Abdullah Ezik
1990 sonrası Türk öykücülüğünün kendi çizgisini oluşturmuş özel isimlerinden biri olan Yücel Balku, gerek metinlerinde kullandığı arketipler, gerek tercih ettiği anlatı teknikleri ve içeriklerle dikkat çeken bir yazar olarak değerlendirilebilir. Öykü, şiir, deneme-eleştiri, roman (taslak) ve söyleşi gibi birçok farklı türde kalem oynatan, buna paralel olarak hem kurgu hem de kurgu dışı alanda edebiyat üzerine her zaman düşünen metinler üzerinde duran Balku, söz konusu tüm bu sahalarda kendi imzasını atabilmiş değerli bir isimdir.
Özellikle Doğu kültürlerinden beslenen ve birlikte var olduğu bütün kültürleri işin içerisine dahil ederek kendisine özgü bir öykü atmosferi meydana getiren Yücel Balku, masallardan, efsane ve mitlerden, çeşitli tarihi olay ve hadiselerden yararlanarak tüm bu unsurları ortak bir potada eriterek ortaya yeni bir anlatı çıkarır. Kökü çoğu zaman geçmişte yatan bu öyküler, zamanla geçmiş ile bugün (daha doğrusu Balku’nun o günü ile) arasında özel bir bağ geliştirir. Metinlerinde kullandığı tarihsel unsurları oldukça incelikli bir şekilde işleyen yazar, bunu Doğu’nun zengin anlatı kültürü içerisinde yapan. Öte taraftan bu konuyu salt öykü ve roman taslağında değil, şiirlerinde de yoğun bir şekilde işleyen Balku, nihayetinde bütün (her ne kadar yarım kalsa, bitmemiş olsa da) bir edebiyatını aynı zemin üzerine inşa eder. Söz konusu tüm bu unsurlar da Yücel Balku isminin nasıl bir yörüngede hareket ettiğini, metinlerini nasıl bir dünya etrafında inşa ettiğini görünür kılar.
1992’de Prometheus dergisini çıkaran, ardından yakın dönem Türk dergiciliğin önemli yayınlarından biri olan Hayalet Gemi ekibinde yer alan Yücel Balku’nun ilk öykü kitabı Sükût Ayyuka Çıkar, 2000 İnkılâp Kitabevi Öykü Ödülü’nü aldıktan bir yıl sonra, 2001 yılında İnkılap Kitabevi tarafından yayımlanır. İçerisinde birçok farklı metne, olaya, hikâye ve anlatıya gönderme olan, metinlerarasılıktan sıkça faydalanan, her zaman yeni okumalara imkân tanıyacak biçimde kurgulanan bu kitap, bir yandan “tarihselliği” yeniden tanımlarken öte taraftan bu meseleye modern bir bakış getirmesiyle de ön plana çıkar. Postmodernizmin oldukça tartışmalı olduğu bir süreçte, 1990’lı yıllarda Türk öykücülüğüne yeni bir soluk getiren eser, aynı zamanda Yücel Balku’nun daha sonra üzerinde yürüyeceği patikaya da işaret eder.
Anlatıcı, Yücel Balku öykücülüğünün en önemli yapı taşıdır. Balku’nun öykülerini varlığını her zaman hissettiren bir anlatıcı üzerine kurguladığı söylenebilir. Bu anlatıcı hem öyküdeki bütün gelişmelere vâkıf olan kişidir hem de öykünün ilerleyen bölümlerinde okuru ters köşe yapacak kişi. Bu anlamda Balku’nun anlatıcılarının her zaman görünür ve varlığını yakından hissettiren bir yapı sergilediği fark edilir. Burada temel noktada, yazarın bunu yaparken anlatıcı üzerine kurguladığı yapıdır. Burada Balku tarafından yapılan bilinçli bir tercih ve kökü asırlar öncesine giden köklü bir tarihsel zemin vardır. Her şeyden önce ele aldığı öykülerinde masal, mit, efsane, destan ve sözlü kültür unsurlarına yoğun bir şekilde yer verir. Dolayısıyla ele aldığı meseleye dair tarihsel bir zemin inşa ederken bunu benzer bir yapı ve form üzerinden gerçekleştirmeye de dikkat eder. Sözlü kültür, her zaman bir anlatıcı üzerine inşa edilegelmiştir. Bir masal anlatıcısı, âşık, ozan, hikâye derleyicisi, kendisini dinleyenlere heybesinden bir anlatı çıkarır ve sunar. Bunu, çoğunlukla alabildiğine coşkulu bir biçimde, anlatısını hiç bölmeden, süregiden bir tempoda yapar. Onun için en önemli mesele, bütün bir anlatıyı kurgularken kendi varlığını da görünür kılmaktır. Nihayetinde o, anlatıcı, her şeyi kurgulayan temel kişi konumundadır. Balku’nun yaslandığı anlatıcı modeli, bu izleği takip eder ve tam da bu nedenle kendisini her zaman görünür kılar.
Yücel Balku’nun anlatıcıları, söz konusu bu tarihsel zemine zamanla yeni bir boyut ilave eder. Bu boyut, anlatıcının okuyucuyla kurduğu diyalog ile ilgilidir. Varlığını her zaman yakından hissettiren öykü anlatıcısı, okur ile geliştirdiği iletişimde bir tür kendine çekme izleğini takip eder. Okuyucu, metin boyunca giderek anlatıcının sularına çekilir ve bir süre sonra onunla beraber hızla gelişen bir akışa dâhil olur. Bütün bir hikâyenin düğümlendiği noktada ise anlatıcı kimlik değiştirir, her şey alt üst edilir; okur, en beklenmedik ânda elindeki en güçlü unsuru, anlatıcıyı kaybeder, onun gerçek kimliğini öğrenir, böylelikle öykü başka bir suda hızla akmaya başlar. Balku’nun sürekli okuru şaşırtmak üzerine kurulu öykü evreni ve anlatıcı tercihleri, bu noktada birleşir ve ortaya benzer bir izlek üzerinden hareket eden geniş bir anlatıcı silsilesi çıkarır.
Gerçek ile hayal arasındaki ilişki, Sükût Ayyuka Çıkar’ın bir diğer önemli meselesi olarak görülebilir. “Gerçek olaylar”a ilave edilen “hayali motifler”, okuru sürekli tetikte olmaya davet ederken aynı zamanda onu yürümesi güç bir patikaya yönlendirir. Neyin gerçek neyin hayal olduğunun bilinmediği bir dünyada her şey sorgulanabilir, her şey büyük bir sis bulutunun ardına gizlenebilir. Tam da az önce söz konusu olduğu gibi bu noktada da “güvenilmez bir anlatıcı”ya başvuran Balku, yazar-anlatıcıyı öykünün dışında tutamaz, onu sürekli metne taşır. Anlatıcı ile öykü karakterinin kesiştiği/örtüştüğü noktada şüphe, metnin şifresini çözmek isteyen okura yol gösteren en önemli unsur olur. Sözgelimi “Son Prometheus” isimli öykü, gerçek ile hayalin iç içe geçtiği en temel metinlerden birisi olarak değerlendirilebilir. Öykünün yazar-anlatıcısı gerçek bir gazete haberinden yola çıkarak kurguladığı metinde bir cinayeti ele alır. Hem katilini hem de maktulünü tanıdığı bir cinayetin nasıl geliştiğine bütün detaylarıyla vâkıf olan bu anlatıcı, gerçek ile kurguyu iç içe geçirirken bu durumu okura bildirmekten de geri durmaz: “Her iki kişinin ortak dostu olarak belirtmeliyim ki, bu kısa haber ne gerçeği ne de hikâyede içkin dehşeti içermektedir. Katili ve kurbanı tanımanın bencil keyfini kendime sakladığımı düşünmeyesiniz, diye gerçeği ve hikâyeyi siz sevgili dostlarıma anlatacağım.” (Balku, 2022: 127) Salt bu gelişim çizgisi dahi Balku’nun tercih ettiği anlatıcı modeliyle kurguladığı gerçek-hayal kesişiminin ortaya ne denli dengeli/güçlü bir yapı çıkardığını gösterirken bütün bir kitabın benzer bir yapı ile inşa edildiğini de görünür kılar.
Oyun, özellikle postmodernist edebiyatın üzerine inşa edildiği en önemli kavramlardan birisidir. Bir metnin içeriğinde ve kurgulanış biçiminde başvurulan özel ifadelerden birisi olan “oyun”, “kurmaca” kavramıyla da doğrudan ilişkilendirilebilir. Edebiyatı, daha genel bir çerçevede ise sanatı bir tür oyun olarak kabul eden postmodernizm, beraberinde yeni bir edebiyat anlayışı geliştirmiştir. Umberto Eco’nun Gülün Adı, Cortazar’ın Sek Sek’i, Borges’in Alef’i bu tür eserler arasında gösterilebilir. Yazar, sürekli bir oyun oynama arzusu içerisinde hareket ederken kurguladığı anlatıcı karakterini ise bu oyunu yöneten kişi olarak tasavvur eder. Nihayetinde anlatıcının elinden çıkan her şey aynı zamanda oyuna yön veren temel unsurlardır da. Yücel Balku da bu noktada edebiyat ile oyunu kesinleştiren, anlatıcı karakterleri üzerinden yeni yeni oyunlar icat etmeye çalışan bir yazar olarak değerlendirilebilir. Sükût Ayyuka Çıkar, tam da bu noktada bir “oyun metni” olarak görülebilir. Kurmaca dünya ile gerçek yaşam arasındaki sınırları sık sık ihlal eden Balku anlatıcıları, okuru bir tür oyuna davet eder ve onu kimi zaman bir katili, kimi zaman kayıp bir kitabı, kimi zamansa çözümsüz bir bulmacayı aramaya çağırır. Sözgelimi “Serpentarius”ta anlatıcı bir gizemler ağını çözmeye çalışırken “Arguri”, “Zümrüt Kurbağa” ve “Taşın Teri” gibi öyküler anlatıcının doğrudan söz alıp her şeyi bir oyun olarak kurguladığını dile getirmesiyle nihayete erer. Dolayısıyla anlatıcı, oyunu da oyunun bir parçası olarak kendisini ve okuru da her zaman kontrol altında tutar, oyunu olabildiğinde sürdürmeye çalışıp her şeyin bitti noktada son anonsu da kendisi yapar.
Yücel Balku öykücülüğünün alamet-i farikalarından birisi olarak değerlendirilebilecek anlatıcı meselesi, özellikle yazarın ilk kitabı olan Sükût Ayyuka Çıkar’da sıkça okurun karşısına çıkan önemli başlıklar arasında yer alır. Sürekli okur ile bir oyun geliştiren, gerçek ile hayali, var olan ile olmayanı, ölümlü ile ölümsüz olanı iç içe geçiren bu metinler, ortaya bütünlüklü ve anlamlı bir öykü evreni çıkarır. Oynamaktan, hayal kurmaktan, geçmişe dalmaktan, rüyalarda dolanmaktan vazgeçmeyen Balku anlatıcıları, 1990’lı yıllardan bugünlere uzanırken sesini hiç kaybetmeyen, varlığını, özgünlük ve biricikliğini her zaman hissettirir.