
Bilge Sönmez
Edebiyatımızın farklı türden pek çok yapıtı olan üretken yazarlarından Necati Cumalı (1921-2001), ilk baskısı 1956’da Varlık Yayınları tarafından yapılan Değişik Gözle kitabıyla 1957 Sait Faik Hikâye Armağanı’na ilk kez layık görülür. Kitap, ilerleyen yıllarda farklı yayınevleri tarafından defalarca kez basılmıştır. İlk eserlerini şiir türünde veren Cumalı, bu ödülü aldığında şiir, tiyatro, çeviri ve hikâye türünde eserler yayımlamış usta bir yazar ve şairdi. Değişik Gözle, onun ikinci hikâye kitabıdır. Cumalı, Sait Faik Hikâye Armağanı’nı 1976’da Altın Kitaplar’dan çıkan Makedonya 1900 kitabıyla ikinci kez alır.
Varlık Yayınları’ndan çıkan ilk baskısında (1956) dokuz öykü vardır. edindiğim Cumhuriyet Kitapları baskısında ise (1998) on dört öykü bulunmaktadır. Yazıdaki alıntıları Cumhuriyet Kitapları baskısından yaptım ancak ödül alan ilk baskıdaki öyküleri dikkate alarak, sonradan eklenen beş öyküyü incelemeye dahil etmedim.
Cumalı’nın öyküleri, kişisel hayatıyla paralellik göstermesi açısından önemlidir, dolayısıyla bu öyküleri yazarın biyografisine göre okuyup yorumlamak mümkündür. Kadın-erkek ilişkisi, dayanışma, adalet ve hastalık temaları etrafında birleşen dokuz öyküde Cumalı, salt insanlık hallerini yansıtan durumlara yer vermiştir.

“Değişik Gözle Bakınca” ve “Gene Yenik Düşsem de” öyküleri romantik ilişkilerden beslenir. “Değişik Gözle” öyküsünde bir ayrılık ve ayrılığın insan psikolojisinde yarattığı farklı etkileri, bu psikolojik hallerin davranışlara nasıl yansıdığı görülür. Adam kadına duyarsızlaşmıştır ve onun duygularını tüketmeye başlar. Tek mekânda geçen olayda öyküye karakterlerin diyalogları hâkimdir, sade ve gündelik bir dil kullanılmıştır. Kadınların birbirlerine verdiği ilişki tavsiyeleriyle beraber ana karakter Lale’de kıskançlık, paranoya duygularını; dönemin flört anlayışını da görürüz. Bir barda geçen bu hikâyede caz ve slow şarkıların arasından pamuk işçilerini gösterir yazar. (I’ve Been Kissed Before-1952) Yazar bu öyküde romantik ilişki dinamiklerini ön planda tutsa da, dönemin eğlence anlayışını ve ekonomik durumunu da ortaya koymuştur.
“Gene Yenik Düşsem de” öyküsünde bir kadın ve bir erkeğin birbirlerini tanımaya çalışması ve flört anlarını okuruz. Çifti ilk olarak bir restoranda görürüz, mekânda çalan şarkılar, kadına ve erkeğe eşlik eder ve kendimizi bir ilişkinin karşılaşmalarla örülü başlangıcında buluruz. Bir beklentiyle başlayıp yine ve yine aynı noktaya gelinen, öncekilerden farksız ilişki örneğidir gördüğümüz. Başta heyecan verici, anlam dolu tesadüfler yaşansa da, sonunda hep aynı çatışmalar ve ayrılıklar yaşanır. Bir tiyatro yazarı olarak Cumalı, kahramanlarının karşılıklı diyaloglarıyla kurduğu bu hikâyeyi, keskin gözlemleriyle okurun gözünde canlandırır. Çift, restorandan çıkıp taksiye bineceği sırada Ankara’nın soğuğunu duyumsarız, çalan şarkılarla onların ruh haline biraz olsun yaklaşırız.
Cumalı’nın kadın-erkek ilişkilerinden yola çıkarak yazdığı öykü kahramanları, her okurun kendisinden bir iz bulabileceği tanıdık kişilerdir; dolayısıyla okur olarak onun diline, kelimelerine, üslubuna yabancılık çekmeyiz. Herkesin en az bir kere, okumamış olmasına rağmen sırf popüler diye okudum dediği kitap vardır. “Adı çok geçen kitapların birçoğu gibi Vadideki Zambak’ı da okumamıştım ama: Okudum, dedim o anda.” (sf. 29) Yazarın 1956’da yayımlanan bu öyküsünde çektiği dikkatler, günümüzde hâlâ güncelliğini korur. Cumalı, insanların basit davranışlarına dahi öyküsünde yer vermiş ve okuru hikâyenin içine çekmeyi başarmıştır.
“Aklım Arkada Kalacak”, -bana kalırsa- Cumalı’nın hikâye anlatma hünerinin en güzel örneklerindendir: “Ne fena! Aşağı yukarı bizim sokağın insanlarından benim bildiğim bu kadar. Hikâye mi arıyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilk ilişen evi seç. Yeter ki gönlünde, o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda?” (sf. 40) Bu cümlelerle birlikte hikâye kahramanının fikirlerinden de öte, yazar kendisi olarak okura görünür. Her evin, her sokağın ve her insanın apayrı hikâyesi olabileceğini anlatır Cumalı, tabii görüp ayırt edebilene. Ve bu konuda seçici davranır. Onun anlatısında, öykü kahramanının gözünün görmek istediği ve merakının celbettiği ölçüde etrafı seyrederiz.

Çocukluğunun geçtiği mahalleden gitmek üzere olan Saim, bir çocuk ağlaması sesiyle geçmişi anımsar. Mahallesindeki insanları, anımsadığı kadarıyla okura aktarır. Hepsinin ayrı ayrı hikâyesi vardır; bu hikâyeler, okuru toplumun yaşantısı üzerine düşündürür. Nuri’nin ömrünün büyük kısmının savaşta geçtiğini, en sonunda “Savaş yok,” cümlesine karşın yalnızca “Acayip!” yanıtını vermesiyle görürüz ki, insanlar içinde bulundukları vahşet ortamını kanıksamışlardır. Saim, bu sefer çocukluğunda gözlemlediği olayları, mahalle arkadaşlarıyla oyunlara taşıdığını anımsar. Burada iki yetişkinin romantik ilişkisi ve veda sahnesi, çocuklar için bir oyuna ve taklide dönüşür. Cumalı, su gibi akan anlatımıyla bizi hem iki yetişkinin vedasına hem de iki çocuğun oyununa dahil eder. Saim, çocukluğunu anımsamaya devam eder. Hatice Nine’nin bahçesinden para karşılığı köklediği marulları, günümüzde halen süregiden komşu dayanışmasının farklı bir şeklini gösterir. Dayanışmanın olduğu yerde, bambaşka bir trajedi de yaşanmaktadır. Bir sonraki satırlarda Saim, çocukluğuna dair şunları anımsar: “Sonra daha yakınımızda İsmet Abla ile annesi. Saçları, kirpikleri güneşten sararmış, bir Haziran görünüşü gibi belleğimde kalan İsmet Abla. Günün birinde Sözlüsü sekiz yerinden bıçaklamış kızcağızı.” (sf. 40) Ayrıntıya gerek yoktur. İsmet Abla evlenmek istememektedir. Ataerki onu da saklandığı yerde bulup yaşamdan koparmıştır. Kadınlar, 1955’te yazılan bu sorunla günümüzde hâlâ mücadele etmekte.
“Kaybolan” öyküsü, on günlük yolculuktan sonra evlerine dönen bir çiftin, evlerinin içinde ve dışında göz kulak oldukları, besledikleri kedilerini ortalıkta bulamamalarını konu alır. Cumalı, karşılıklı diyaloglarla geliştirilen ve gündelik yaşantının sıradanlığıyla örülen bir öykü kurar. Sıradan insanların gündelik dikkatleri, kadınların ve erkeklerin davranışlarındaki farklılıklar, farklı refleksler, basit cümlelerle iade edilir. Kadın eve girer girmez temizlik yapmak ister, erkek başına iş çıksın istemez; erkek kadına akşam yemeğine ne düşündüğünü sorar, kadın ona liste yapar vs. Kedilerini bulamayan çiftin merakı iyiden iyiye artar, endişelenirler. Cumalı, insanlara karşı gösterdiği duyarlılığı, kahramanları vasıtasıyla hayvanlara karşı da gösterir.
Necati Cumalı, Kurtuluş Savaşı sonrası Rum-Türk mübadelesiyle İzmir Urla’ya taşınır. İstanbul’da başladığı hukuk eğitimine bir yıl sonra Ankara’da devam eder ve oradan mezun olur. Bu kitaptaki öyküleri de yaşamıyla paralel olarak İzmir ve çevresinde geçer. “Bunlar Hep Aynı Olacak” ve “Denize Bakıyorum” öykülerinde hukuk okuyan öğrenciler, “Benim Kalbim” öyküsünde ise adliyede bir çocuk mahkûma rastlayan avukat bir karakter etrafında şekillenir.
“Bunlar Hep Aynı Olacak”, Ankara’nın İsmetpaşa semtinde ev tutan üç üniversite öğrencisinin hikâyesidir. Cumalı bu defa gençler arasında dayanışmayı, dostluğu ve birlikte mücadeleyi anlatır. Ankara’nın soğuk havasında kurulan sıcak dost ortamı onları bir arada ve ayakta tutmaya yardımcı olmaktadır. Cumalı bu öyküsünde, kendi geçmişinden bir anı aktarır gibi yalın bir anlatım benimser. Anlatıcı edebiyata meyillidir, tıpkı yazarın kendisi gibi. “Onlar sayfaları arkası arkasına çevirirken, ben, ya yazacağım şiirleri, hikâyeleri düşünür ya da sevdiğim cinsten kitaplar okurdum. Romanlar, şiir kitapları, bunlara benzer şeyler…” (sf. 61)
Cumalı, “Denize Bakıyorum” öyküsünde, “Bunlar Hep Aynı Olacak”taki karakterini, bu defa yaz tatilini ailesinin yanında geçirirken kurgular. İstese de ders çalışamayan bir gençtir bu. “Annemi, kardeşlerimi ne zaman görsem, hep böyle bir şeylerle uğraşır görürdüm. Kimi su çeker, kimi sebze ayıklar, kimi yufka açar, çamaşır yıkar… Bana da bütün gün cevizin gölgesine uzanıp kitap okumaktan başka iş bırakmazlardı.” (sf. 68) Çevresine duyarlıdır, derinliklidir, ailesinin binbir emekle ona sunduğu imkânların ve anlayışın altında ezilir. Ancak bir türlü ders çalışamaz. “Bıkmıştım artık! Bağlamlardan, karşılıklı üstenmelerden, üçüncü kişilerden, haklı haksız her türlü mal edinmeden…” (sf. 67)

“Benim Kalbim” öyküsü, anlatıcının adliye koridorunda yargılanmak üzere götürülen kelepçeli yedi küçük çocuk görmesiyle başlar. Yazar olarak düşüncelerini açıkça ortaya koyması dolayısıyla bir öyküden çok anı şeklinde yazıldığı düşünülebilir. Cumalı, çocuk tutuklularla, yoksulluk sebebiyle işlenen hırsızlık gibi suçlarla ilgili düşüncelerini bu öyküde açıkça yansıtır. Tutuklu çocukların ne kadar küçük ve savunmasız olduklarını, haksız yargılanmanın verdiği utancı içtenlikle tarif eder. “Yüreğim alt üst oldu birden! Görüp de başımı çevireceğim, yerimde durabileceğim, susarak karşılayabileceğim bir görüntü değil bu benim! Fırladım mahkeme kaleminden, salona çıktım. … Zulüm bu! dedim. Ötesi yok, zulüm!” (sf. 81) Anlatıcının, çocukları gördüğü an yaşadığı dehşetle başlayan hikâyenin devamında dış görünüşleri ve yoksullukları tarif edilir. Anlatıcı, kimsesiz, bakımsız ve ürkek çocuklara el uzatmak ister ancak bir hukuk devletinde adalet yerini bulmalıdır diğerlerine göre, o çocuklara hiç karışılmamalı ve adil bir şekilde yargılanmalıdırlar. Şimdi cezaları verilmezse, ileride daha büyük suçlara karışacakları düşünülür, ayrıca hiçbir zaman ıslah edilemeyecek soytarı takımıdırlar. (sf. 83) Cumalı, bu kısa fakat etkileyici öyküde kanuna harfi harfine uyan kanun adamlarının duyarsızlıklarını ve üstenci tavrını eleştirir. Öykünün yayımlandığı 1956 yılından bu yana, yoksul halka ve onların çocuklarına olan aynı tavır ve üstenci dil ile mücadele etmekteyiz.
Kitabın son öyküsü “Karşıki Tarla”, İzmir Sanatoryumunda yatan üç hastanın diyaloglarından oluşur. Anlatıcı, öykü kahramanlarından birisidir. Dursun, Kazım ve anlatıcının bir tarla etrafında şekillenen konuşmalarında işçilerin, ırgatların ve toprak beylerinin durumunu; bir beyin ve bir işçinin toprağı ne şekillerde işleyeceğinin farkını görürüz. Dursun’un toprakla bağı kuvvetlidir ve onun gözlerinde hep sevdiği şeyi konuşma istenci görülür. Karşı tarlayı gözetler, içten içe düzgünce işlenmesini ister ve bunu içselleştirir. Hikâyenin anlatıcı karakteri ise ayrıntılara duyarlıdır, iyi bir gözlemcidir ve arkadaşının bu hevesini hemen fark etmiştir. Yazar, işçilerin hikâyelerini anlatırken, onların günlük dilinden de faydalanmıştır. (Evlek, toprağın tav olması hâlen kullanılan kelime ve ifadelerdir.)
İlk baskıda yer almayan ancak daha sonraki baskılarda (hepsini göremesem de bendeki Cumhuriyet Kitapları baskısı) yer alan “Görüşme”, “Anı”, “Taburcu”, “Kendini Yiyen” ve “Artık Değer” adlı diğer beş öykü de İzmir Sanatoryumu’nda yatan işçi hastaları ve onların ruh hallerini anlatır. Birbirine eklenti olarak yazılan bu öykülerde, bazı karakterleri tekrar görürüz. Meslek hastalıkları, hastalığın getirdiği zorluklar, işçiler arası dayanışma ve adalet temennisi bu öykülerin temel konularıdır.
Yazarın, hemen hemen tüm öykülerinde, hikâyeyi oluştururken ben anlatıcıyla yazar olarak kendisini ayrıştırmak gibi bir meselesi olmadığını görürüz. O, bir sevgili, bir hukuk öğrencisi, bir avukat, bir hasta olarak; işçi dostları, emekçi ailesi olan, kent yaşamına dahil bir insan olarak bu coğrafyada yaşayan tüm insanları temsil eden hikâyeler yaratmış, bu hikâyeleri kendi yaşamıyla kurmuştur. Cumalı, su gibi akan diliyle, işaret ettiği meseleleri okurun gözünde derhal canlandırmış, abartıdan uzak sade anlatımıyla, açıkça anlaşılan öyküler kaleme almıştır. Kahramanlarının hislerini, fikirlerini, karakterlerini kısa öykülerinde dahi içselleştirip onlarla empati kurarız. Cumalı okurlarına bu empatiyi yaptıracak ifadeleriyle günümüzde hâlen devam eden, çözülememiş toplum problemlerine yıllar önceden ışık tutabilmiştir.