
Abdullah Ezik, İpek Bozkaya ve Yağmur Yıldırımay Bayrakçı, Odak Yazar dosyası konuğumuz Onur Akyıl ile edebiyatı üzerine konuştu.
Abdullah Ezik: İlk şiiriniz 1999 yılında yayımlandı. O günden bugüne birçok farklı mecrada şiir, öykü ve eleştiri yazılarınız yer aldı. Çeyrek asra yaklaşan bu süreçte siz ve edebiyatınız nasıl gelişti?
Açıkçası bir “gelişme” var mı bilmiyorum; fakat bu söylediğimin yaşamın bir “bütünlük” hâli olduğu düşünülerek anlaşılmasını isterim. İnsan her zaman şeylerin bağımlısı; bağımsız insan yok. Demek oluyor ki bilinç çoğu zaman şeylerin bize taşıdıklarından ibaret bir karmaşa; düşünüyoruz sanırken hissediyoruz, hissediyoruz sanırken de düşünüyoruz. Ürettiklerimde bir gelişme olup olmadığına dair bilmeyişimin nedeni bu. Ayrıca bu soruya “Ben şöyle, yazdıklarım da böyle gelişti,” gibi bir cevap versem bu profesyonellik olur, uzmanlık olur, giderek de ukalalık olur. Kendine odaklanan biri bana kalırsa yaşamın dışında kalmış biridir. Uzun hikâye…
A.E.: Edebiyata şiirle başlamak sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?
Edebiyata şiirle başladım çünkü Word programında düzenleme yapmayı bilmiyordum; alt alta yazmaya başladım. Fakat elbette bu durumun tarihi epey eski. 96-97 olabilir. Sonra bunların şiir olma ihtimalleri üzerine, görenler konuşmaya başladı, alt alta yazdıklarımı. Her zaman tesadüfler, her zaman şaşkınlık… Yazdıklarım doğrultusunda ilk okuma tavsiyelerini verenler de bu şiirimsileri gören, solculuk da öğrendiğimiz abiler oldu. Dolayısıyla özel bir şey hissetmiyorum; yazmak kimseyi özel biri yapmaz… Kafka, Brecht de olsan böyle bu. Özel olmak isteyen, kendini öyle gören ya da öyle tanımlanmak isteyen insan faşist olma yolundadır.
A.E.: Şiir ile ilişkiniz Birgün gazetesi ve Şiirden dergisinde yayımladığınız incelemeler ile birlikte bir eleştirmen olarak uzun yıllar devam etti. Gerek şiire gerekse edebiyata eleştirmen perspektifinden yaklaşmak sizi nasıl besledi?
Burası önemli; eleştiri bilgilendirmedir, yorum yapma değil. Bunu “ustalar” bile atlar çoğu zaman. Dolayısıyla ustalaşmaktan her zaman kaçmak lazım, kaçacaksın ki senin sorduğun anlamda bir beslenme olsun. 42 yaşındayım ve tüm okumalarıma rağmen kendimi bulduğum, hissettiğim yer büyük bir boşluk edebiyat adına. Her yeni teorik okumada işe yeni başlıyormuşum gibi… İlk kitabımı okuyormuşum gibi… Beslenme ancak böyle mümkün. Böyle bir beslenmem var evet ama bu beni asla ve asla ‘yetkin’ kılmıyor, giderek daha çok topallıyorum.
A.E.: 2008’de Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı Dramaturgi Eleştiri Ana Bilim Dalı’ndan “Bernard Marie Koltes Oyunlarında Tematik Bağdaşım” adlı teziyle mezun oldunuz. Eleştiri ile akademik düzeyde kurduğunuz bu ilişki yazarlığınıza ve metinlere yaklaşımınıza nasıl etki etti?
Yalnızlaştırıyor insanı; bu “yalnızlaştırıyor” deyişim romantik bir budalalık değil ama… Yalnızlık her alanda ve her anlamda, kalabalık olanın dışına çıkmaya başladığında oluşan iletişimsizlik halidir. İletişim bu anlamda sahtelikler üzerine kurludur çoğu zaman. “Bilmem kimi okudun mu?”, “Okudum bana şeyi anımsattı,”. Bu gibi diyaloglar ancak iki “okuduğunu anlamayan” arasında geçebilir. Aç göz ve aç zihin okuduğu metni dolayımsız bir şekilde anlamak ve kavramak için her yolu dener. Her tehlikeyi göze alır. Tehlike, mesela beş sayfalık bir öykü için, üç yüz sayfa ek okuma yapmak gibi. Bana bunu kazandırdı diyelim.
İpek Bozkaya: Açık Dövüş’te yer alan ayrıksı kurgularda bazen tek bir öyküde bir romana sığabilecek konuları görüyoruz. Birden fazla edebi türde eser vermiş bir yazar olarak öykü türünün düşünsel ve politik alan için yeterli geldiğini söyleyebilir misiniz?
Karşılaştığın, tanık olduğun şey onu nasıl anlatman gerektiğini sana söyler. Gerçek her daim işlerliktedir. Sen onu nasıl anlatırsan anlat, sözcüklerini nereye yaslarsan yasla… Ama işte zaten bir yönlendirme vardır alttan alta, oluşun yönlendirmesi, gerçeğin yönlendirmesi… Dolayısıyla şiirle öykü arasında bir kıyaslamanın, bir değer ya da kuvvet çarpışmasının anlamı yok bana kalırsa. Sıkı biri için bütün bunlar küçük ayrıntılar, çok düşünülmesine gerek olmamalı üstünde. Öte değerlendirmeler zayıf kimliklerin uğraşları; şiir şudur, öykü budur falan filan. Bana göre elbette…



İ.B.: Açık Dövüş’te anlatıcı, hayata dair tespitlerini verirken okurun onayını almadan geçmiyor. Okurun anlatıya bu kadar dahil olması, muhatap alınması yazma sürecinde nasıl bir özgürlük alanı yaratıyor?
Bu soruyu anlamakla birlikte, anlamamayı yeğliyorum. Bir türe bağlı değilim. Bir türün kesinlikleri olduğunu ve bunların yüceltilmesi gerektiğini düşünmüyorum. Tek mesele “söyleme”, “söyleyebilme”, “ifade etme” meselesi ya da şöyle söyleyelim hiçbir tür tek başına hiçbir şey için yeterli değil.
İ.B.: Açık Dövüş’teki öykülerde birkaç öykü dışında karanlık ve kötümser bir atmosfer hâkim. Öfkenin ve şiddetin veriliş yeri olarak edebi düzlemi seçmenin ya da edebi düzlemde verilecek şey olarak şiddeti, öfkeyi, hıncı seçmenin ardındaki politikayı edebiyatın pratik işlevine bağlayabilir miyiz? Nasıl bir noktadan ivmeleniyor öykülerdeki şiddetin bağlamı?
Seçim yok, gerçek var. Şiddet gerçek olmayabilir ama gerçek şiddettir. Birini öldürmenin anlatıldığı bir öykü her zaman bir şiddet öyküsü değildir demek istiyorum. Şiddet, bu sözcüğü pek sevmiyorum ama “katmanlı” bir şey. Tek başına hayatı idare eden bir kavram yok, şiddet dendiğinde; tonlarca başka bağlantı var ve her bağlantı başka bir anlamı ya da içeriği tetikliyor. Aslında oldukça uzun soluklu bir tartışma bu; benim söylediğim hali yanlış anlaşılmaya müsait tıpkı herkesin ölümlü olduğu halde yaşamakta ısrar etmesi gibi… Kestirmeden ve daha açık bir biçimde söyleyelim, öykülere yayılmış bir şiddet varsa kitapta, benim değil yaşamın tercihi olduğu için böyledir ama tanımlanması zorunlu değildir… A öyküsündeki cinayetle, b öyküsündeki cinayet nedenleri ve işleniş biçimleri açısından karşılaştırıldığında biri şiddetin sözlük anlamına göz kırparken, diğeri değil sözlükte hiçbir yerde olmayan bir başka anlamı / tanımı rotaya çıkarabilir. Öyleyse tanımının dışına çıkan şey, başka bir şeydir. Tartışmalıdır.
Yağmur Yıldırımay Bayrakçı: Proleterler İçin Patafizik Dersleri’nde tüm insanların ortak paydada buluşup mutlu olmalarından ziyade farklılıklarıyla yaşamasının vurgusu var. Bu vurgu, siyasi meselelerden edebiyata kadar birçok alanı içine alıp sorgulayarak yapılıyor. İnsanı, dünyayı didiklemeyi sevdiğinizi söyleyebilir miyiz?
Sizin bu sorunuz ve İpek Bozkaya’nın kitap hakkındaki yazısında bazı ifadeler beni şaşırttı; ben öykülerin dışındayım… Ben bir şey yapmadım; özne olarak olanlara ve/veya anlatılanlara dâhil değilim. Sizin kadar ya da herhangi başka bir okur kadar yabancıyım. Bunu şöyle düşünmek lazım sanırım; Shakespeare oyunlarında sarayı anlatır ama izleyenler zibidilerdir. Hatta izlemezler bile, oyun esnasında sarhoş olup kavga ederler, dans ederler vesaire… Oyun anlamından ve/veya bir Shakespeare oyunu olarak insan gerçeğine kalıcı değişinden bir şey kaybeder mi? Hayır… Yine de Shakespeare sahnede onun olmayan bir şeye bakmak / izlemek durumunda kalmış olmalı. Shakespeare dışarıda, oyunun dışında, kendi oyunun dışında… Gerçek yönlendirici demiştik ya, altını çizelim işte. Alınan onay yok demek bu, aksine “Ne yaptığının farkında mısın?” demek belki…
Y.Y.B.: Sizi on derslik bir metin yazmaya sevk eden Proleterler İçin Patafizik Dersleri’nde insanın hangi eksikliklerini/yanlışlarını anlatmak istediniz?
PİPD aslında isyancıların hepsi birbirine mahkûm, tarihsel meselelerin üzerinde bu anlamda çok tepinmemek lazım demek istiyor. Fakat bunu garip bir düzlemde söylemeye çalışıyor. Açık konuşalım, açık dövüştüğümü gibi, herkese hitap etmiyor. Ben de herkese hitap etmiyorum. Herkese hitap edenlerden de hoşlanmıyorum. Benim okumaktan hoşlandığım isimler de zaten herkese hitap etmeyen isimler… İnsanın en büyük eksiği bu bana kalırsa, anlaşmaya çalışmak; ben anlaşmak değil, değiştirmek isteyenler tarafım, toplumsal uzlaşma falan hikâye şeyler bunlar… O anlamda, PİPD diyor ki toplumla uzlaşmak isyancıyı çürütebilir, bölebilir, etkisi kılabilir ama isyancılar mutlaka anlaşmalıdır. Zamanında da Aysun Kayacı’ya yüklenmemiştim mesela, hangi bilinçle söylemiş olursa olsun, önemli bir şey yakalamıştı çünkü… Belki daha çok okuma hâkimi olsa, başka ve derin bir yerden ifade edebilirdi aynı şeyi…

A.E.: Dün Gece Çok Gençtim‘de hikâyesine yer verdiğiniz karakterlerin kendi kişisel sorunlarıyla boğuşan, hayatlarında hep karanlık bir nokta olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda, Dün Gece Çok Gençtim‘deki ortak bir karakter profilinin söz konusu olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bakın, “Dün Gece Çok Gençtim” adı üstünde bir çalışma. Her geçen an daha saftirik ve sıradanız bir sonraki ana göre. Buna büyümek dendiği de oluyor. DGÇG demek tecrübe ve acı, yumurta ve tavuktur demek. Esas mesele her zaman buralarda bir yerde. Dünyanın bütün sanat ürünlerindeki karakterler, tipler, özneler vesaireler birbirine benzer; nasıl; dedi ya yönlendiren bir gerçek var önünde sonunda. Öyleyse hem herkes aynı hem herkes başka meselesinden yürüyerek DGÇD insanlar benzer insanlar demekte bir sakınca yok, bir yanlış yok ama bir doğru da yok. Profil hep aynı; yazanların profilleri bile aynı… Aynı kitabı beğenen on yazar alıntısı okuduğumda, boğulduğumu hissediyorum.
A.E.: Politika ve siyaset ile ilişkiniz sizin diğer kitaplarınızda da dikkat çeken, bu kitap özelinde de bahsedebileceğimiz özel bir konu. Gerek Dün Gece Çok Gençtim gerekse diğer kitaplarınız üzerinden güncel politika meselelerinin edebiyatınıza etkisi üzerine ne söylersiniz?
Dünyaya soldan baktığım kesin ama solun neresinden baktığımı zaman zaman ben de bilmiyorum; şeyler konusunda net olmayı seven biri değilim, griyi her zaman işlerliği anlamında bir köşede tutarım. Dolayısıyla güncel meseleler ki her mesele politiktir, elbette zihnimde dolanıyor bir biçimde. Dolanmaması, görmemem, duyamamam imkânsız…
A.E.: Muhaliflik, aşk ve yalnızlık, kitabın ön plana acıkan üç temel hattı aslında. Bu üç başlığı siz nasıl birleştirdiniz?
Ben kendimi mutlu bulduğumda buna dahi itiraz etmek zorunda hissediyorum kendimi; Brecht “Açın önünden aldığım ekmekle/Nasıl doyarım” diyor ya, hah işte öyle. Aşk, muhaliflik, yalnızlık falan bunlar aslında biraz da bizim böyle abarttığımız şeyler; eski solcu abilerden kalma ezberler, alışkanlıklar ve dahi boyunduruklar… Hemen tanımlamayalım, hemen tanımayalım bir şeyleri… Kaldı ki insan seviyorsa yasadışıdır zaten.
A.E.: Muhalefet ve yalnızlığın bunca farklı karakterde birbirine bu kadar yakın ve paralel bir şekilde iç içe geçmesindeki temel sebep nedir? Muhalif olan yalnız kalmak mı zorundadır yoksa yalnızlık da bir tür muhalif tavır mıdır?
Yalnız kalan muhaliften ziyade iletişim arzusunu öteleyen ya da tamimiyle gereksiz bulandır; yukarıda bir yerde değinmiştik. Yalnız olmayan hatta yalnız kalamayan bir ton muhalif var bu ülkede…
A.E.: Mektup formatında sunulan metinler anlatıcının hayal dünyasının ve iç sesinin daha yakından hissedilmesi bakımından oldukça önemlidir. Siz de Dün Gece Çok Gençtim‘de bu tür denemeler mevcut. Bu tür biçimsel ve formsal denemeler, size karakterlerinizi yaratma ve onları sunma konusunda ne tür olanaklar sağladı?
İnsan, gerçeği itiraf ederek absorbe eder. Mektup ya da öyle anlaşılan bir metin gerçeğin absorbe edilmesi anlamında en kestirme ve mantıklı anlatı biçimi olarak görülebilir. Anladığım kadarıyla sizin sorduğunuz/söylemek istediğiniz de bu; haklısınız.
A.E.: Argo ve küfrün sizin bu kitapta yarattığınız öykü dili çerçevesinde özellikle dikkat çektiğini söylemek mümkün. Öykü dilinizde argo ve küfre yer vermenizin özel bir anlamı var mı? Bu, yazarın mı öykü anlatıcısının/karakterinin mi bir tercihidir?
Bir anlatıda her şey anlatının kendi gerçeğinin tercihidir. Gençlere tavsiyem, tavsiyelere karşı uyanık olmalarıdır.