
Sibel Ağlamaz
“Delilik bireyde nadiren görülür;
gruplarda, partilerde, halklarda ve çağlarda ise bir kuraldır.”
Friedrich Nietzsche
Bu yazıya bir soruyla başlayalım: “Deli” dediğimiz figür, bugünün tanıları, hastaneleri, kuralları ve sınıfları yokken nerede yaşıyordu? Birine kime ve neye göre “deli” deniliyordu?
Yanıt, doğanın kalbinde gizli.
Ormanların, vadilerin, mağaraların ve gökyüzünün ortasında yaşayan toplulukları düşünelim. Aborijinlerin, Afrika kabilelerinin, Sibirya şamanlarının ya da Kelt rahiplerinin yanına gidelim. Bu toplulukların içinde “farklı” davranan insanlar vardı ve hep olmuştur. Ancak bu kişiler, günümüzde olduğu gibi düzene bir tehdit olarak görülmezdi. Aksine, onlar toplumun “görenleri”, “duyanları” ya da “başka dünyalarla iletişim kurabilenleri” olarak kabul edilirdi.
Antropolog Mircea Eliade, bu ‘farklı’ figürleri, toplumun ruhsal sınırlarını koruyan, görünmeyeni anlamlandıran rehberler olarak tanımlar. Öyle ki, onlar fiziksel dünya ile ruhsal âlem arasında köprü kuran; kriz anlarında topluluğa yön gösteren kişilerdir. “Farklılık”, bir eksiklik değil; kolektif iyileşme sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Bugün “psikotik” ya da “halüsinatif” olarak sınıflandırılacak deneyimler, o dönemlerde kutsalın tezahürleri, görünmeyenin izleri olarak kabul edilirdi. Danslar, ritüel sesler ve toplu hareketler bilinç hâllerini dönüştürür; insana başka bir algı katmanı açardı. Elbette bazen bu dönüşümde psikoaktif bitkilerin payı da olurdu. Ama asıl önemli olan, bu ‘deli’ ve ‘farklı’ figürlerin toplum içinde bir işlev taşımasıydı: anlam üretmek, dengeyi sağlamak, sınırları esnetmek. Bu bağlamda delilik, modern dünyanın tanımladığı biçimiyle bir bozukluk, ötekilik ya da sapkınlık değil; kolektif ruh hâlinin içinde bir açıklık, başka dünyalardan süzülen bir ışık gibiydi. Farklı olan, benzer olana dair bir ipucu; bilinmezlik içinde çırpınan insana açılan bir kapıydı. Dışarıda olmanın verdiği yalnızlıkla, içe dönmenin sunduğu sezgisel güçleri kendinde birleştiren bu ‘deliler’, kaos içinde yönünü arayan topluluklar için adeta görünmeyen dünyaların büyükelçisi gibi işlev görürdü. Erken toplulukların ‘delileri’, aslında kolektif belleğin taşıyıcıları, ruhsal pusulalarıydı. Günümüzde “anormal” ya da “marjinal” sayılan pek çok davranış, bir zamanlar bilgeliğin, sezginin ve kutsalla temasın bir ifadesi olarak görülürdü.
Mitolog Joseph Campbell, şamanlar gibi ‘farklı’ insanların önce toplumdan ayrıldığını, tehlikeli ve bilinmez bir eşiğe adım attığını ve oradan kimi zaman bir hikâyeyle, kimi zaman şifayla, kimi zamansa bir yasa ile döndüğünü söyler. Bu yolculuklarda biraz ‘deli’ cesareti, biraz da mistik bir sezgiyle normların ötesine geçip başka bir düzleme aracılık eden oluşlar vardı. İlk dinlerin, ilk mitlerin ve ilk yasaların tohumları, çoğu zaman işte bu figürlerin dudaklarından dökülen kelimelerde gizliydi.
Deliliğin Şehirle İmtihanı: Sokaklarda Dolaşan Bilgelik
İnsanlar yerleşik hayata geçmeye başladıkça, delilerin mekânları doğanın mavi ve yeşilindeki mistik bağlardan koparak, sokakların grimsi tonlarının içine girdi. Böylece elimizde, yazılı kayıtlara geçen normal ve anormal tanımları çoğalmaya başladı.
Ama yine de ‘deliler’, bildiğini okudular.
Diyojen, fıçısından çıkıp elinde bir lambayla Atina’nın yokuşlarında “Bir insan arıyorum” diye dolaştı. Sokrates, Delfi Tapınağı’ndaki deli-kâhinden aldığı bilgelik ilhamıyla “Hiçbir şey bilmiyorum” anlayışını benimsedi. Zenginlerin baldıran zehri tehditleri, sofist 1 filozofların çatık kaşları, Aristoteles 2 gibi üst sınıftan insanların dudak bükmeleri karşısında deliler laf dinlemediler; sokak sokak dolaştılar. Üstü başı yırtık halde, köşe başlarında topladıkları kalabalıklara gına getiren sorular sordular. Kimileri Homeros’un İlyada’sındaki Ajax gibi, kimileri Evliya Çelebi’nin tasvir ettiği sufiler gibi; bazıları iç dünyalarının derinliklerine ulaşmak için sorgulayıcı bir yolculuğa çıktı. Kimisi Rumi gibi Konya sokaklarında sema ile döndü, kimisi Buda gibi ağacın altında günlerce oturdu.
Sonuç olarak, bu tuhaf davranışlar sergileyen insanlar zamanla sokaklarda, ağaç altlarında ya da saraylarda dolaştı; çoğu zaman kendi benlikleriyle yüzleşti ve bazı insanlara kendiliklerini keşfetmelerinde ilham verdi. Kendisiyle dengesi bozulmuş olanlar ise, çevrelerindekilerin insafına bağlı olarak evlerde beslendi ya da sokaklarda dilendi. Sokrates’e dinleyici, Diyojen’e gölgesiz bir insan, Buda’ya ilham ve kalanlara bir selam olarak yaşadılar, öldüler.
Delilerden Sen Anlarsın, Konuş Onlarla
Deliler, filozoflar, kahinler ve ermişler doğanın yeşilinde, sokakların grisinde cirit atarken bir milat yaklaştı: İsa, sıfır yılında doğdu ve mütevazı bir marangoz olarak Yahudiye şehirlerinin sokaklarında yürüdü durdu. Evrensel bir ahlak, uyum ve kardeşlik duygusuyla dünyaya yeni bir fikir aşılamak isteyen fakir ama gururlu nur topu gibi bir peygamber oldu.
İsa, babasıyla ilgili şüpheli söylentiler yüzünden, yaşadığı toplumun gözünde en başından bir ‘anormallik’ taşıyordu—ideal bir deli adayıydı. Biraz öteki, biraz farklıydı yani. Tanrı’dan aldığına inandığı barış dolu mesajları yayarken etrafına fahişelerden engellilere, eşcinsellerden yoksullara kadar dışlanmışları topladı. Eşitlikçi ve hoşgörülü fikirleri, haliyle, zamanın egemen güçlerinin hiç hoşuna gitmedi. Toplumun ‘bazıları’ tarafından koyulmuş normlarına uymayan bir figür olarak, ‘deli’ damgası yedi. Çarmıha gerildiğinde, acaba kendisinin bir gün zamanı “Milattan Önce” ve “Milattan Sonra” diye ikiye bölüp, ‘akıllı’ olmaya çabalayan katillerine ilham olacak bir deliye dönüşeceğini biliyor muydu, bilinmez. 3 Yine de, İsa ölümünden tam 380 yıl sonra, onu çarmıha geren imparatorların torunlarına, düşüncelerini imparatorluk dini olarak kabul ettirmeyi başaracaktı. Üstelik bu kıvılcımı, kendisini deli sanan ümmete inat, yanında yürüyen “delilerle” birlikte yakacaktı.
Sokaklardan Zindanlara Göç
İsa, anlaşıldığı üzere, delilere karşı şefkatli bir tutum sergileyen nadir tarihsel figürlerden biriydi. Ne var ki, ironik bir şekilde, onun öğretileri Roma İmparatoru Theodosius I tarafından imparatorluğun resmi dini ilan edildiğinde, delilere yönelik yaklaşım köklü biçimde değişti. Theodosius’un kararıyla birlikte, eski pagan inançlarına ve ‘deliliğe övgü’ içeren ritüellere karşı baskıcı bir dönem başladı.
Oysa eski pagan kültürlerinde delilik, doğanın bir parçası ve ruhsal bir deneyim olarak kabul edilirdi. Şarap ve coşku tanrısı Dionysos’a adanan Bakchaia, tarım tanrısı Saturnus ya da hasat tanrıçası Demeter adına düzenlenen Thesmophoria gibi festivallerde toplumun cinsellik sınırları ortadan kalkar, sınıflar altüst olur, ahlaki baskılar yerle bir edilirdi. Kibele ve Afrodit’in bereketi; cinselliğin serbestliği, toplumsal sınırların dünyeviliği ve ahlakın göreceliliğiyle kutlanırdı. İnsanlar bu tür festivallerde adeta kendilerini kaybeder, özgürce eğlenir, toplumsal rolleri sorgulardı. Bu ritüeller, bireylerin derin bir psikolojik rahatlama ve arınma yaşadığı; sınırların, rollerin ve deliliğin paramparça olduğu bir tiyatro alanına dönüşürdü. İzleyici ve katılımcı, adeta bir katarsis 4 deneyiminden geçerdi.
İsa’nın öğretisini resmî iktidar yapılarına entegre eden Theodosius gibi yöneticilerle birlikte, Avrupa’daki Hristiyan temelli toplumlarda delilik artık ruhsal bir farkındalık ya da arınma hâli olarak değil, şeytani bir sapma, Tanrı’ya karşı bir başkaldırı olarak görülmeye başlandı. Dua yerini zincire bıraktı, anlayış işkenceye dönüştü. “Bedlam” gibi akıl hastanelerinde dua ile çığlık, inanç ile delilik iç içe geçti; insanın iç sesi bastırılırken, ruhun çırpınışı boğuk duvarlara hapsoldu.
Bir zamanların görünenin ötesine işaret eden “deli” figürleri, artık zindanlarda unutuldu. Delilik, doğayla konuşan bir bilgelik değil; Tanrı’nın gazabının bir işareti olarak yorumlanmaya başladı. Toplumdan dışlanan bu eski sezgi ve bilgelik, artık yalnızca taş duvarların ardında, kendi yankısıyla konuşan bir gölgeye dönüştü.
Delilere yönelik toplumsal tolerans azaldı; norm dışılıklara karşı daha katı ve disiplinli yaklaşımlar benimsendi. Bir zamanlar kutsal kabul edilen, anlayışla karşılanan deliliğin yerini; yeni dini normlara göre şekillenmiş, cezalandırıcı bir tutum aldı.
Artık yaşamı derinlemesine sorgulayan filozofların yerini, dogmatik kitaplara bağlı azizlerin “makul ve itaatkâr mümin” öğretileri aldı. Paganların putları kırıldı, kaosu kucaklayan ritüeller susturuldu. Şehir halkı artık kilisenin ve Tanrı’nın buyrukları altında, sessizlik ve mutlak itaat içinde yaşamak zorundaydı. Bir imparatorluk dini olarak yeniden yapılandırılan Artık yaşamı derinlemesine sorgulayan filozofların yerini, dogmatik kitaplara bağlı azizlerin “makul ve itaatkâr mümin” öğretileri aldı. Paganların putları kırıldı, kaosu kucaklayan ritüeller susturuldu. Şehir halkı artık kilisenin ve Tanrı’nın buyrukları altında, sessizlik ve mutlak itaat içinde yaşamak zorundaydı. Bir imparatorluk dini olarak yeniden yapılandırılan Hristiyanlık, siyasal amaçlarla iç disiplin, arzuların sınırlandırılması ve kendini Tanrı’ya adama gibi gündelik kurallar yaratmaya başladı.
Bu süreçte ortaya çıkan kilise kurumları, Stoacı filozofların kaderci, acıya dayanıklı ve disiplinli iç yaşam anlayışını benimsedi. Augustinus (M.S. 354–430) gibi dindar düşünürler, Hristiyan teolojisini Stoacılığın ilkeleriyle birleştirerek; toplumsal normları, Tanrı’nın yasakları, dini erdemler ve iç huzur gibi kavramlar etrafında sert, manastırcı ve kapalı bir çerçevede tanımladı. Bu kurallara uymayanlar, ister yönetici ister halktan olsun, kâfir ilan edilip dışlandılar. Bu dönemle birlikte deliler ve kâfirler benzer kefelere konulmaya başlandı. Toplumlar, deliliği artık tanrısal bir ceza ya da kötü ruhların etkisi olarak görmeye eğilim gösterdi.
Durumun vahameti, Orta Çağ Avrupa’sında zirveye ulaştı. Şehirlerin karanlık sokakları, papazların şeytan çıkarma odaları ve cadılar için cayır cayır yanan meydanları delilerle doldu. Veba, savaşlar, yoksulluk ve yobazlıkla boğuşan halklar, kendi günahlarının bedelini bu ‘garip’ insanların sırtına yükledi. İsa’nın katil çocukları yine delicesine cadı avına çıkmıştı. Bu insanları çöle sürmek ya da manastıra kapatmakla yetinmediler; onları sokaklarda ibretlik vakalar olarak sergileyerek, öldüre öldüre yaşattılar.
Otoritesi zayıflayan iktidar dönemlerinde bu gösteri de yetmedi. Topluma normların korunmakta olduğunu göstermek için deliler, halkın gözü önünde ağır işkencelere maruz bırakıldı, idam edildi ya da diri diri yakıldı. Şanslı olanlar ise ya görünmez hale geldi, arka sokaklara sürüldü ya da saraylarda yüksek mevkilere yükseldi—imparator ya da varis oldular. Ama onlar da ya Neron gibi Roma’yı yakarak ya da Kral Henry VIII gibi kanlı reformlara imza atarak tarihe geçtiler.
Bir Sonraki Bölüm
Tarih boyunca delilik, toplumların kriz anlarında bastırdığı korkuların ve arzuların izdüşümü oldu. Orta Çağ’da şeytanın tezahürü sayıldı, cadı avlarının hedefi haline geldi; meydanlarda yakıldı, sokaklarda teşhir edildi. Ancak zaman ilerledikçe, yalnızca cezalandırmak yetmedi—delilik tanımlanmalı, sınıflandırılmalı ve kontrol altına alınmalıydı. Toplumsal düzenin modernleşmesiyle birlikte “normal” olmanın ölçütleri akıl, üretkenlik ve uyum üzerinden yeniden tanımlandı. Akıl, artık yalnızca bir yeti değil; bireyi hizaya sokan ideolojik bir çerçeve haline geldi.
İşte bir sonraki bölümde, akıl hastanelerinin bu yeni toplumsal mimaride nasıl birer denetim aracına dönüştüğünü; “rasyonellik” adına çizilen sınırların nasıl ideolojik bir silaha evrildiğini ve “normal”in bilimsel kılıf altında nasıl yeni bir baskı rejimi kurduğunu inceleyeceğiz.
Dipnotlar
- Sofist (Sophistes) kelimesi, Antik Yunanca “sophos” (bilge) kelimesinden türetilmiştir ve “bilgelik uzmanı” veya “bilge öğretmen” anlamına gelir. Sofistler, Antik Yunan’da M.Ö. 5. yüzyıldan itibaren etkili olmuş bir grup düşünürdü. İlk paralı öğretmenlerden sayılabilirler. Gençlere felsefi ve retorik (dil ve iletişim sanatı) eğitimi sunan filozoflardır. Protagoras gibi sofistler, “İnsan her şeyin ölçüsüdür” diyerek, bilginin göreceli olduğunu ve kişinin bilgiyi ve onunla ne yapacağını kişisel isteklerine göre şekillendiğini ima etmiştir. ↩︎
- Aristoteles, M.Ö. 384-322 yılları arasında yaşamış ünlü bir filozof. Aristoteles ismi, “Aristo-” (en iyi) ve “-teles” (tamamlanmış, mükemmel) kısımlarından oluşur. Dolayısıyla, en mükemmel olmayı adı olarak taşıyan filozof, zamanla aristokrasiye, yani en iyi veya en iyi olanların yönetime (kratos) isimsel ilham vermiştir. ↩︎
- Hristiyan tarihçisi Dionysius Exiguus, M.S. 6. yüzyılda, İsa’nın doğumunu başlangıç noktası kabul eden bir tarih hesaplama sistemi geliştirdi. Bu sistem, İsa’nın doğumunu “Anno Domini” (A.D. – “Tanrı’nın Yılı”) olarak işaretleyerek Hristiyan dönemini başlatıyordu. Yüzyıllar boyunca kullanılan bu sistem, 16. yüzyıldan itibaren “Milattan Önce” (B.C. – Before Christ) ve “Milattan Sonra” (A.D. – Anno Domini) biçiminde geliştirildi. Zamanla, bu takvim sistemi akademik çalışmalarda ve tarihsel metinlerde standart hale geldi. ↩︎
- Katarsis kelimesi, Yunancada ‘temizlik’ ve ‘arınma’ anlamlarına gelir. Aristoteles’in sık sık kullandığı bu terim, karakterlerin büyük acı, kayıp, şok ve felaketler karşısında insan doğasının karanlık yönlerini keşfetmeyi amaçlayan Yunan trajedilerinin amaçlarındandır. Öyle ki, bu tip oyunlarda izleyicilerin bastırdıkları korku ve merakları, tiyatro aracılığıyla deneyimleyerek duygusal bir arınma ve rahatlama yaşadığına inanılırdı. ↩︎
Kaynaklar
Campbell, J. (2008). Kahramanın sonsuz yolculuğu (S. Bulut, Çev.). Kabalcı Yayınları. (Orijinal eser 1949’da yayımlanmıştır).
Dörner, K. (1998). Delilik ve toplum: Avrupa’da akıl hastalığının tarihi. Ayrıntı Yayınları.
Eliade, M. (2001). Şamanizm: Arkaik tekniklerin ansiklopedik incelenmesi (A. U. Durakbaşa, Çev.). İmge Kitabevi. (Orijinal eser 1951’de yayımlanmıştır).
Foucault, M. (1961). Histoire de la folie à l’âge classique [Deliliğin tarihi]. Gallimard.
Goffman, E. (1961). Asylums: Essays on the social situation of mental patients and other inmates. Anchor Books.
Healy, D. (1997). The antidepressant era. Harvard University Press.
Metzl, J. M. (2009). The protest psychosis: How schizophrenia became a Black disease. Beacon Press.
Nietzsche, F. (1886). Beyond good and evil [İyinin ve kötünün ötesinde].
Scull, A. (2015). Madness in civilization: A cultural history of insanity, from the Bible to Freud, from the madhouse to modern medicine. Thames & Hudson.
Sontag, S. (1978). Illness as metaphor. Farrar, Straus and Giroux.
Szasz, T. (1961). The myth of mental illness: Foundations of a theory of personal conduct. Harper & Row.
Weigel, S. (1996). Body- and image-space: Re-reading Walter Benjamin. Routledge.
Zuboff, S. (2019). The age of surveillance capitalism: The fight for a human future at the new frontier of power. PublicAffairs.