.

Arlin Çiçekçi: “Okuduğum tüm yazarları ve onların kitaplarını ustam olarak kabul ediyorum.”

Ümran Avcı

Farklı zamanlardan, farklı diyarlardan dört kadın:Yeter, Zemzem, Bedriye bir de Servi Nine… Hikayeleri farklı olsa da sonları aynı. Kırılmışlıkları, örselenmişlikleri, “ruh hatları”nın dümdüz edilmişlikleri. Bir de sonsuz uykularındaki toprakları…

Bir parkta Servi Nine’nin koynunda yatan bu kadınlar mezarlarında da rahat bulamıyor. Bir servi ağacının salındığı o park, bina yapılmak üzere ranta açılmak isteniyor. Bunu duyan Suna, orada yatır olduğunu da öğrenince harekete geçiyor. Servi Nine’nin rüyasında kulağına fısıldadığı bu kadınların hikayesini yazıp kulaktan kulağa anlatılmasını sağlıyor. O Suna ki; “ruh hatları dümdüz edilerek nefes alıp veren bir maktul gibi” yaşarken, park için başlattığı mücadele ile yeniden kalkıyor ayağa.

Arlin Çiçekçi, İthaki Yayınları’dan çıkan Servi Nine ve Üç Güzeller’de bu kadınların hikâyelerini anlatıyor bize. “Hayat anlardan ibaret derler ama yanılırlar, hayat aslında sonlardan ibarettir,” diye başlıyor roman.

Kitabı bitirip de kapatınca sonları Yeter, Zemzem, Bedriye ve Servi Nine’nin gibi olan kadınlar geçiyor okurun gözünden. Canları ecelsiz alınan kadınlar… Ve halasının Suna’ya vasiyet niyetine verdiği öğüt yankılanıyor kulaklarda: Bugünün şerrini bugün kesip atmazsan yarına sirayet eder, yarına sirayet ederse sen fark etmeden ömrünü sarar…

Servi Nine ve Üç Güzeller ile Duygu Asena Roman Ödülü’nü kazanan Arlin Çiçekçi ile hem romanını hem de hayatı ve kadınları konuştuk…  

Romanda hemen her gün yaşadığımız erkek şiddetiyle hayatı elinden alınan kadınların hikayelerine tanıklık ediyoruz. Ve yüz yıl önce de üç yüz yıl önce de olsa yaşananların değişmediği gerçeği tokat gibi çarpıyor yüzümüze.

Kadınların yüzyıllar boyu verdiği mücadele elbette bir karşılık görmüş ve bugüne kadar azımsanmayacak kazanımlar elde edilmiş fakat toplum, hâlâ erkek egemen bir kültürün elinde şekillendiği için yüzyılların bile değiştiremediği yerleşik kurallar var. Hatta kadınların da içselleştirip kabul ettiği kurallar bunlar. Mesela bugün hâlâ tacize uğradığını söylemekten hatta kabullenmekten bile imtina eden kadınlar var. Hem karşı tarafı bu tacize teşvik etmiş olabileceğini düşünerek öncelikle kendini yargılıyor, hem de duyulduğunda en büyük aşağılanmaya, erkeğin değil kendinin maruz kalacağını biliyor. 300 yıl öncenin kadı sicillerine baktığınızda da biraz daha ilkel haliyle aynı manzarayla karşılaşıyorsunuz. Bu tür vakalarda, mahalleli bir araya geliyor ve oy birliğiyle o kadının “zaten” iffetsiz olduğunu tasdik edebiliyor. Bugün, mahallelinin kadıya gidip böyle bir tasdikte bulunma yetkisi yok belki ama o aynı ruh, günümüzün mahalleleri arasında da dolanıyor. “Mahalle”, hâlâ, kadının iffetini tasdik etme ve tacize uğradığında, bu tacizi hak edip etmediğine dair fikir beyan etme hakkını buluyor kendinde.

Okuduğunuz kadı sicillerinden romana dahil etmediğiniz kararlardan bahsedelim isterim biraz…

Halka açılmış kadı sicillerini okumak keyifli ve doyurucu bir meşgaleye dönüştü benim için. Kimi zaman çok komik vakalar çıkıyor karşınıza; biri diğerinden iki tavuk almış geri vermemiş ve bu kadı siciline işlenmiş vesaire gibi ama kimi zaman da yüzyıllar öncesinde yaşanmış bitmiş olduğunu bilseniz de okuduğunuzda kanınızı donduracak vakalar da çıkabiliyor karşınıza. Kuyularda bulunan kimliği belirlenmemiş toplu kadın cesetlerinden bahsediliyor mesela, sonrasında ne bir iz sürülmüş ne olayın peşine düşülmüş gözüküyor, en azından kayda düşülmemiş gerisi. Bu sicillerde, kadının kadına zulmüne de örnekler var. Özellikle köle ticaretinin yapıldığı dönemlerde yabancı uyruklu kadınlara, dönemin varlıklı kadınlarının yaptığı eziyetlere şahit oluyorsunuz. Ben son romanımda, hikâyenin akşına hizmet etmediği için bu konuya eğilmedim ama bu vakalar kafamı meşgul etmeye devam ediyor.

Romanda öyle bir baba karakteri de var ki; ete kemiğe bürünse de hayatımıza katsak dediğimiz türden. Uğradığı psikolojik şiddetle; “ruhunun hakiki sıfatı gün gün kaybolan” ve “kırıla kırıla dümdüz olan” Suna’yı uçurumun kıyısından baba desteği çekip alıyor. Tüm babalar öyle olsa kadınların hayatı bambaşka olurdu belki de. Ne dersiniz?

Haklısınız. Özgüveni aile inşa ediyor. Suna halasından ve babasından gördüğü sevginin gücüyle özgüven ve öz saygı sahibi bir birey olarak yetişmiş olmasaydı gördüğü psikolojik şiddete ve dolayısıyla “kırıla kırıla dümdüz” oluşuna mukavemet etmez hatta belki de bunu hak etmiş olabileceğine bile inanabilirdi. Türkiye’de çoğu kadın, boşanıp döndüğünde “baba evi”nde daha iyi bir muamele görmeyeceğini bildiğinden kocasının evindeki şiddete razı olmayı seçebiliyor. Baskı veya şiddet ortamında büyümüşse eşinden gördüğü de kabul edilebilir hatta normal geliyor. Suna’nın babası Haydar, her ne kadar masalsı güzellikte bir baba profili olsa da neyse ki gerçekte de temsilleri var.

Suna’nın babasının, “Fikri sorulmadan fikrini söyleyenin fikrine itibar etmeyeceksin” öğüdünü konuşalım isterim biraz da… Kadınlara cinsiyet, annelik, kılık kıyafet üzerinden ne çok akıl veriliyor. Belki de bu öğüt buna bir isyan…

Bizim toplumumuzdaki en büyük sorunlardan birinin “sınır ihlali” olduğunu düşünüyorum. Mesela birileri size, neden çocuk doğurmadığınızı sorma cüreti gösterebiliyor hatta sormakla kalmayıp size sizin için neyin doğru olduğunu bildirme yetkisini buluyor kendinde. Sınırını, nerede durması gerektiğini bilmiyor, önemsemiyor da. Maaşınızı soruyor, giyiminize, konuşma şeklinize karışıyor, en özelinize burnunu sokuyor. Çoğu zaman, sormamış olmanıza, hatta bazen o kişiyi birebir tanımıyor olmanıza rağmen sizinle ve hayatınızla ilgili fikrine maruz kalıyorsunuz o kişinin. Kadınlar üzerindeki bu toplumsal tahakküm ve sınır ihlali daha fazla olmakla birlikte mağduru sadece kadınlar da değil elbette.

“Bat dünya bat!” sözü ile Oğuz Atay’a bir selam göndermişsiniz. Küçük çocuğun adı da Oğuz.

Okuduğum tüm yazarları ve onların kitaplarını ustam olarak kabul ediyorum ama kendi dillerini oluşturabilmiş, yeni bir anlatım tekniği sunabilmiş yazarları çok daha ayrı bir yerde tutuyorum. Oğuz Atay da benim için bu yazarlardan birisi olduğundan ona metnimde gizli bir selam vererek kendimce teşekkür etmek istedim. Oğuz Atay, yarattığı özgün dili ve kaleminin bir parçası haline gelmiş mizahıyla, okumaktan çok boyutlu keyif aldığım ve ilham aldığım yazarlardan biri. Onu okurken sanki o, yazı masasında sesli okuyarak yazıyor da ben de tam o anda karşısında dinliyormuş gibi hissederim hep. Okuruyla birebir bir iletişim kanalı oluşturabilmiş, şahsi bir frekans yaratabilmiş bir yazar.

Roman karakterlerinden Dina ve kuzeni Ararat Ermeni… Suna’nın Erzincanlı babası “Misafir ağırlamayı biz sizin atalardan öğrendik” diyor. Birlikte güzel olmayı, birlikte yaşamayı, sevmeyi ne kadar özlediğimizi ne güzel anlatıyor bu cümle…

Arkadaşım Ceyda, Kayserili anneannesinden duyarmış “Biz misafir ağırlamayı, yemek yapmayı Ermenilerden öğrendik,” diye. Ceyda, bana bunu ilk söylediğinde çok hoşuma gitmişti ve yer etmişti. Nihayetinde de bu romanda yerini buldu. Bu sözün güzelliği şurada, Anadolu topraklarında bir arada yaşamış ve yaşamakta olan medeniyetler her zaman kültürel bir alışverişte olmuşlar. Biri diğerinden yemek yapmayı, diğeri öbüründen tarımı, hayvancılığı öğrenmiş. Ceyda’nın anneannesinin sözü, bu zenginliği gören gözün sözüdür. Bu zenginliğe kendi katkısının da farkında olup bunu dillendirmekten çekinmeyenin övgüsüdür. Herkesi aynı görmek isteyen, farklılıklardan korkan, aynılaştırmayı maharet sayanların arasında böyle gören gözler olması çok kıymetli.

Suna’nın iş yerindeki bekçinin karısını öldürüp firar ettiğinin duyulduğu an… Tam o şok anında Suna’nın “Karısının adı neymiş?” sorusu sessizliğe bomba gibi düşüyor. Öldürülüp de adı anılmayan, unutulan kadınların anısına çığlık gibi bir soru sanki.

Resmi verilere göre, Türkiye’de yılda ortalama 350-400 kadın cinayeti işleniyor. Düşünürseniz “ortalama” kelimesini kullanmak bile o rakamda önemsenmemiş bir küsurat olduğunu kabul etmektir. Bir kadının adı, geçmişi, hayalleri, hayatı o küsuratta gizli. Ortalama 350 ile 400 dediğimizde bu iki rakam arasında 50 cinayetlik bir fark var, 50 önemsenmemiş hayat, 50 önsemsenmemiş kadın. Oysa, her biri ayrı bir hikâye, her biri ayrı bir trajedi. ‘Ortalaması’ alınabilen istatistiki bir veriye dönüşüyorlar sonunda. Tam da sizin hissettiğiniz gibi Suna bu yüzden soruyor. “Adı neydi? Kimdi o?”

Suna, rant için göz dikilen parkı kurtarmak için oradaki yatırla ilgili hikayeler yazıyor. O hikayeler sayesinde insanlar ranta dur diyor. Tam da bu noktada hikayelerin gücünü konuşalım isterim…

Demin bahsettiğimize güzel bir örnek oldu aslında. Bir davayla ya da bir insanla bağ kurabilmemiz için hikâyesini bilmemiz gerekiyor. Davayı da kişiyi de ancak böyle sahipleniyoruz, derdine o zaman ortak olup kendi derdimiz gibi görmeye başlıyoruz. Yoksa, bir veriden, etkisini kısa sürede yitirecek bir haberden ibaret kalıyor. Kutsal kitaplar da hâlâ hüküm süren gücünü, hikâye anlatıcılığındaki maharetinden alıyor. Milyarlarca insanın bağ kurmasını sağlayan, bir parçası olmayı isteyecekleri bir anlatı sunmuş her biri. Bir evliya yatırı, başlı başına ‘dokunulmaz’ kutsallıkta bile olsa o evliyanın sahiplenilen bir hikâyesi yoksa o bile tam anlamıyla dokunulmaz olmuyor.

Duygu Asena’yı anmadan olmaz. Duygu Asena ve adına aldığınız bu ödül için neler söylersiniz?

Bu söyleşide konu ettiğimiz tüm sorgulamaları bir anlamda, Duygu Asena gibi öncü isimler sayesinde yapıyoruz. En azından kendi adıma konuşacak olursam; kadın hakları, kadın mücadelesi, kadın eşitliği gibi kavramlarla Duygu Asena ve onun gibi mücadeleci kadınlar sayesinde tanışmış olmasam belki kendimde böyle bir hak görmeyecektim, bunları dillendirmeye, hatta bu konuları dert edinen bir roman yazmaya tek başıma cesaret edemeyecektim belki de. Bu yüzden, zaten böyle bir roman yazabilme cesaretini vermiş, düşünsel anlamda beslemiş bir isme benim teşekkür etmem gerekirken, bu romanı yazmış olmaktan dolayı onun adına ödül almış olmak, verdiği onurun yanında biraz da utandırıyor açıkçası. Ödülü bu anlamda bir sorumluluk olarak kabul ediyorum; onun mücadelesini, başarabildiğimiz her alanda sürdürme ve bizim ondan devraldığımızı yeni nesillere aktarma sorumluluğu.