.

Pınar Kür: “Öykü ne zaman aklıma düşerse, hangi yöne evrileceği de aynı anda içime doğar.”

Abdullah Ezik, İpek Bozkaya, Yağmur Yıldırımay Bayrakçı ve Esin Hamamcı, Odak Yazar dosyası konuğumuz Pınar Kür ile konuştu.

Abdullah Ezik: Çocukluğunuzun ve ilk gençlik yıllarınızın önemli bir bölümü Anadolu’nun farklı şehirlerinde geçti. Bu yıllar ve şehirler, sizi ve edebiyatınızı nasıl etkiledi?

İlk okula Ankara’da başladım.  Daha önce yaşadığım Anadolu kentlerini pek hatırlamıyorum.  Zonguldak’tan hayal meyal bir şeyler hatırlar gibiyim.

A.E.: Teyzeniz Halide Nusret Zorlutuna ve kuzeniniz Emine Işınsu da Türk edebiyatının önemli isimlerinden. Bu anlamda aslında bütün bir ailenin yazı ile, sanat ile yakından ilgilendiğini söyleyebiliriz. Henüz çocukluktan itibaren içerisinde bulunduğunuz bu durum sizi nasıl besledi? Üretimlerinizi aileniz ile paylaştığınızda, eserlerinizi yayımladığınızda ne tür geri dönüşler aldınız?

Ailem ve çevrem beni okuma ve yazma konusunda her zaman destekledi, yüreklendirdi.

A.E.: 1971-1973 yılları arasında Ankara’da Devlet Tiyatrosu’nda dramaturg olarak çalıştınız ve Türkiye’de bu unvanla görev alan ilk kişi oldunuz. Ankara yılları ve dramaturgluk, sizi yazmaya giden yolda nasıl değiştirdi?

İlk yapıtlarımı Ankara’da yayınladım. 12 Mart dönemi beni çok etkiledi. Tiyatroda çalışmak da öyle…  Her iki yaşantımı da Küçük Oyuncu adlı romanımda değerlendirdim.

A.E.: 1970’li yıllardan günümüze birçok öykü ve romanınız yayımlandı. Geride kalan bunca yıl içerisinde edebiyatınız nasıl değişti/dönüştü?

Birçok yönden daha iyiye ilerlediğimi umuyorum.

A.E.: Sizi roman ve öykü türünde üretim yapmaya yönlendiren özel bir neden var mı?

Hayır. Öykü ne zaman aklıma düşerse, hangi yöne evrileceği de aynı anda içime doğar.

A.E.: Bir metnin öykü mü yoksa romana mı evrileceğine nasıl karar verirsiniz? Bir “hikâye”, sizin için nerede biter?

Metni yayınevine teslim ettiğimde.

A.E.: Telif eserlerinizin yanı sıra birçok önemli eseri de Türkçe’ye çevirdiniz; Vincent Van Gogh, Nabakov, Jean Rhys, Jack London ve Jeanette Winterson gibi birçok ismin Türkçe’deki sesi oldunuz. Yazarlığınıza paralel olarak, çevirmenlik sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Kendi yazılarımı yazmadığım dönemlerde elim durmasın diye çeviriye yöneliyorum.  Çok mecbur kalmadıkça (ekonomik açıdan) sevdiğim, kendime yakın hissettiğim yazarları tercih ederim.  En çok Jean Rhys, Nabakov ve Winterson’dan etkilendiğimi söyleyebilirim.

A.E.: Yarın Yarın Sami Güçlü, Asılacak Kadın ise Başar Sabuncu tarafından filme çekildi. Bu anlamda eserlerinizin filme çevrilmesi ve sinema gibi kendine özgü bir dili olan bir disiplinde hayat bulması üzerine ne söylersiniz?

Sinemayı çok sevmeme karşın kitaplarımın sinema serüvenleri pek parlak olmadı.  İki türün birbirinden çok farklı olduğundan belki.  Edebiyat çok katmanlı olduğundan görselliğe dayalı anlatım için fazla derinlikli sanıyorum.  Okuduğum bir romanın filmini beğendiğim de olmamıştır.

A.E.: Eserlerinizin yayımlanış yıllarına bakıldığında kimileri arasında oldukça uzun aralıklar, kimileri arasında ise kısa süreler olduğu görülüyor. Bu anlamda üretim sıklıklarınız ve çalışma temponuz nasıldır?

Gençken daha hızlı, daha tempolu çalışırdım.  Doksanlarda bir duraklama, hatta susma dönemine girdim.  Bunda özel hayatımda olduğu kadar, toplumda olup bitenlerin etkisi vardır.  Yazı yazmanın yararsız, sonuçsuz olduğuna karar verdim ve uzun süre sustum. Derken yazmadığımda da mutsuz olduğumu fark ettim.  Bu arada ilk gençliğimin New York’una ve kendimi bulduğum Paris’e yolculuklar yapıp iman tazeledim ve azar azar da olsa yeniden masa aşına geçtim.

A.E.: Mine Söğüt’ün sizinle gerçekleştirdiği nehir söyleşiden meydana gelen Aşkın Sonu Cinayettir, size ve edebiyatınıza dair oldukça önemli bilgileri okuyucularla buluşturuyor. Bir başka yazar olan Mine Söğüt ile gerçekleştirdiğiniz bu nehir söyleşi üzerine ne söylersiniz?

Mine çok takdir ettiğim bir “genç yazar”ken şimdilerde çok üst düzey bir yazar kimliğine kavuştu. Onunla çok zevkli birkaç ay geçirdim ve çıkardığı kitabı keyifle okudum.

A.E.: Yaklaşık yarım asra yaklaşan edebiyat hayatınızda geriye dönüp baktığınızda yazın serüveniniz üzerine ne söylersiniz?

Karaladık işte bir şeyler.

Hayalet Hikâyeleri:                                                                  

İpek Bozkaya: Dönüp geriye baktığınızda Türkiye’de kültür-sanat ortamının edebiyat üretiminizi olumlu ya da olumsuz etkilediğini düşünüyor musunuz?

Uzun yıllar sonra Hayalet Hikâyeleri’ni yazarken öyle düşünüyordum, şimdi daha da umutsuzum.

İ.B.: Hayalet Hikayeleri’ndeki öykülerde hayalet metaforunun hem soyut hem somut anlamlarda kurguda gerilimi beslediğini görüyoruz. Akışı Olmayan Sular’da da hayalet/hayalet olma durumu farklı konseptlerde sunulmuştu. Gotik ya da fantastik edebiyatın dışında kalarak bu metaforu kullanmaya iten sebepler neydi sizi?

Öyküleri yazarken kendimi bir hayalet gibi hissettiğim için herhalde…

İ.B.: Yine Hayalet Hikayeleri’nden gidecek olursak, yaşamsızlığı, silikliği yahut antikahramanlığı bir korku öğesi üzerinden vermek polisiye yazarı oluşunuzdan geliyor olabilir mi?

Olabilir.

İ.B.: Hayalet Hikayeleri aklıma kitabın arka kapağında yazan “kimileyin ürkütücü kmileyin yaralayıcı olan suskunlukların” sahibi insanların geçmişi vesilesiyle Hayalet Oğuz’u getirdi. Çok şey olma potansiyelinde hiçbir şey olmamayı seçen ve bir hayalet gibi yaşayan Hayalet Oğuz’u bazı öykülerde kimliksizleşme ve köksüzleşme üzerinden düşündüm. Hayalet Oğuz’un geçmişle yüzleşme ve antikahramanlığıyla bir meselesi yoktu, ama Hayalet Hikayeleri’nde hayatları zaman zaman silikleşen karakterler hesaplaşmalarını geçmişle yüzleşerek yapıyor, hayatı anlamlandırmak için hesaplaşmada geçmiş ilk başvurulan yer mi olmalı? “Hayalet”in “hayal” kökeninden geldiğini düşünürsek “bireyin uzun zaman susmuş geçmişi”nin yeniden hayalet metaforuyla dile gelmesi bu hayal kökünden midir?

Hayalet Oğuz’u gençliğimde birkaç kez görmüşlüğüm vardır ama yakından tanımadım, dolayısıyla öyküleri yazarken onu aklımdan geçirmedim. Hayal kökünden gelen Hayalet aslında bir hayal tabii, haklısınız.


Cinayet Fakültesi:

Yağmur Yıldırımay Bayrakçı: Cinayet Fakültesi, gerçek ile kurgunun sınırlarının zorlandığı bir roman ama elini politik bazı meselelerden çekmiyor. Uzun uzadıya olmasa da 12 Mart, varsıl-yoksul farkı, Çingeneler gibi “ötekileştirilen”ler var bu romanda. Toplumun “uygunsuz” görünenlerini anlatmak istediğinizi söyleyebilir miyiz?

Elbette, “uyumsuz” olan kimilerince “uygunsuz” görülenleri anlatmak her zaman ön planda olmuştur benim için.  Ancak bu romanın üslubu farklıdır, Bir Cinayet Romanı ve Sonuncu Sonbahar adlı romanların devamıdır.

Y.Y.B.: Akın, diliyle, üslûbuyla sert, güçlü bir kadın. Aynı zamanda da çok yaratıcı. Kötücül bir tarafı da var sanki; mesela cinayetler pek de umurunda olmuyor, çünkü romanına malzeme oluşturuyor. Ne söylemek istersiniz Akın’la ilgili? Nasıl kurgulandı, nasıl biri?

Yazarların iyi kalpli insanlar olmadıklarını pek çok kez söylemişimdir.

Sadık Bey:

Esin Hamamcı: Cinayet Fakültesi’nden uzun bir zaman sonra Sadık Bey’i yazdınız. Burada hayata belli inatlarla, çabalarla başlayan ancak bir yerden sonra inancını kaybeden Sadık Bey karakteri var. Hayal ettiği hayata ismi gibi “sadık” kalamayışının sebebi sizce neydi Sadık Bey’in?

Toplumumuzda çocuklar, gençler hayallerini gerçekleştiremeden büyürler.  Bu yönde korkutularak yetiştirilirler.  Bir zamanların yakışıklı “şayir”i korkmadan yaşayabilseydi bir “kaybeden” olmayabilirdi.

E.H.: Sadık Bey 2016 yılında yayımlandı. Bugün Sadık Bey’i yazsaydınız dönemin toplumsal, siyasal olayları çerçevesinde daha farklı bir Sadık Bey karakteri yazar mıydınız sizce? Mesela daha karamsar bir karakterle mi karşılaşırdık?

O günün koşullarıyla günümüz koşulları arasında dağlar kadar fark var. Kitap 2016’da yayınlandı ama az biraz daha rahat olduğumuz 2012 de geçiyor, yani, Krepen’de rakı içilen, akordeon çalınan, az çok rahat dönemlerde. Günümüzde böyle bir öykü yazmak aklımdan bile geçmez. Meyhanedeki kadın sayısının azlığı da gelecek günlerin bir işareti

E.H.: Sadık Bey’i yazma sürecinizi biraz anlatmak ister misiniz? Kitabı yazma sürecinizde bir hastalık atlattınız, bu süreç sizi nasıl etkiledi?

Çok fazla acı çektim. Fiziksel acının aşk acısından da ayrılık acısından da beter olduğunu öğrendim.  İşin kötüsü bu acıları anlatamıyorsun. “Vücudu cam kırıklarıyla doluydu,” desen kimin aklına ne gelir?  Üç ameliyat geçirip üç-dört ay hastanede kaldıktan sonra Cinayet Fakültesi’nin sonunda balkondan düştüğü farz edilen Emin Köklü’nün tarifsiz acılar içinde uyanacağı bir roman kurmaya uğraştım ama beceremedim.  Acılar tarifsiz kaldı. Sadık Bey’in ruhsal ve duygusal acılarına sığındık.

E.H.: Kitapta Sadık Bey Krepen Pasajı’nda rakı içmek için meyhaneye uğrar. Bu sırada İstanbul’un eski eğlenceli günlerini özler. Bugün kent ve edebiyat çerçevesinde baktığınızda nasıl bir İstanbul var karşımızda?

Aman Allah’ım!  Bakamıyorum ki.  Dağ tepesine sığındım, ormanlara bakıyorum.

E.H.: Sadık Bey entelektüel bir yaşamın hayalini kurarken kendini plazaların içinde buluyor. Kendini burada kıstırılmış hissediyor. Ancak bu “kıstırılma” hissi, insanlık tarihinde plazalar var olmadan da önce vardı. Bu hissi toplumsal baskı olarak da değerlendirirsek sizin diğer kitaplarınızda da aslında sıkça gönderme yaptığınız bir konu. Toplumsal baskının Sadık Bey’ de ve romanlarınızdaki etkisinden biraz bahsetmek ister misiniz?

Bravo.  Evet bütün romanlarımda işlediğim bir konu … Sanki hepsi, “yarınsız” bir Yarın Yarın!

E.H.: Sadık Bey’in “kavga”sı çok eski bir “kavga”. Aslında var olma çabası. Kazanmak ya da kaybetmek de olağan hayat akışının getirisi. Farklı dönemlerin de Sadık Bey’leri vardı. Kitap bu konuda her döneme hitap ediyor. Peki kazanmak neden önemli? İnsanoğlu neyi kazanmalı? Başarı bir kazanç mıdır?

Bravo.  Ben de bu soruları sorasınız diye yazdım bu kitapları….