
Dilek Sarıboğa
dileksrbg@gmail.com
İki farklı hayatın sahibi benzer bir öfke duyuyor. Bakmak istemediğimiz, karşılaşmaktan kaçtığımız, hem tiksindiğimiz hem de korktuğumuz şeylere. Çatışmayı reddedip barıştığımız gerçeğimizle yeniden tanışıyoruz Et Yiyenler Birbirini Öldürsün’de. Bu romanda aile, iş, arkadaşlık, komşuluk ilişkileri alışık olduğumuz gibi duyguların, yakınlığın ekseninde çıkmayacak karşımıza. Çıkarlarımız doğrultusunda ikiyüzlü kimseler olduğumuzla, özgürlüğü yalnızca kendi türümüzü ilgilendiren meselelerde önemli saymamızla, toplumsal üretim süreçlerinde birey olarak güç sahipleri karşısında devede kulak bile kalmamamızla yüzleşiyoruz.
İkiyüzlülüğümüzü, türcülüğümüzü, birey olarak değersizliğimizi kabullenmemiz pek de kolay olmayacaktır; bencil ve vahşi kimseler olarak itham edilmek, saldırı altında olmayı hissettir. Romanımız tam da bunu yapıyor. Ebru Ojen, Et Yiyenler Birbirini Öldürsün’de okuyucuyu bu tartışmanın içine çekebilmek için alışık olunanın dışında bir anlatıma başvuruyor; ve bu, okuyucuda bilinçakışının içinde baştan sona hızına yetişemediğimiz bir öfkeye neden oluyor. Üstelik bu sansürsüz öfke, okuyucuyla oldukça sert bir tondan konuşuyor ve onu alabildiğine silkelemek konusunda tereddüt dahi etmiyor.
Ana hatlarıyla Et Yiyenler Birbirini Öldürsün, iki anlatıcı arasında yaşananlara odaklanıyor ve iki kesimden meydana geliyor. İlk kısımda eğitimli bir insanın alışıldık toplum bilinciyle uyuşamadığına şahit oluyoruz. Okur olarak bu uyuşmazlıkta karakterin tek kişilik hayatını dış dünyadan yalıtılmış olarak kendi etik değerlerine uygun sürdürme sürecini görürüz. İkinci bölümde ise alışıldık toplum bilincine aykırı yaşayan bir insanın, günümüz dünyasında, temas hâlinde olduğu herkesin konforunu zedeleyecek kadar zararlı olduğunu görürüz.
Roman, Enver Uçma’nın apartman dairesinde başlıyor. Burada romanın birinci bölümünün anlatıcısı olarak bizi Uçma’nın dağınık zihni karşılar. Akli dengesini yitirmiş bir ihtiyar olan Uçma, bir yandan geçmişindeki insanlarla, bir yandan evine istiflediği eşyalarla tartışma hâlindedir. O hayata karşı tahammülünü dahi yitirmiştir; öyle ki başındaki ağrı, yerden ayağına çarpan çöpler, hatta evin ortasındaki boşluk bile onun öfkesini tetikler. Tüm bu sorunlar eşliğinde devamlı söylenir. Onun gelgitli ruh hâli, tutarsız hikâyeleri, gerçek mi yoksa sanrı mı olduğunu bilemediğimiz hikâyeleri anlatıyı zaman içerisinde bambaşka bir boyuta taşır ve okuyucuya yeni sorunsallar vadeder:
“İlaç kutuları ya mavi oluyor ya yeşil. İki rengi de sevmem. Beni boğuyor öyle renkler. Ama dostlarım bana hep maviyi yakıştırırdı. Biraz esmerceyim. O yüzden açıyor beni. Ben de severim maviyi. Yeşili… Ne güzel renkler, ferah ferah. Gençken mavi bir kazağım vardı. Bir akrabamız örmüştü benim için. Okuyordum o zamanlar… Ne güzel kazaktı be! Canım anam ne zahmetlerle örmüştü kim bilir.” (22)
Uçma’nın akli dengesi yerinde değildir ancak zihninde tekrarlayan cümlelerden, hatrına gelenlerin sayıklamalarından ailesinde yaşanan bir çatışmanın, onun nefretinin kıvılcımı olabileceğini tahmin edebiliriz. Üstelik bu kıvılcım, roman boyunca birçok farklı olaya da neden olur. Bunu anlatı içerisinde Uçma’nın kendi kendine konuştuğu bölümlerde rahatlıkla görmek ve izini sürmek mümkündür:
“Hey gidi babam! Rahmetli pislik. Yani rahmetli babacığım. Hep onu severdim ben… Hiç el kaldırmadı bana. Anlayışlı, yavşak babam. Yani temiz kalpli babam. Canım babam.” (111)
Roman daha sonra uzun soluklu bir geri dönüşle sürer. Enver Uçma, İzmir’de bir apartman dairesinde yalnız yaşayan, mühendislik eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmış bir gençtir artık. Hayatını kısa süreli ve az kazançlı işler yaparak geçirir, kirasını ve borçlarını ödemekte güçlük çeker; tek başına var olduğu bu hayatta yılları depresyonun eşiğinde geçer; Enver, bu süre zarfında hayatının mahvına sebep olan ne varsa onu bulup onunla hesaplaşmanın peşindedir.
Enver, İzmir’deki apartman dairesinde yaşarken, ev sahibi Nihat Kara, annesi Hasibe Kara’yı da apartmana yerleştirir. Enver için Hasibe Kara mülk sahiplerinin, otoritenin bir temsilcisi konumundadır. Hasibe Kara, kendisine evler kadar evlerin içinde yaşayan insanları da kapsayan yeni bir düzen tasarlamıştır kendisine. Apartmanda yaşayan insanların yaşam tarzına, yaptıkları işlere, Enver’in çalışma saatlerine bile karışmaya hak görür kendinde. Enver, Hatice Kara, yani otorite için ona karşı tehdit oluşturanların başını tutar ve bu tür bir temsiliyet üstlenir. İşini eline almamış, eğitiminde dikiş tutturamamış, bir aile kuramamış, gecesi gündüzü belli olmayan bir zavallı, bir anlamda oldukça tanıdık bir hikâyenin sahibidir o. Bu başıboşluk ve otorite zaman içerisinde ister istemez çatışacaktır:
“Ondan ölesiye nefret ederdim. Yoksulluktan geberdiğim hâlde bana bir çuval para mı yoksa Damkoruğu’nun ölüsü mü diye sorsalar hiç tereddüt etmeden onun ölüsünü görmek istediğimi söylerdim. Onun ölüsünün yanında bir çuval paranın lafı bile olamaz.” (40)
Enver, Hatice Kara’yı yaydığı kötü kokuyla, kırışmış derisiyle insanda tiksinme duygusu uyandıracak biri olarak vurgular sürekli. Romanda sıklıkla karşılaştığımız rahatsızlık veren tepkilerden biri de budur: “tiksinme duygusu” ve “kusma hissi”. Enver’de iktidara, yozlaşmışlığa, ikiyüzlülüğe karşı uyanan en belirgin hissin tiksinme olduğu görülür. Artık hayatla bütünleşmiş olan bu sisteme uyum sağlamak, onun için zehirli bir ormanda, yırtıcı hayvanlar ve birçok canavarla birlikte yaşamak gibidir.

“Damkoruğu ağacını hiç görmediğim hâlde Hasibe Kara’nın bu ağaca benzediğine yemin edebilirdim. Çünkü damkoruğu denince aklıma uzun, kara dalları olan, ürkütücü cılızlıkta bir ağaç geliyordu. Dikenlerle dolu zehirli sıvılar yayarak tek bir hayvanı ya da kurtçuğu bile üzerinde barındırmayan, ölüm saçan ruhsuz bir ağaç. Tıpkı Hasibe Kara gibi.” (36)
Romanda Enver bağlamında bir başka konu olarak onun metal fabrikasında çalışma ve bir otelde vestiyerlik yapma tecrübesini gözlemlemleme şansı buluruz. Yalnız kol gücüne dayalı yapılan bu işler, hayatını idame edecek bir ücret karşılığında işçilerinin zamanını satın alır cinstendir. Üretim sürecinde yer almak bu yüzden bireye mekanik bir araç gibi davranmayı öğretir. Aslında bu oda Ojen’in bize kitap bağlamında düşündürdüğü bir başka meseledir. Zira hayatını bu yolla idame ettiren bir şahıs, bundan başka ne düşünebilir?
“Dev makinelerin gürültüsünde çalışmak insanı çıldırtabilir. Hep aynı şeyleri yapmak insanı deli eder. Her zaman aynı saatte, aynı yerde, aynı düğmeye basarken bulursun kendini. Ellerin hep aynı şekilde çalışır. Gözlerin hep aynı şeye bakar. Vücudundaki kaslar aynı şekilde hareket eder. Metalin soğuk rengi parmak uçlarından kollarına, oradan bütün vücuduna bulaşır.” (105)
Enver’in zihninde, gençliğinde gezinirken aslında onu depresyona sürükleyen, akli dengesini kaybetmesine sebep olan bir olaydan belli belirsiz bahsettiğine şahit oluruz. Kardeşi ailesi tarafından intihar süsü verilerek öldürülmüştür. Bu olay bağlamında Ojen, “aile” denilen kurumu farklı biçimlerde söz konusu etmekten çekinmez:
“Arkandan utanmazca ağlarlar. Oysa kimse bilmez, boynuna ipi geçirenin anan, sandalyeyi ayaklarından kaydıranın baban olduğunu. Yalnız biz biliriz, anası ve babası tarafından öldürülenler!” (101)
Bu mesele, kutsal bulduğumuz değerlerimizi, aile bağının aslında neye benzediğini sorgulatacak niteliktedir. Gerçek hayatta birbirine bağımlı yaşayan ebeveynler ve çocukları arasında safi merhamete dayanan bir bağ olmadığı aşikârdır. İktidara bağlı güç dengesine uyum sağlamak ailede başlar.
Zamanımızı sattığımız işlerimiz, bedenimizi sabitlediğimiz evlerimizle birlikte bir yandan da içinde olduğumuz ailenin sınırları dâhilinde yaşamak zorundayız; bu durumda gerçekten özgür olmanın tek yolu üzerindeki hakkımızın gaspedildiği hayatı terk etmek olacaktır.
“Yaşayanlar bir sürü boka bağımlı olmak zorundadır. Özgürken bile özgürlüklerine bağımlıdırlar. Ama senin gibi ölüler gerçek özgürlüğe kavuşmuş şanslılardır.” (98)
Gerçek özgürlüğe sahip olmayan insan, dış dünyaya karşı savunmasız kalacaktır; çünkü büyük kalabalıklar içinde istiflenmiş kimselerin ne birey olarak fikirlerinin değeri vardır ne de üretime bulundukları katkı dışında bir garantisi. Ojen yine bu konuya da metin içerisinde farklı biçimlerde yer vermeyi ihmal etmemiştir:
“Hayatımdaki her şey böyle saçma bir şekilde ilerliyor. Elimde olmayan şeyler hayatımın gidişatını belirliyor. Denize ulaşmaya çalışan küçük kaplumbağalar gibiyim. Her an bir yengeç ya da martı beni yiyebilir.” (90)
Yığınlar hâlinde yaşayan insanlar, sisteme adapte olabilmek ve biraz olsun söz sahipliği adına çözümü toplu hareket etmekte bulur. Kurumlar içinde üst güçle irtibat toplantılardan geçer, devlete karşı gelebilmek için ise toplanıp eylem yapılır. Dolayısıyla toplum içerisinde birey, ancak bir yığının parçası olmaktan aldığı güçle beslenir. Demek ki her meselede bir araya gelmenin verdiği zevk, gücünü kendini daha önemli hissetmenin vereceği doyumdan alabilir ancak.
“İnsanlar bir araya gelmekten neden bu kadar haz alıyorlar acaba? Bence bu toplantılarda gizli bir cinsel şahlanma söz konusu. Bu insanlar farkına varmaksızın boşalıyorlar… Hepsinden tiksiniyorum. Allah’ın cezaları. Yavşaklar sürüsü.” (139)
Aile kavramının ikiyüzlü bir birlikten ibaret, acımasız ve ölümcül olabilmesi Enver’i hayata karşı bitmeyen bir nefretle dolduracaktır. Babasına, aile içindeki iktidara, gücü yetmediği yerde geride kalmış, bu da hayatı boyunca güç sahiplerine ve ikiyüzlülüğe karşı tiksinme duymasına sebep olmuştur. Sokakta eylem yapan kalabalıkların, özgürlük naraları atanların hakkındaki fikirleri de Enver’i tanımamız açısından dikkat çekicidir. Devrimcilerin devletle davasının yalnız kendilerini kurtarmak adına olduğunu görürüz, öyleyse hayvanların özgürlüğünü hiçe sayan onca insanın devrim anlayışı da temelden sahtedir.
“Hepsi on paraya ruhunu satar! Onca mezbaha var şu ülkede hiçbirinin umrunda değil orada olanlar. Sabahtan akşama kadar slogan atarlar. Sonra da kebap yiyip geğirirler.” (113)
Yalnız kendi türünün haklarını savunan kimseler de elindeki gücü kendi konforuna uygun biçimde dağıtacaktır. Öyleyse fırsatını bulan herkes içinde bir devlettir:
“Et yiyenler, et yiyenlere karşı. Öldürün birbirinizi de dünya kurtulsun sizden. Bırakın et yiyenler birbirini öldürsün.” (113)
Enver’in güç sahipleri arasında ikiyüzlülüğünden tiksindiği en büyük kesim hayvanseverlerdir. Hayvanlar üzerinde tahakküm kurmayı başarabilmiş insanlık; yetmezmiş gibi hayvanlardan zararlı ve zehirli bulduklarını öldürür, bazılarını yer, bazılarını giyer, bazılarını yarıştırır, zevkine ve ilgisine hitap eden türlerini ise evinde besler. Sonra da seçtikleri hayvanları sevdiklerini iddia ederler. Bu yaklaşımla; insanların sahip olduğu iyi duyguların, gösterdikleri merhametin dahi çıkarları üzerine geliştiği gerçeği çarpar yüzümüze.
Romanın ikinci yarısında Enver’e göre normal, kabul edilebilir bir hayatı olan Özlem’le karşılaşırız. Özlem, Enver’in çöp istiflediği evinin kapı komşusudur. Ayrıca Enver’in akli dengesi yerinde olmadığı için devamlı karşısında biri varmış gibi yüksek tonda konuşur, tartışır; diğerleri de bu gürültüye maruz kalır. Özlem’in iş hayatı zorlu geçer, sosyal ilişkilerinde de başarısız olur ama kendisini tüm yaşamını alt üst edecek kadar büyük bir zora sokan, hiç tanımadığı kapı komşusudur. Modern toplum düzeniyle gelen betonlaşma, insanı yığınlar hâlinde belli noktalara sabitledikçe yaşam da bireyleri ait olmaktan böyle uzaklaştırır. Metinde baştan sona mekân olarak apartman dairelerini görmemiz de atandığımız hücrelerin dışında, dışarıdaki hayatla ilişiğimizin ne denli zayıf olduğuna işaret eder.
Ebru Ojen, hem okur hem de mahalleli için oldukça farklı anlamlar ifade eden sonla birlikte Et Yiyenler Birbirini Öldürsün’ü bitirir. Ancak bu son, tüm bu yaşananlardan sonra metne yeniden bakan okura farklı konularda ilham vermeye, onu hasır ettiği meseleleri yeniden düşünmeye sevk eder. Bu da anlatının ne denli güçlü olduğunu farklı biçimlerde açıkça ortaya koyar.
Abdullah Ezik’in Ebru Ojen ile yaptığı söyleşiye aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: