünyada bulabilmemiz gerçekten güç. Çünkü “hiç kimse” olma hali içinde bulunduğumuz bu çağda imkânlarımız dahilinde gerçekleştirebileceğimiz bir olma hali değil. Bu yüzden 18. yüzyılda yaşamış Emily Dickinson’ın şiirini alıntılayarak anlatmak istedim “hiç kimse” olma meselesini tematik anlamda çünkü o yüzyılda toplumda bir adınız olması çok önemliyken ve Dickinson bunu çok iyi bilen bir şair olarak “hiç kimse” olmanın önemine vurgu yapıyor. 21. yüzyılda ise adınızın ne olduğunun hiçbir önemi olmamasına rağmen herkesin olmadığı kişi gibi görünme arzusunun çılgınlık boyutunda yaşanması hali artık hiçbir şeyden zevk alınmıyor olmasını beraberinde getiriyor. Biraz bu karşılaştırmalar üzerinden “hiç kimse” olmanın “biri olma”, bir kimlikle ve ad ile var olma zorluğunu yansıtmak istedim.
Günümüz öyküsünü/öykücülerini nasıl buluyorsunuz? Kendi kuşağınıza yönelteceğiniz eleştiriler neler?
Günümüz öykücülerini ve yazdıkları öyküleri çok özel buluyorum. Çünkü herkesin her şey hakkında fikir sahibi olduğu, “Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde kitabını şimdi olsa hangi yayınevi basardı?” gibi tartışmaların yaşandığı böyle bir çağda yazmak çok önemli bir çabayı beraberinde getiriyor hiç şüphesiz.Sanat dalları içinde edebiyatın özel yerini ve değerini özellikle çağdaş edebiyat söz konusu olduğunda değersizleştirmekte sınır tanımıyoruz. Tabii ki herkes çok iyi yazmıyor. Özellikle 2000’li yıların başlamasıyla ayda beş, altı yerli veya yabancı yazarın kitapları basılmakta fakat şimdiye kadar ancak on isim sayılabilir edebi bir eserden söz ederken gerçekten kalbimizi çarptıran. Fakat önemli olan yukarıda da belirttiğim üzere çabayı, yazma isteğini ve tüm kötü gidişata rağmen edebiyata tutunmak istemeyi görmezden gelmeyerek yazılan metinleri okumak gerekir. Çağdaş edebiyatı biraz bu şekilde ele almak gerektiğini düşünüyorum. Yoksa biliyoruz ki herkes Ayfer Tunç, Latife Tekin olamaz. Onları biricik yapan tek olmaları ve her yazanın veya her okurun onlar gibi olamayacak olmaları zaten. On tane Ayfer Tunç olduğunu düşünelim mesela, ister miyiz böyle bir şey? Bir tane var iyi ki. Ve sadece çağdaş edebiyat kendi içerisinde özgün isimler yaratmaya muktedir. Çağdaş edebiyatı bu sebeplerden okumalı, olumlu-olumsuz bir şekilde sebeplerini belirterek eleştirmeli, tartışmalı ama değersizleştirerek görmezden gelmemeliyiz.
En sevdiğiniz bir yerli, bir yabancı kitabı nedenleriyle beraber söyler misiniz?
Çok var. Aralarından bir veya iki tane seçmek imkânsız. Yine aynı ismi söyleyeceğim ama bu sefer sebebiyle beraber söylersem kitaplarının hepsinin tek tek birer edebi eser olması ve aynı zamanda tüm kitaplarının birbiri ile bağlantısını düşünürsek yekpare bir bütünü oluşturmaları adına Ayfer Tunç. Yabancı yazar ise Milan Kundera. Hâlâ hayatta ve yaşayan bir yazar olarak dünyaya dair çok önemli kırılma dönemlerini bireysel, sosyo-kültürel, siyasi ve ekonomik açılarıyla özgün diliyle anlatmış olmasından dolayı.
Son zamanlarda neler yapıyorsunuz? Masanızda bizim için neler var?
Masamda söyleşilerine hazırlandığım yazarların kitapları var. Kurgu veya kurgu dışı, yerli ve yabancı yazarların tüm şartlara rağmen iyi kitapları basılmakta. Bazılarını sadece inceleme bazında ele alacağım fakat ağırlıklı olarak söyleşi hazırlıkları içerisindeyim.