Hilmi Tezgör
Hilmi Tezgör Bir Plaktan İçeri köşesiyle Sanat Kritik’te. Müziğin birçok yönüyle ele alınacağı bu köşede Hilmi Tezgör bizi her ay başka bir plakla tanıştıracak….
Malum, insanın hikâyesi annesiyle başlıyor. Annesi ve babası ile.. Bu ikisinin varlığı ya da yokluğu, hikâyenin gidişatını büyük ölçüde belirliyor. Nerede, ne zaman, ne kadar var olduğu ya da olmadığı, ne kadar yettiği, ne kadar eksik kaldığı, neyi yapıp neyi yapmadığı.. Bütün bunlar, bizim şu an sürmekte olan hikâyemizin neden tam da böyle olduğunun nedenlerini, en azından bunun ipuçlarını taşıyor içinde.
20. yüzyılın başlarında sesini duyurmaya başlayan folk-blues müzisyenlerinden beri, evini terk eden, çekip giden her âsi, terk ettikten sonra Bob Dylan gibi “no direction home” (eve götüren yol yok) dese de, ta en sonunda yuvaya, evine dönme ihtiyacı duyuyor. Tamamen yok olup gitmemek için bunu yapmak durumunda kalıyor, bunu tercih ediyor. The Doors’un “her şeyi kırıp döküp öteki tarafa geçmek isteyen” ‘kertenkele kralı’ Jim Morrison da, bağlanmaktan korktuğu için sevgilisini ezip geçen Jimi Hendrix de önünde sonunda rotayı yuvaya çevirmişlerdir. İnanması zor ama The Rolling Stones bile ‘Moonlight Mile’ ile yuvaya dönüş hikâyesini anlatır. Yuva/ev, burada kadındır. Sığınak olarak kadın. İçinde artık riskli hiçbir şeyin olmadığı uzam olarak kadın. Hatta belki de doğmamış olma noktasına, rahme dönüş olasılığı olarak kadın.
*
The Beatles 1966 tarihli Revolver albümünün ‘She Said She Said’ şarkısında şöyle seslenir: “Dedi ki (kadın): ölmüş olmanın ne olduğunu bilirim / üzgün olmanın ne olduğunu bilirim // Dedim ki: (erkek) beni sanki hiç doğmamış gibi hissettiriyorsun / çocukken ben, yolundaydı her şey.”
Gezegenin muhtemelen en büyük pop grubu olan Beatles insanlığa bir ömür boyu yetecek, en azından ikili ilişkilerde yetecek kadar büyük, 150 şarkılık bir müzikal miras bıraktı. Enfes bestelerinin hayatımızı er ya da geç güzelleştireceği kesin; bunun farkına ne kadar önce varırsak o kadar iyi bence.
The Beatles’ın en iyi biyografilerinden birinin sahibi İngiliz yazar, gazeteci ve radyocu Hunter Davies, “Konuşulması en zor olan John (Lennon)’du,” diyor. “Onunla Weybridge’deki evinde sessizlik içinde, beraber havuzunda yüzerek, yemek yiyerek, küçük oturma odasında oturarak, çoğunlukla köşede, uzakta titreşen bozuk televizyonun sesinden başka çıt çıkmadan saatler geçirdim. Sonunda, eğer konuşmak imkânsız görünüyorsa toplanıp çıkar, daha konuşkan olacağını umduğum bir başka gün tekrar gelirdim.”
John Lennon, grubun asi çocuğuydu. Düşünsel yanı ağır basan da oydu. 1966’da “Artık İsa’dan bile popüleriz. (…) Rock-n-roll mu yoksa Hıristiyanlık mı önce yok olacak bilemiyorum. İsa iyi adamdı ama havarileri kalın kafalı ve vasat tiplerdi. Bana göre her şeyi çarpıtıp rezil eden onlar” demesiyle Beatles ilk defa halktan tepki aldı. John, belki de bilincinde olmadan gruptan kopmanın yolunu arıyordu. Zaten sonra da Yoko Ono ile sevgili oldu; Yoko, grubun kimyasını bozduğu gerekçesiyle herkesin nefret ettiği bir kadına dönüştü ve John da hem ruhen, hem de fiziksel olarak gruptan koptu. Efsane menajerleri Brian Epstein’in 1967’deki intiharı da grubun dağılışını hızlandırmıştı.
Müzikal yeteneğinin yanında John’un politik kimliği Beatles’ın dağılmasından sonra, Yoko Ono’yla ilişkisine paralel olarak daha da oturdu. 1940’lı olan Lennon, kendisinden yedi yaş büyük olan 1933 doğumlu Ono ile hayatının son 14 yılını paylaştı. “John’un hayatta kalması, onun [Yoko Ono] olağanüstü irade gücü kadar, tüm uzlaşımların dışında olan bu beraberliğin onun için taşıdığı büyük anlamdan da ileri geliyordu” diyor, Lennon-Ono çifti üzerine yazdığı kitabında James Woodall.
1970’te, yani resmî bitişten 15 ay sonra, John’un Yoko ile birlikte kaydettiği ilk solo albümü piyasaya çıkacaktı. Bilindiği gibi, ozan-şarkıcı (singer/songwriter) geleneğinin odağında kişisellik, ruhsallık, kendiyle hesaplaşmalar, itiraflar ve ifşalar vardır. Ozan-şarkıcı ruhsal olarak soyunur ve kendini dünyaya açar. Bu gelenek hemen her kültürde vardır ve bugün de varlığını sürdürmektedir. Ancak kendi adıma 1970 tarihli John Lennon/Plastic Ono Band albümü kadar çıplak, dürüst, gizlisi-saklısı olmayan bir albümle daha önce karşılamadığımı söyleyebilirim.
İlk şarkı ‘Mother’da şöyle yazar John: “Anne ben senindim ama sen benim olmadın hiç / Ah, istedim seni ama sen beni istemedin / O halde elveda demeliyim sana // Baba terk ettin beni ama ben hiç terk etmedim seni / Ah, ihtiyacım vardı sana, ama sen hiç ihtiyaç duymadın bana / O halde elveda demeliyim sana // Gitme anne, eve dön baba / Benim yaptığımı yapmaz çocuklar / Daha yürüyemeden kaçmaya kalktım / O halde elveda demeliyim size.”İç sızlatan bir açılıştır bu.
İkinci şarkı ‘Hold On’da oğul kendine döner ve “Dayan John” der. “Dayan, her şey yoluna girecek / Savaşı kazanacaksın.” Sonra da Yoko ile dünyaya aynı temennide bulunur ve şarkıyı şöyle bitirir:“Tek parçaysan / gerçekten tek parçaysan / halledersin işlerini / herkesten daha iyi / o halde dayan.”
Üçüncü şarkı ‘I Found Out’ta da yine anne ve baba vardır: “Bazılarınız elinde aletiyle duruyor orada / Bir işe yaramaz ki bu, sizi erkek yapmaz / Anne ve babam hakkında deniyor ki / İstememişler. Ve böylece yıldız yapmışlar beni.”
Albümün yakarıştan ziyade teşhis koyan şarkısı ise ‘Isolation’. Burada John yalnız kalmaktan korktuklarını, herkesin bir eve ihtiyaç duyduğunu, herkesin bu iki küçük çocuğu (John ve Yoko) alt etmek istediğini, ama onların dünyayı değiştirmeye çalıştığını yazar. Kendilerini yalıtmışlardır bu yüzden, dünyadan izoledirler.
‘Remember’da ise “anne ve babanı hatırlıyor musun?” diye sorar yine kendine. “Ama ne kadar üzgün olsan da ve dünya seni deliye döndürse de, üzülme ve 5 Kasım’ı hatırla” diye seslenir. Güç bulmaya çalışmaktadır Lennon, hatırlayarak..
‘God’ isimli şarkıda ise John had safhada samimi ve açıksözlüdür. “Tanrı,” der, “acımızı ölçtüğümüz bir kavramdır.” Ve bunu tekrarlar. Sonra da kimlere inanmadığını sıralar: büyü, I-Ching, İncil, tarot, Hitler, İsa, Kennedy, Buddha, mantra, Gita, yoga, krallar, Elvis, Dylan ve Beatles. Evet, Beatles.. John bunların hiçbirine inanmıyordur artık. Tüm bunlar onun için birer kayıptır. Yitirilmiştir. Sadece kendine ve Yoko’ya inandığını da ekler. Hakikat budur, der.
John Lennon gözlükleriyle dünyaya bakmak nasıl bilemeyiz elbette. “Lennon’ın trajedisi, içgüdüsel biçimde idealist ve politik olmasına karşın, altmışların hayalinin çökmekte olduğunu anlaması, kendisini kapana kıstıracak paragöz akıntıdan kaçmak istemesi ancak içinde mutlulukla davranabileceği hiçbir politik çerçeveye sahip olmamasıydı. Sonuç, büyük bestecinin davadan davaya atlayan ve kişisel politik jestleriyle birlikte olağanüstü cümbüşler yapan büyük bir utanç haline gelmesi oldu.” diye yazar Robin Denselow, Politik Pop’un Öyküsü’nde.
*
John Lennon’un denizci olan babası Fred, oğlunun 9 Ekim 1940’taki doğumunda karısı Julia’nın yanında değildi. Zaten genellikle evden uzaktaydı, ama düzenli olarak eve para gönderiyordu. Dört yıl sonra bu çekler kesildi, ama Fred altı ay sonra tekrar eve geldi ve ailenin bakımını üstlenmek istedi. O sırada başka bir erkeğin çocuğuna hamile olan Julia bunu reddetti. Bu sırada John’un teyzesi Mimi, onun velayetini aldı. Fred Temmuz 1946’da Mimi’yi ziyaret etti ve oğlunu, gizlice Yeni Zelanda’ya göç etmek niyetiyle Blackpool limanına götürdü. Ama Julia da -o dönemki sevgilisiyle birlikte- peşlerindeydi. Büyük bir tartışma yaşandıktan sonra Fred, beş yaşındaki oğlunu annesiyle aralarında seçim yapmaya zorladı. Doğrulanmamış kayıtlara göre John iki kez babasını seçti, ancak annesini uzaklaşırken görünce ağlamaya başladı ve onun peşinden gitti. Daha sonra anne ve baba, teyzelerinin onu alması konusunda anlaştılar. John’un o günden itibaren 20 yıla yakın bir süre babasıyla teması olmayacaktı.
John, çocukları olmayan teyzesi Mimi ve kocası George ile aynı evde, giderek edebiyat ve müzikle haşir-neşir olduğu bir çocukluk ve ergenlik yaşadı. Teyzesi ona ilk gitarını aldığında 16 yaşındaydı, ancak eski tarz ve otoriter bir kadın olan Mimi’nin gözünde, John’u grubu ile sahnede gördüğünde bile ‘uslu-tatlı-neşeli-küçük’ John canlanacaktı.
1958’de John’un annesi bir arabanın altında kalarak hayatını kaybetti. Bu olay John’u çok etkiledi. Okuldaki gidişatı değişti; öğretmenleri yersiz tutkuları olduğundan, enerjisinin boşa harcadığından ve doğru yönde çaba sarf etmediğinden, yeteneklerini kullanmak yerine ‘sürüklenmekten’ memnun olduğundan yakınıyorlardı. Tüm bunlar teyzesi ile ilişkisine de yansıdı ve orada da bir çatlak yarattı. 1960 başlarında, yani yaklaşık bir yıl içinde ise The Beatles kurulmuş olacaktı.
İlerleyen yıllar içinde grup dünyayı ‘ateşe verirken’, 1964 yılında baba Fred ortaya çıkmış, birkaç röportaj verdikten sonra yine kaybolmuştu. Sonra 1968’de yeniden ortaya çıktı. Oğlunun evine yakın bir otelde bulaşıkçılık yapıyordu. Baba ile oğul buluştular ve iyi anlaştılar, hatta birlikte eğlendiler. John artık ondan eskisi kadar nefret etmiyor; anne ve babasının güzel zamanları da olduğunu ve ayrılmalarında ikisinin de suçu olduğunu düşünüyordu. Teyzesinden gizli kalması şartıyla babasına para yardımı yaptı, ona evini açtı, hatta sonra ona da bir ev aldı. Fred, 19 yaşındaki kız arkadaşıyla bu eve yerleşti.
John Lennon’un Yoko Ono ve grubuyla yaptığı 1970’deki ilk solo albümüne geri dönersem, kapanıştaki kısacık ‘Mummy’s Dead’de anne çoktan ölmüş, ona veda edilmiştir. Ancak yasının tutulabilmiş olduğunu söylemek zordur: “Annem öldü / Aklımdan çıkmıyor bu / Üzerinden yıllar geçmiş olsa da / Hiçbir zaman gösteremediğim / Bu kadar çok acı için / Açıklamam yok / Annem öldü.”
*
Müzikal olarak ise bu albüm sıradışı bir başyapıt. Sol protest tavrın en meşhur, en sevilen şarkılarından ‘Working Class Hero’yu bir yana bırakacak olsam bile, diğer şarkıların herhangi birini de yan yana koymak kolay değil. Hepsi farklı tınlıyorlar ve dinleyici için albüme ‘dalmak’ çok kolay değil. Punk’ı önceleyen bir punk tavrı hakim albüme, ama müzikal benzerlikten söz etmiyorum. John’un vokalleri derin blues’dan heavy-rock-n-roll’a, haykırışlardan yumuşak fısıltılara uzanıyor. Açılıştaki ‘Mother’ın sonundaki çığlıklar iç parçalayıcı. ‘Love’ geçmişten, Beatles döneminden sarkıp uzanmış nefis bir aşk şarkısı. ‘God’ ise derinlikli bir blues-piyano baladı ve albümün en güçlü bestesi görünümünde. Kısaca, vahşiliği ve sadeliği, ama bir yandan da ihtişamı ile hayatı onaylayan bir başyapıt bu.
Arthur Janov’un ‘ilk çığlık terapisi’nin (primal scream therapy) etkisi altındayken yaptıkları, çiğ ‘sound’lu bu ilk solo albümün, John’un ‘ilk çığlığı’ olduğu yorumu çok yapıldı. Yazıyı bitirirken ben de bir yorum katarak şunları söyleyebilirim: John The Beatles’ı Paul McCartney ile beraber kurmuştu ama zamanla herkes Paul’un sözünü dinler oldu. Yani kontrol bir bakıma ondaydı. Belki de grup John için, teyzesi Mimi’den sonra yine bir aile olarak kabul edip sığındığı ama aslında gerçek ihtiyacına kaçmak istediği bir ‘otorite figürüne’ dönüşmüştü. Yoko Ono hayatına girdiğinde (ve gerçek ihtiyaç duyduğu şey olarak onu hayata döndürdüğünde) ise grup Yoko’yu istemedi. Ama oğul, ‘anne’ figürü Yoko’yu tercih etti ve 1980’de sokak ortasında bir hayranı tarafından öldürülene kadar da, tüm sarsıntıları ve krizleri onunla birlikte aşarak hayatını sürdürdü.
Kaynaklar:
Davies, Hunter. The Beatles, çev. Doruk Yurdesin. İstanbul: Kara Plak Yayınları, 2016.
Denselow, Robin. Müzik Bittiği Zaman: Politik Popun Öyküsü, çev. Deniz Oktay, İstanbul: Alan Yayıncılık, 1993.
Freud, Sigmund. Yas ve Melankoli, çev. Leyla Uslu. İstanbul: Cem Yayınevi, 2019.
Reynolds, Simon-Press, Joy. Seks İsyanları: Toplumsal Cinsiyet, Başkaldırı ve Rock’n’Roll, çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003.
Woodall, James. John Lennon-Yoko Ono, çev. Altuğ Işığan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.
John Lennon / Plastic Ono Band – LP/CD, Apple Records, 1970.