.

Eserlerin ve Yaratıcılarının Hikâyeleri

Ali Bulunmaz

Oğlu David Rieff’in “daima öğrenciydi” dediği Susan Sontag, kaleme aldıklarında, giriştiği eylemlerde ve yaşamda gerçeklere sırtını dönmeden ve fikirlere önem vererek karşısındakini rahatsız etmeyen bir hüzünle yol almıştı. Kimsenin mağarasına hapsolmaması gerektiğini söyleyen, süratle tüketilen geçmişe bakıp bugünü anlamaya uğraşan, gerçek ve görüntü arasındaki bağlantıyı ve farkı kavrayıp eleştiren; Marina Abramoviç’in “yirminci yüzyılın yıldızlarından biri” diye nitelediği Sontag, biyografisini kaleme alan Daniel Schreiber’in ifadesiyle “eleştirmenliğini, aktivistliğini, film yapımcılığını, entelektüelliğini, romantizmini ve tutkulu yazarlığını miras bırakmıştı.” 

Kendisini ve dünyayı yargılamayı küçük yaşlardan itibaren öğrenen Sontag; filozoflardan, yönetmenlerden, yazarlardan ve tiyatroculardan aldığı ilhamla kendi fikirlerini inşa etmişti. Karşılaştığı sorunlara çözüm bulmak için yüzünü edebiyata dönen ve düşünsel derinliğe ulaşmak isteyen Sontag, söyleyecek sözü olsun diye yazmıştı. Böylece kültürel ve cinsel devrimin bir öznesi hâline gelmiş; yazılar, kitaplar, filmler, tiyatro oyunları, ülkeler ve eylemler arasında gidip gelirken popüler ve yüksek kültür arasındaki ayrıma dikkat çektiği metinler kaleme almıştı. Ardından, entelektüel dünyanın kurallarını görmezden gelen ve başkaldıran bir ikona dönüşmüştü. 

Rieff, annesine “kendini var olmaya adayan biri” derken Sontag’ın, yapmayı tasarladıkları için hep daha fazla zaman istediğini ve daima “gelecekte yaşadığını” hatırlatıyor. Bu hâli, onu sürekli araştırmaya ve öğrenmeye yöneltirken hastalığının ilk ortaya çıktığı 1975’ten öldüğü 2004’e kadar kötümserlik ve gerçeklik arasına ince bir çizgi çekmesini sağlıyor. Kültürel emperyalizmi eleştirirken, dünyanın çeşitli bölgelerindeki sanatsal faaliyetleri yorumlarken, aşklarını yaşarken, tiyatro oyunlarına, sinemaya, müziğe ve fotoğrafa yoğunlaşırken, sahte mutlulukları ve hakiki acıları gözlemlerken hep bu sınırda geziniyor. 

Yazarak ve eyleme geçerek düşünmeyi yaşamının merkezine koyan sanatçı-filozof-yazar Sontag’ın edebiyat, tiyatro, resim ve şiir üzerine denemelerinin bulunduğu; eleştirmen olarak karşımıza çıktığı metinler toplamı Vurgulanan Yer’de de bu tavrı yoğun biçimde hissediliyor. 

“Edebiyat cumhuriyeti aslında bir aristokrasidir.”

İlgi alanları hayli geniş ve bilgisi epey fazla olan Sontag’ın okuduklarına ve gördüklerine dair kalem oynattığı Vurgulanan Yer’deki denemelerde, insan olmayı ve yazarak yaşamayı düstur hâline getirmiş, zamanının (ve geçmişin) sanat olaylarının tanığına dönüşmekle kalmayıp onları kıyasıya eleştiren bir entelektüelle yüzleşiyoruz.

Vurgulanan Yer üç bölüme ayrılıyor: İlk bölüm “Okumak”ta Sontag, romanlara ve şiirlere dair fikir ve eleştirilerini sıralıyor. İkinci bölüm “Görmek”te sinema, dans ve fotoğraf üzerine kalem oynatıyor. Üçüncü bölüm “Oradan Buradan”da ise daha çok fikirlere, kendi tiyatro çalışmalarıyla ve diğer kitaplarında karabatak misali bir görünüp bir kaybolan felsefeyle buluşturuyor okuru. 

Sontag’ın çok yönlülüğü, düşünme ve yazma yelpazesinin genişliği Vurgulanan Yer’de de hayli belirgin. “Edebiyat cumhuriyeti aslında bir aristokrasidir” diyerek yazarların ve şairlerin eserlerini farklı dönemler arasında bağlantılar kurarak çözümlüyor. Rus edebiyatını ve şiirini, ABD’de hayat bulan bazı akımları, gözden düşen ve popüler olan anlayışları enine boyuna tartışıyor. Çin’e uzanıyor, oradan yıllarını geçirdiği Avrupa’ya gidiyor. Şairlerin düzyazılarını, romancıların şiirini analiz ederken “yakın zaman öncesinde, şiir kadar düzyazı yazmak da bir yetenekti (…) düzyazı ile şiir arasındaki sınır giderek daha geçirgen hâle geldi” diyor. Bu cümlenin altını da Joyce’tan, Nabokov’dan, Pasternak’tan, Tsvetaeva’dan, Brodsky’den, Goethe’den, Puşkin’den ve Leopardi’den hareketle doldururken “bir şairin düzyazısı heyecanın otobiyografisidir” notunu düşüyor. Bir başka not da memleketi ABD’ye dair: “Elbette Amerikan edebiyatı manevi hayal gücüne her zaman karmaşık gösteriler sunmuştur, bunlardan bazıları tanıklık eden bir bilinç tarafından gözlemlenen ve üzerinde düşünülen çetrefilli ruhsal şiddet dramlarıdır.”

Sontag, edebî metinlerde ve şiirde insanı arıyor; geçmiş-bugün bağlantısına yoğunlaşıyor ve hepsinden önemlisi sanatın ve ifadenin geçirdiği evrimle ilgileniyor. Bu arayış sırasında eserleri oluşturan hikâyelere ve politik dönemeçlere denk geliyor. Söz konusu yolculuktan çıkardığı sonuçlardan biri de şu: “Şüphesiz, her tür kurgu her zaman yazarının hayatından beslenir. Bir kurgu çalışmasındaki her detay eski bir gözlem, bir anı, bir dilek ya da kişiden bağımsız bir gerçekliğe gösterilen samimi bir hürmettir.” 

Sontag, hem eserlerin hem de onları yaratanların hikâyeleri arasında geziniyor; mesela kitapları büyük bir merakla okunan, mizahı, ironiyi ve trajediyi ustalıkla harmanlayan Machado de Assis’in itibarıyla ilgili tartışmaları getiriyor karşımıza ya da “edebiyatta yüceliğin temsilcisi” diye nitelediği W.G. Sebald’ı anmadan geçmiyor: “W.G. Sebald’ın kitaplarında, W.G. Sebald ismine sahip olduğu ara sıra bize hatırlatılan bir anlatıcı, tabiatın faniliğinin kanıtlarını anlamak, modernliğin harap ediciliğinden kaçınmak, gizli hayatların sırları hakkında düşünmek için seyahatlere çıkar. Telafi edilemez biçimde kaybolan bir dünyadan gelen bir haber veya bir anıyla tetiklenen bir tür araştırma görevine çıkan anlatıcı hatırlar, hisseder, sanrılar görür, kederlenir.”

Sontag, yazılanların nasıl hayatta kaldığına kafa yoruyor “Okumak” başlığı altındaki denemelerinde. Geçmişin ve modern zamanın bilgelerini, yazarlarını ve şairlerini yanına alarak çıktığı seyahatte yazmanın hatırlamaya ve hatırlatmaya nasıl dönüştüğünü anlamaya çalışıyor. Tabii bu sırada, “her zaman dolu dolu yazardı, odaklanmış, hevesli, yorulmak bilmez biriydi” dediği Roland Barthes’a da bir selam gönderiyor: “Barthes yazmaya, bilincin ideal birleşik bir formu anlamını yükler; hem etken hem edilgen hem sosyal hem asosyal, kişinin kendi hayatında hem var hem yok olmasının bir yolu…” Barthes’la birlikte yirminci yüzyılın bilge-yazarlarına birkaç isim daha ekliyor: Robert Walser, Danilo Kiš, Witold Gombrowicz, Juan Rulfo… 13 Haziran 1996’da yazdığı mektupta, 1982’de onun için kaleme aldığı “günümüzde ondan bir şeyler öğrenmeyen ve onu taklit etmeyen çok az yazar vardır” cümlesini yinelediği Jorge Luis Borges ise bu listenin en özel yerinde bulunuyor. 

“Sinefillik ölürse filmler de ölür.”

Sontag, edebiyat üzerine ne kadar düşünüp yazmışsa neredeyse aynı oranda sinemaya ve fotoğrafa dair de kalem oynatmıştı. Yirminci yüzyıl için “sinema yüzyılı” diyen yazar, sinemanın “hem sanatın hem de hayatın kitabı” olduğunu düşünüyordu: “Her şey yüz yıl önceki o anla, trenin istasyona girmesiyle başladı. İnsanlar filmleri içselleştirdi, tıpkı trenin kendilerine doğru geldiğini gördüklerinde heyecanla bağıran, gerçekten yere eğilen halk gibi. Televizyonun ortaya çıkması sinema salonlarını boşaltana kadar, insanlar kasılarak yürümeyi, sigara içmeyi, öpüşmeyi, kavga etmeyi, acı çekmeyi haftalık sinema ziyaretlerinden öğrendi (veya öğrenmeye çalıştı). Filmler insanlara nasıl çekici olabilecekleri konusunda ipuçları verdi, örneğin: Yağmur yağmadığı hâlde yağmurluk giymek hoş görünür. Fakat filmlerden eve ne götürülürse götürülsün bu, insanın kendisini yüzlerde, kendisine ait olmayan hayatlarda kaybetme tecrübesinin yalnızca bir parçasıydı – film deneyiminde vücut bulmuş arzunun daha kapsayıcı bir şekli. En güçlü deneyim perdede görülene teslim olmak, alıp götürülmekti. Filmin sizi kaçırmasını isterdiniz.”

Başyapıt bolluğundan endüstriyelleşmeye kadar geçen sürede sinemanın dönüşümünü yorumlayan Sontag, “sinefillik ölürse filmler de ölür” uyarısıyla bir sinema eleştirmeni olarak da çıkıyor karşımıza. Nicelik yüzyılında, sinema babında nitelikten söz ediyor, senaryo diyor, roman uyarlamalarından bahsediyor, gerçek ve gerçek olmayan arasındaki ince çizginin beyaz perdeye yansımasını yorumluyor, sahnenin ve yaşamı oluşturan anların bağlantısını inceliyor.  

Sontag’ın denemelerini okurken edebiyat, tiyatro, şiir, sinema, müzik, resim ve fotoğraf tarihinde bir seyahate çıkıyoruz âdeta. Gezginlikle yazarlığı birleştirdiği; savaşla sarsılan eski Yugoslavya’ya, Çin’e, Avrupa’ya ve ABD’ye uzandığımız bu metinlerde Sontag’ın entelektüelliğinin sınırının ne kadar geniş olduğunu fark ediyoruz. 

Bütün bu hızın ve yolculuğun ardından Sontag, durup yazmaya koyuluyor: “Bana göre, seyahat etmek insanın zihnini doldurur. Ama bu, beni benliğimin ötesine fırlatarak aynı zamanda zihnimi de boşalttığı anlamına gelir: Seyahat ederken yazmak bana neredeyse imkânsız gelir. Yazmak için hareketsiz durmak zorundayım. Gerçek seyahat, zihinsel seyahatle yarışır. Yazar, zihinsel bir gezginden başka nedir?” 

Vurgulanan Yer’deki denemeleri Sontag’ın zihinsel gezginliğini ortaya koyuyor. Kitaplardan sinemaya, fotoğraftan resme ve müziğe, danstan seyahate kadar farklı alanlara dair kaleme aldıklarıyla Sontag, ömrü boyunca bir okur, bir eleştirmen, film yapımcısı, aktivist, romancı ve düşünür olarak bu gezginliği devam ettirdiğini gösteriyor. 

Sontag’ın zihinsel gezginliği 28 Aralık 2004’te bitti. Vurgulanan Yer ve diğer kitapları gösteriyor ki artık aramızda olmasa da Sontag’ın fikir ve mücadeleleri hâlâ güncel. Edebiyat, tiyatro, müzik, fotoğraf ve sinema başta olmak üzere ondan öğreneceğimiz pek çok şey var. Geride bıraktığı metinlerle bize seslenmeye, olup biteni anlayarak daha vicdanlı ve iyi insanlar olmamız için çağrıda bulunmaya devam ediyor Sontag. 

Vurgulanan Yer, Susan Sontag, Çeviren: Filiz Çakır, Everest Yayınları, 432 s.