.

Sema Aslan: “Mekânla ilişkilenme biçimlerimiz üzerine düşünmeyi seviyorum.”

Bilge Sönmez

Sema Aslan ile, geçtiğimiz Kasım ayında İletişim Yayınları’ndan çıkan Geniş Arazide Bir Ben romanı üzerine konuştuk.

Geniş Arazide Bir Ben romanınız nasıl bir ilhamın ürünü, bahsedebilir misiniz?

İlhamdan çok, bir soru nedeniyle çalışmaya başladım. Şiddet, duygumuzu düşüncemizi nasıl yönlendirir? Temel sorum buydu. Yalnız bırakıldığımız ve yalnız bıraktığımız bir dünyada biz kimiz? Bir cevap bulma niyeti gütmeden soruyla uğraşmak istedim. Kendimi de sorunun etkilerine açarak görünenler ve görünmeyenler arasında, açık ve örtülü olanlar arasında düşüncenin ve duygunun başına gelebilecekleri, bu esnada dilin de başına gelebilecekleri görmek ya da bu türden bir hakikate yaklaşmayı denemek istedim.

“Nasıl bataktan kurtulabilirim, bir bilen var mı?” -Fatoş, 1986. Geniş Arazide Bir Ben, bu cümleyle karşılıyor okuru. Kimdir Fatoş?

Tanıdığım biri değil. ‘90’lı yılların yazılı basınında kadınları özellikle bir tür çembere alan, kuşatan, hikâyelerini anlamsızlaştıran ya da görünmez kılan haberler vardı. Bu haberlerin bir kısmını hiçbir zaman unutamadım; bir kısmını da eski gazete ve dergileri tekrar okurken hatırladım -birebir bir haberi ya da olayı mutlaka hatırlamaktan söz etmiyorum; dil ve yaklaşım biçimini hatırlamak, oradaki kastı hatırlamak. Fatoş onlardan biri; sürekli evden kaçan, her seferinde bulunup babasına götürülen ama neden kaçtığı; döndüğü yerde halinin ne olduğu sorulmayan genç bir kız. 

Romanda kahraman geçmiş ve şimdi arasında çok fazla gidip geliyor. Mekân sürekli değişiyor, kahramanın içine dönüp kendini sorguladığı ve geçmişe ait anılarını düşündüğü bir hikâye okuruz. Yine de, bu kahraman hangi mekândan okura ulaşıyor?

Mekânla ilişkilenme biçimlerimiz üzerine düşünmeyi seviyorum. Belli pratiklerimiz varmış gibi davrandığımız, belki buna inandığımız gündelik hayatta, mekânın, var oluşumuz için çoktan benimsediğimiz ve sanırım olağan da bulduğumuz düşünsel, davranışsal kalıpları yeniden değerlendirmeye çağıran bir gücü var. Unuttuğumuzu ya da bilmediğimizi zannettiğimiz bazı şeyleri, mekân değişikliğiyle yeniden hatırlamamız ya da bilir olmamız, bundan. Sesi, ışığı, hayat kapasitesi, ritmi, tansiyonu alışkanlıkların dışında olan bir mekânda düşünüş de var olma hali de farklılaşır, farklılaşıyor gibi geliyor. Mekânsal hafıza, bir zamanların mekân bilgisi ve mekânsal farkındalık, dolayısıyla önemsediğim, gözetmeye çalıştığım bir şey. Bir kitapta karakterlerin hangi mekânlarda ne yaptıkları ve yapmadıkları, neyi düşündükleri ve düşünmedikleri bilgisi ve sezgisi, okura da aittir, hatta belki daha çok okura aittir. Didi-Huberman’ın “anımsatıcı kurgular” lafını galiba bu nedenle çok anlamlı buluyorum; kurmaca metinde mekânın tasviri bile değil, bazen kurmacanın içindeki mesela bir tarih, bir ses okurun mekânsal hafızasına ulaşıp bir duyarlılığı ortaya çıkarabilir. Ya da metnin ağırlıkla konumlandığı mekân değil de, içinden bir anlığına geçip gittiği herhangi bir mekân daha büyük önem kazanabilir.    

İkileme şeklinde kullanılan kelimelerin ve birçok cümlede tekrar eden ifadelerin, anlatıdaki duygu yoğunluğunu oldukça desteklediğini düşünüyorum. Sizin bu konudaki fikriniz nedir? Anlatımı güçlendirmek için nelerin üzerinde daha fazla çalışırsınız? Yoksa kaleminiz kendiliğinden böyle mi akıyor?

Sesi duymaya çalışıyorum. Bir bütün olarak anlatının sesini duyabilmeye gayret ediyorum. Benim duyduğum ses bir başkasını nasıl etkiler, bunu tam olarak bilemem ama sesi paylaştırabilmek, okuyanlarla sesi paylaşabilmek gibi bir umudum var.

Romanda, bulunduğu mekânın genişliğine ve uçsuz bucaksızlığına tezat oluşturacak kadar içine/kendisine dönük bir kahramanla karşılaşırız. Yazar olarak, kurguda mekân ile karakterin ruh dünyası arasında bağlantı kurmak konusunda nasıl bir tavır alırsınız?

Geniş düzlüklerin, ferah manzaraların neredeyse tükendiği bugünün, günümüzün mekânsal düzeni içinden konuşuyoruz. Bu zaten başlı başına bir şey demek. Bakışın kesintiye uğradığı bir yerde isteseniz de gözünüz dalamaz, dalgın olamazsınız, dalıp gidemezsiniz. Bakışınız ya bir bariyere çarpar ya rüzgârın dahi geçişine müsaade etmeyen sık yapı bloklarına ya metal yığınına ya da her an kontrol altında olduğunuzu hatırlatan duvarlara. Öte yandan, geniş coğrafi açıklık, içerdiği bilinmezlik nedeniyle ferahlık anlamında bir açıklığa eş olmayabilir. Tekrara düşme pahasına, mekânın duygu ve düşüncelerimizi yönlendirebilme gücü üzerine düşünmeyi sevdiğimi söyleyeceğim yeniden; hafızasını yoklayan kişinin, mekânın daveti ya da dayatmasına sırt çeviremeyeceğini düşünüyorum. Tersi de doğru; mekânsal deneyim nedeniyle hafıza tetiklenebilir. 

50. sayfadaki “Ova manzaralı pansiyonun bahçesinde sakince oturan ve okuyan ben, mizansen.” Cümlesiyle, karakterin kendisini bulunduğu yere ait hissetmediğini düşünebiliriz. Bir yere ait olmanın, aidiyet duygusunun sizin için karşılığı nedir?

Aidiyet, sabit ya da açık bir fikrimin olmadığı konulardan biri. Paylaştığınız cümleye istinaden düşünüyorum; kendinizi belli bir şeyi düşünmeye, hatırlamaya ama aynı zamanda belli bir yaşantıya hazırlamaya çalışmak, belki zorlamak da sanki aidiyet kavramına içkinmiş gibi geliyor. Üstelik aidiyet tek başına uzlaşılabilecek bir olma hali olmayabilir; özel koşullar altında, iyi kötü öngörülen bir tarihten başlatmak üzere az çok aitmiş gibi hissedilebilir. Neye? Bir mekâna, ritme, sıfata, eyleme pratiklerine… Yine de bütün bir yaşam içinde bir insanın sabit bir aidiyet kavramıyla açıklayabileceği çok şey yoktur herhalde. Kavramla ilişkimi bütünüyle şüpheli kılmak istemesem de çeşitli bağlamlarda bugünün dünyası, kavram üzerine düşünürken temkinli olmamı söylüyor bana.

Romanın gelişme kısmında cinayet, karga, mizansen kelimeleri dikkatimi çekti. “Toprağa gömdüğüm ölüyü hatırlıyorum -öldürdüğüm ve gömdüğüm adamı. Toprağa bakmak denize bakmak kadar kötü.” (sf. 48) Kargalar birçok kültürde ölümün ve felaketin habercisi olarak bilinir.  Roman kahramanımızın da bir cinayet işlemiş olabileceğini biliyoruz fakat bunu kesin olarak öğrenemiyoruz Kahramanımız kendi hikayesindeki bu cinayet/ölüm/felaket belirsizliğini oyunlaştırıyor olabilir mi? Siz bu bağlantı üzerine ne düşünürsünüz?

Bu, üzerine düşünmediğim bir şeydi. Yani kargalar, cinayet, mizansen bağlantısı ve bağlamı. O nedenle bilemiyorum. Çeşitli okumalarla farklı ihtimallerin ya da yaklaşımların ortaya çıkması, bence metnin yazarı için verimli bir düşünme alanıdır.

Roman bağlamından çıkacak olursak, sorularımı daha genel bir konuyla bitirmek istiyorum. Çocuk kitapları yazmak; cinsiyet rollerinden arınmış, yalnızca zihnindeki düşüncelerle var olan roman insanları yaratmak konusunda etkili mi sizce?

Cinsiyet rollerinden arınmış vurgunuzu roman bağlamında düşünmüyorum; ancak çocuk kitaplarında çeşitli nedenlerle üzerine düşündüğüm ve hatta tercih de ettiğim bir şey oldu bu. Çocuk edebiyatında da üretiyor olmanın galiba en büyük yansıması dil ve anlatım üzerine düşünmek. Fakat bu, başka disiplinlerin üretim alanlarını takip ederken de yeniden ve yeniden ele aldığım bir konudur. Bir meseleyi farklı araçlarla, farklı yaklaşımlarla ve farklı vurgularla anlatan kurmaca ve kurmaca dışı metinler, görsel sanatlar… bir beslenme kaynağı.