
Yağmur Yıldırımay Bayrakçı
Yirminci yüzyıl ile birlikte adını sanatta, mimaride duyduğumuz postmodernizm, edebiyatta da kendini ifade etme alanı bulmuş, farklı tarzların ortaya çıkmasına yardım etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı etkiyle birey, kendini merkeze koyarak etrafında dolaştığı yaşamı sorgulamaya, değerleri tartışmaya başlar. Böylelikle edebi metinlerde var olan kurallar yıkılıp yerine, sürekli devinim içinde olan uygulamalar gelir. İnsanın özüne kavuşmasını bekleyen düşünce, yani bireyin özgürlüğü meselesi, postmodern edebiyata da katkı sağlar. İçinde yaşadığı dünyada kendini bulmaya çalışan, teknolojinin gelişmesiyle yalnızlaşan birey, suç, adalet gibi kavramları “polisiye” içinde yeniden üretir. Yani denilebilir ki, “… modernleşen bireyin yaşamına giren ‘kötücül’ unsurlar polisiye ile gösterilir.” Türk edebiyatında 1928 yılına kadar Arap harfleriyle yazılan, sonrasında 1960’lara kadar Sherlock Holmes ve Arsen Lüpen’e öykünen örnekler görülür. 1960’tan sonra ise yerli özellikler göstermeye başlayan polisiye edebiyatın “suç-dedektif-çözüm” formülüne 1990 itibarıyla postmodernist unsurlar da eklenir. Böylelikle geleneksel kalıbın dışına çıkılarak farklı bir üretme-okuma alanı açılır.
Pınar Kür, Bir Cinayet Romanı (1989) ve Sonuncu Sonbahar (1992) romanlarının devamı niteliğinde olan Cinayet Fakültesi’nde (2006) bir üniversitede işlenen cinayetleri, postmodern anlatı tekniklerinden yararlanarak kaleme alır. Romanda okur, bir yandan cinayeti çözmeyi çalışırken diğer yandan yoksulluk, siyasi olaylar, ezen-ezilen gibi meselelere yapılan göndermeleri de okur. Tüm bunların sonunda Kür, okuruna üstkurmacanın imkânlarından yararlanarak seslenir: “Bu sadece bir roman… Sersem!”
Bir Muamma…
Cinayet Fakültesi’nin ilk cümleleri, okuru kitabın sonuna bağlayıp bir çember oluşturacak muamma ile başlıyor: “Şimdi ben katil miyim? Onu gerçekten öldürdüm mü, yoksa öldürdüğüm hayaline mi kapılıyorum? Oyunu bozdum mu? Yoksa hâlâ oyunun parçası mıyım?” diyor anlatıcı Emin. Okur, bu muamma ile heyecanlandırılıyor; belirsizlik, okuru oyunun içine dahil edip bir “yönlendirici motif” özelliği gösteriyor. Aynı zamanda tekinsiz bir alana da girdiğimizi hissettiren bu cümleler, suçun, suçlunun, çözümün karanlıkta kaldığını, ancak “kazara ya da bilerek” bu evrene girersek sonuca varacağımızı söylüyor.
Bu muammanın ilmek ilmek ördüğü oyunun başında, cinayetleri çözmeye çalışan, emekli matematik profesörü Emin Köklü var. Özel bir üniversitede işlenen bir dizi cinayeti çözmek için başlarda pek hevesi olmasa da zamanla maktullerden biri olan Melek’in teyzesi Narin’le yakınlaşması, olayın içyüzünü merak etmesi derken kendini âdeta bir cinayet şefi gibi görevin başında buluyor. Eski tanıdıklarından, emekli cinayet masası şefi Haydar Bilir ile işe girişen Emin’in cinayeti çözmesi için üniversitede kendisine oda tahsis ediliyor. Bu süreçte bulduğu Melek’in defteri, bilgisayarda silinen dosyalar, onun yolunu şekillendiriyor; nihayetinde de çözüyor. Romanın sonunda Narin ile ikinci eşi roman yazarı Akın Erhan’ı evde bulan Emin, üniversitede odasına yerleştiği memur Sezen’in, Akın olduğunu öğreniyor. Yazar böylelikle cinayet işlenen bir polisiye roman sunarken diğer taraftan polisiye üzerine yazılan bir üstkurmaca sunuyor.

Kurmaca-Gerçek Sınırı
“Gerçekçi roman”ın gizlediklerini ortaya çıkaran üstkurmaca ile yazar okuru metne çekerek inşa sürecine dahil eder. Bu da kurmaca dünyanın sınırlarını aşmak isteyen okur için oldukça cezbedici bir süreç olsa gerek. Cinayet Fakültesi’nde de Pınar Kür, okurunu böyle bir yola çıkarıyor; üstkurmaca ile daha ilk sayfalardan karşılaşıyoruz: “Yıllar önce büyük emek vererek yazdığım(ı sandığım ama galiba karımın kaleme aldığı) bir romanın sonunda Boğaz’ın serin sularını boylayarak öldüğüme inanan okurlar ne acıdır ki beni çabuk unuttular.” Bu bilgiyle muamma sürmeye devam ederken bir önceki romana da gönderme yapıyor yazar; okurla işinin bitmediğini söylüyor. Birkaç sayfa Emin’in hayatını okuduktan sonra Haydar Bilir geliyor ve gazetede gördüğü cinayetleri anlatıyor: Yüksek dozdan ölen Serdar, odasında vurulan Melek, otoparkta bıçaklanan narkotik ajanı müstahdem Muharrem Şafak.
Romana hakim olan duygu, elbette şüphe. Emin Köklü, hiçbir olaya net gözüyle bakmıyor ki bu polisiye romanın olmazsa olmazı. Her ne kadar cinayetlerin gizemini açığa çıkarmada yönetim Emin’in elindeymiş gibi görünse de -üstkurmaca sayesinde- romanın sonunda gerçek otoritenin Akın Erkan’ın elinde olduğu görülür. Hatta bu sebeple Emin, Akın’dan kurtulmak ister:
“Bu romanı keyfince bitiremeyebilirdi. Onun oyununu bozmanın bir yolunu bulabilir miydim? Bulacaktım! Yalnızca kendimi değil, bu dünyayı da ondan kurtarabilirdim.”
Roman ilerledikçe okur, bir yandan cinayetin gizemine kendini kaptırırken bazı siyasî kıyaslamaların da içine girilir. Emin Köklü, cinayetleri çözmek için üniversiteye ilk gittiğinde etrafında gördüklerini doğrudan kendi gençliğiyle kıyaslar. “Gençliğimi hatırlayacak herhangi bir politik slogan göremedim,” diyen Emin Köklü, modern yaşamın insanının örgütlenmeden ne kadar uzaklaştığını, topluluk bilincinin yok olduğunu vurgular gibidir. Hatta öyledir ki üniversitenin rektörü Sungur dahi, okula okul gibi bakmaz, tek derdi velilerinin rahatlığıdır. Ölümlerin olması onun için bir kayıp değil, fakat velilerin kaçması büyük zorluktur, çünkü veliler de onların çocukları da “müşteri”dir. Emin Köklü, rektöre olayların üstünü kapatmaktaki ısrarını sorunca şöyle der Sungur:
“Velilerin koparacağını kıyameti düşünmek bile istemiyorum. Üç cinayetin işlendiği bir üniversitede kim okutur çocuğunu? […] İlk iki olayda okula resmen açılmamıştı, Allahtan. Halen de dersler başlamış değil, kayıt dönemindeyiz. Veliler, bizim velilerimiz, çocuklarının okulda olmadığı dönemlerde içerde olan bitenle ilgilenmez.”
“Bu memlekette her gün kim bilir kaç cinayet örtbas ediliyor,” diyen Emin Köklü ile yazar, faili meçhul bırakılan/bıraktırılmaya çalışılan, yitirilen, Melek gibi “idealist” kadınların, Serdar gibi “öteki”nin ufak da olsa sesi oluyor gibi, bu karanlık güzergâhta. Katil bulunuyor, ama bunun bir roman olduğunu unutmayın, demeyi de ihmal etmiyor. “Ecelini bekleyenler ise… ahir ömürlerinde rezil olmasalar bile banalleşiyorlar,” diyen yazar, Deniz Gezmiş’i, Che Guevara’yı zikrederek gerçek-kurmaca sınırını belirsizleştiriyor, kelimeler, politik bir duruşun tezahürü olabiliyor.
Ötekiler
Cinayet Fakültesi’nin önemli bir yanı da polisiyenin “kötücül” yanına yerleştirdiği, modern hayatın çıkmazlarından biri olan “öteki”ni ele alması. Polisiyenin suç/suçlu-çözen kişi arasındaki ilişkisi, dönemin siyasî ve fikrî atmosferinden de bir yerde nasibini alıyor. Modernleşen dünyada kendini arayan birey, “iyi” yanını kaybetmiş ya da oraya sadece kendini koyuyor, muhatabını yok sayan bir düşüncenin girdabına giriyor. Muktedirin muktedirliğini korumaya çalıştığı yerde çoğu zaman söylemi de etkili olur; hâliyle polisiye edebiyat da bunu kullanır. Cinayet Fakültesi’nin ilk sayfalarında okur bunu, cinsel tabuların hüküm sürdüğü bir söylem içinde görür. Emin Köklü’nün oğlu, “kendisinden on yaş büyük bir İngiliz beyefendisiyle” yaşar ama Emin bunu Haydar’a söyleyemez. Hatta bu durumu, “Bilirsiniz, erkek çocuklar acele etmez. Hele Avrupa’da yaşayan…” diyerek kabul görmüş erkek-kadın kalıplarıyla değerlendirir.
Serdar’ın yaşadığı mahalle, roman boyunca “öteki” kimliğinin açık bir şekilde gösterildiği yer; Serdar da bu dışlanmışlığın örneklerinden biri. Babası tarafından terk edilen Serdar, annesinin de bilgisi dahilinde torbacılık yapar. Melek sayesinde bu durumu aşmaya, “temiz çocuk” olmaya uğraşır fakat büyüdüğü, yaşadığı yer onun “kötü” damgası yemesine neden olur. Zira bu mahallede “Çingeneler” yaşıyordur ve Çingenelerde böyle insanların olması gayet doğaldır. Böyle olunca Serdar bir yerde, cinayetini çözmeye çalışan insanlar tarafından, ölümü “hak edilen” bir maktul olur. Melek, “mahalleden gelen it kopuk takımı arasında umut veren birkaç kişiden biri” olarak görürken Serdar’ı, o da tıpkı Çingene olduğu için müstahak görülen diğerleri gibi faili meçhullere karışmaya aday gösterilir. Bunun bir sebebi “Çingene mahallesinden” olmasıysa diğer sebebi de uyuşturucu kullanması. Gazetelerin cinayetlerin sebebi üzerinde ısrarla uyuşturucu konusunda yoğunlaşması bundan olsa gerek. Burada Ergin Gürkan cinayetinin, diğer cinayetlerden ayrı tutulmaya çalışılması da sınıf farkını ortaya çıkaran bir mesele. Çünkü “bu profesörün ölümü ötekilere benzemiyor tabii. Çapulcu takımından çok farklı. Uyuşturucu bağlantısı da kopuyor burada. Basbayağ okumuş yazmış bir çevre söz konusu…” Yazar, ötekilerin hayatlarına bakarken bu insanların ne yaparlarsa yapsınlar modern hayattan istediklerini alamayacaklarını söyler. “Zaten gözaltına alınanlar da hiçbir zaman esas failler değildir. Zarf içinde aylığını gönderen patronu yakalayacak değil ya, sokak satıcılarını toplarlar,” diyerek varsıl ile yoksul arasındaki farka da değinen yazar, bazı şeylerin hiçbir zaman değişemeyeceğine olan “kötücül” ve “karanlık” yanı da vurgular gibidir.
Ergin Gürkan’ın eşi Banu Sayar’ı da belki bu “öteki” başlığında okumak mümkün. Banu, kendi çıplak hâlini resmeden ve bunu gazetelerde yayımlatan bir ressam. “Ergin Gürkan gibi anlı şanlı bir profesörün onunla evlenmesine” herkes şaşırır. Banu’nun daha önce Ergin’in üvey kardeşi Ayhan ile evli olduğu da ısrarla vurgulanır, kadının erkeklerle olan ilişkileri sorgulanır. Cinayet soruşturması için evine gittiklerinde Banu, Ergin’in Melek ile olan ilişkisini bildiğini, ama bunu önemsemediğini söylediğinde Emin şöyle der: “İki eşinden de çok çekmiş mağdur kadın rolü oynamakla, benim sempatimi kazanmak istiyordu herhalde. […] Ama benim sempatimi kazanmak neyine yarayacaktı? Tabii cinayetleri kendi elleriyle işlememişse…” Emin, cinayetleri çözmeye çalışan kişi olduğu için bu tip bir şüpheye girmesi elbette normal. Fakat devamında “çıplak resimlerini yapan” kadının tesettüre girmesinin ısrarla sorgulanması, Ayhan ve Ergin ile olan ilişkilerinin didiklenmesi kadına yönelttikleri makul/muktedir erkek söylemini açığa vuruyor. Banu, çıplak resimlerini yapmayı da tesettüre girmeyi de kendisi seçer; ne için olursa olsun onun kararıdır. Dolayısıyla burada eleştirilmesi gerekenin bir kere daha düşünülmesi gerek. (Tabii burada yazarın tesettürü bir gizlilik unsuru olarak kullanıp merakı artırmak istediği şeklinde de okuma yapabiliriz; zira Banu, Akın Erkan’dır.)

(Görsel Kaynağı: https://www.everestyayinlari.com/yazar/pinar-kur/40591 )
Nihayet…
Romanın “çözüm” kısmı, üstkurmaca tekniği kullanılarak metne yerleştirilen yazılar sayesinde son buluyor. Emin Köklü, üniversitede kendisine verilen Sezen’e ait odadaki bilgisayarda, “Kral ve Soytarı”, “Öteki”, “Üvey Evlat”, “Günün Sonu” başlıklarını taşıyan yazıları okuyor. Akın Erkan’ın roman planının parçası olan bu metinler, cinayeti çözen metinlerdir. Emin Köklü ile bu yazıları okurken, aynı zamanda Cinayet Fakültesi’nin kurgusunu da okuyoruz ve tüm okuduklarımızı romanın başındaki cümleye bağlayarak çemberin içine giriyoruz:
“‘Öldüreceğim seni! Öldüreceğim! Hepimizi kurtaracağım,’ diye bağırdım.
O geriledikçe ben üstüne üstüne yürümeyi sürdürüyordum.
‘Bu sadece bir roman… Sersem!’ diyen sesinin çok uzaklardan geldiğini hatırlıyorum.”
Bu çemberde kurgu-gerçek arasında neredeyiz, böyle bir ayırım var mı, kurgunun gerçekliğine mi inanalım, dünyayı mı sorgulayalım… Bunun kararı biricik. Kanımca, bu sadece bir roman değil.
Kür, P. (2017). Cinayet Fakültesi. İstanbul: Can Yayınları.
Şahin, S. (2017). Cinai Meseleler Osmanlı-Türk Polisiye Edebiyatında Biçim ve İdeoloji (1884-1928). İstanbul: İletişim Yayınları.
Üyepazarcı, E. (2008). Korkmayınız Mister Sherlock Holmes! Türkiye’de Polisiye Romanın 125 Yıllık Öyküsü 1881- 2006. İstanbul: Oğlak Yayıncılık.