Tevfika İkiz
“Çalışmalarımda günümüz insanlarının yalnızlığına ve bu yalnızlık içerisinde bizlere mümkün kılınan var olma biçimlerine odaklanmaktayım. Bu çerçeve dahilinde işler üretirken kullandığım mekanlarla bireyin ruh halini, mekanlara açtığım boşluklarla mümkün olan- mümkün olup ulaşılamayan- mümkün kılınan imkân- imkansızlıkları yansıtmayı amaçlıyorum. Yapıtlarımda anlama yönelik daha dolaylı bir imada bulunmamın sebebi, çoğu zaman arzu duyulan imkân ve imkânsızlığa da duyulan arzunun mahremiyetini korumayı amaçlamamdan kaynaklanmaktadır. Sanatsal üretimi, duygu ve düşüncelerimin bir ifadesi olarak gördüğüm ve bu amaç doğrultusunda üretimde bulunduğumdan renk seçimlerini, izleyiciyi herhangi bir başka duygu ve düşünceye yönlendirmeyecek biçimde yapmaktayım.” Serdar Acar’ın bir röportajında çalışmaları hakkındaki düşüncelerinden ufak bir bölüm.
Yalnızlığımızı en derin hissettiğimiz pandemi süresince zaten meraklısı olduğum sergi salonlarına olan ilgim daha da arttı. Kimseler sokağa çıkamıyordu, sosyal bağlar kopuyor buna karşılık sergi salonları her zamankinden daha ıssız olsa da yine de açılmaya başlamışlardı. Bu sayede önemli sayıda bana yeni olan sergi mekânları ve genç ressamlarla karşılaşma şansım oldu.
Serdar Acar’ın öncelikle sergisinin başlığını görünce İngiliz Lisesinde Shakespeare’e hayran bir öğrenciyken eserlerini nasıl okuduğumu anımsadım. Bir yaz Gecesi Rüyası ise o büyük trajedilerin, savaşların tüm çatışmaların ele alındığı Fırtına, Jul Sezar, Macbeth gibi eserlerden sonra nasıl bir hafiflik, büyülü bir dünya, sihirler, iksirler ve aşk hikâyesi sunuyor, ironik yanı ile de ergen dünyamızı neşelendiriyordu. 15 Nisan-20 Mayıs 2023 tarihindeki birinci serginin olduğu salona zihnimde “Bir Yaz Gecesi Rüyası” cümlesi ile girdiğimde aklımdan ilk geçen “Bu resimlerle bu başlığın ilişkisi ne olabilir?” oldu. Bunun yalnızlık kavramı etrafındaki paradokstan ötürü olabileceğini sonra düşünecektim. İçeride pastel renkler ve az imgenin bulunduğu küçüklü büyüklü tualler beni karşıladı. Serdar Acar’ın yukarıda alıntıladığım düşüncelerini okumadan önce kendim tuvallerle baş başa kalmayı, eserlerin bende bıraktığı etkiyi deneyimlemeyi tercih ettim. Genelde de bir seansta analizanı dinlediğimde öncesiz sonrasız o an neler deneyimleniyor ya da bir projektif test uygularken kişinin ruhsal işleyişini, tabiri caizse körlemesine onun hakkındaki gerçek bilgilerini hemen dikkate almadan anlamlandırmayı tercih ederim.
Resimleri izlerken aklıma gelen ilk izlenim ne kadar regresif renkler kullanıldığı ve okyanus kadar derin olan yalnızlık duygusu oldu. Bu duyguyu bize D. Winnicott’dan daha iyi kim anlatabilirdi? Serdar Acar’ın açık pembeleri, serin yeşilleri, mavileri, silik sarı renkleri ve doğanın içindeki cinsiyeti olmayan siluetleri gerilemeye (regression) olanak sağlıyordu. Eh o zaman bana bu regrese olunan dünyada tablolarla arama bir geçiş alanı oluşturup yazı ile eserleri anlamaya çalışmak düştü.
Neden D. Winnicott dersek bazı kavramların psikanalizin içerisinde yüzyılı aşkın sürede kerelerce üzerine konuşulmuştur. İşte yalnız başına kalma kapasitesi gibi güvenilir, sabit ve yeterince iyi bir annenin (ya da bakım verenin) varlığını içselleştirmeyi gösteren bu kavram da kaygıyı tolere etme becerisini yaratan ve böylelikle bir çocuğun oynamasını ve tabii ki her oyunda yeni dünyalar yaratmasını sağlayan durumdu.
Burada bir parantez açarak şunu belirtmeliyim; ressamın ilk sergisi ile hemen ardından açtığı ve 29 Temmuz’da sona eren ikinci sergisi birbirini takip ederken tekil kişilerden çift olana bir dönüşüm söz konusuydu. İlk çizimler daha çok tekil olarak zamansız bir ortamda neredeyse salınan kişiler, bazen hayvanlar çoklukla tek başına doğada bir ağaç yalnızlık dünyasını içselleştirecek kadar şanslı olmayanlarımız için oldukça tekinsiz ve korkutucu olabilirdi. Öyle anlar olur ki kişinin hiçbir zaman yalnız kalmasına izin verilmemiştir veya daha da kötüsü bakım veren bize bir tehdit oluşturmuştur. Bu duygusal olarak köksüz kalmamıza ve kişiler arası ilişkilerde zorluk yaşamamıza neden olur. O zaman kaygı büyür ve hayal kurmak için hiç alan kalmaz. Sadece bir boşluk vardır ve ne yazık ki bu boşluk anlamsız ve acı verici ilişkiler tarafından doldurulur. Yani bazı resimlerde hissettiğim bu yalnızlık, bize sadece yalnız hissettirir.
Serdar Acar’ın ikinci sergisinde bir öncekinden daha fazla karşımıza çıkan iki kişilik tuallerinde bir bebeğin güvenilir bir bakıcısı olmadığında ya da bir zamanlar istikrarlı olan bakıcı tutarsız hale geldiğinde, yalnız kalma kapasitesinin oluşamaması ya da kaybolması resmedilmiş gibidir.
Winnicott’un yalnız başına kalma kapasitesi kavramı sıklıkla kullanılsa da anlamak ilk başta zor olabilir, çünkü elbette bir başkasının yanındayken fiziksel olarak yalnız değilizdir. Winnicott, ilk nesnemizden (ya da bakıcılarımızdan) ayrılmamızı, yokluğa tahammül etmemizi ve bir benlik duygusu geliştirmemizi sağlayan içselleştirilmiş bakıma atıfta bulunur; mesela bakım verenimiz odada bizimle oynuyor, başka bir şey yapıyor ya da başka bir odada olabilir. Ancak onun varlığını içselleştirdiğimiz için onunla ya da onsuz yalnız kalabiliriz. Kendi dünyalarımızda kaybolabilir ve hayaller kurmaya, oynamaya ve yaratmaya başlarız ve bu bir ömür boyu bizimle birlikte taşıdığımız bir durum haline gelir. Ama bu durum hasarlı olarak deneyimlenmişse, yaşamımızdaki aşınmaları da görebiliriz. Serdar Acar’ın bazı ikili çizimlerinde güçlü bir bağın kurulduğuna şahit olurken bazı çizimlerinde ise bu duygunun eksikliğinin bizi nasıl aşındırabileceğini de görmekteyiz.
Sıra bir sanatçının yaratıcılığının nasıl beslendiğine geldiğinde, kendi ile kurduğu ilişkide farkında olmaksızın güvenilir ilk nesne ile duygusal olgunluğa eriştiği söylenebilir. Burada yalnız olmak ve var olmak eş anlamlı olacaktır. Var olma hissi ancak, yalnızlık ruhun düzen bozucu değil yapılandırıcı bir unsuru olduğunda ortaya çıkabilir. Yaratılan eserler canlı olmayı, hayatı gerçeği hissetmeyi bize yansıtıyorsa var olma arzusunu da etkilemektedir. Serdar Acar’ın bazı tablolarında (özellikle çeşitli dalış şekillerinde pembe renklerle canlandırılmış kişiler) yalnız kalan bireylerin arzulu varoluşlarını göstermektedir. İçsel yaşam bu tablolarda dışa doğru çiçek açmış gibidir, bu durum bende yalnızlık kavramının olumlu ve olumsuz anlarını değişik tablolarda hissettiren sanatçının, izleyenleri ile yüzleşmesi ile aldığı riski de açıkça ortaya koyduğu hissini uyandırmıştır; yalnız kalmaktan kurtulmaya çalışırken daha büyük bir yalnızlığı ortaya çıkarmak gibi. Yalnız olmak için iki kişi gerekir, tekinin kaybolacağı hissini taşımadan kendi yalnızlığımızı yaşamamız önemli bir paradoksa da işaret eder. Bir Yaz Gecesi Rüyası bize nasıl aşkın, arzuların birlikteliklerin eşsiz dünyasını sunuyorsa Serdar Acar’ın eserleri de belki yalnızlıklarımızın, kendi başınalığımızın da baş döndürücü bir büyüsü olabileceğini sorgulatıyor.
Serginin ardından aklıma Ali Şeriati’den bir cümle geldi; “Kendi içinde çoğul yaşayanlar arkadaşa ihtiyaç duymazlar, kendi içinde özgün olanlar başkalarına, kalabalıklara gark olmaya çalışırlar; zira orada hiçliklerini hissetmezler. O zaman tam da Winnicott’un dediği gibi; yalnız kalma kapasitemiz, sahip olduğumuz ilişkilerin niteliği ve yalnız kalmamıza izin verip vermedikleri hakkında düşünmemiz için bize alan sağlayan, bu ilişkilerin bir parçası olmak isteyip istemediğimiz konusunda önemli seçimler yaptırmak için bizi daha güçlü kılandır.