.

Dünya Nasıl Ayakta Kalır?

Simlâ Sunay

Bir çocuk romanında eğer bir bisiklet konuşuyorsa okurken ilk beklentim doğar; diğer nesneler ne zaman konuşacak? Sözgelimi, babasını yeni kaybeden on yaşındaki kız çocuğu Benek, oturdukları yalının bahçesine çekili kayığı kürekleri üzerinde, Boğaz’ın dibine henüz nedeni belirsiz bir öfkeyle gönderdiğinde, kayık ne demiştir? Ya da değeri bir anda değişen, babasının en son su içtiği (yarım dolu) su bardağı? Ayakları gümüş işlemeli, yadigâr cam bir sehpa? Taşınırken yanlış gruplandıkları için kutulardan geri dökülen eşya? Telkâri ve gümüş el işçiliği ustası Aziz’in ölümünden sonra kalan giysileri? Bisiklet gidonuna saklanan kıvrılmış fotoğraflar? Balıkçının yanındaki şapka dükkânındaki şapkalar balıklara ne söylemiştir?  İnsan bekleyen ahşap bir sandalye?  Bir komşunun tahta bacakları? Ama hiçbiri Dev Bir Benek’te insanlar gibi konuşmadı. Çünkü yazar Dilek Sever yası onlara yüklemiş, uzun bir taziyeyle susturmuştu sanki. Asıl yas sahipleriyse tepetaklak olmuş hayatı yeniden kurmak zorundaydı. Yas bu romanın temel konusu değildi. Tabii en önemlisi bisiklet de hiç kimseyle karşılıklı konuşmuyordu aslında. O bu romanın anlatıcısıydı.

Bir bisikleti anlatıcı seçerek, hareket potansiyeli hiç dinmeyen bir “göz”ü yakalamış yazar. Ray üstünde akan kameravari. Sade, sıcak, samimi ama bildik, tanıdık gelebilecek bir hikâyeyi böylece insandan ayrı ama insan biçiminde bir “bakış”la tümden değiştirmiş. Anlatıcının bisiklet olması, onun her hareketinde, her duruşunda hikâyenin ritmine müdahale etmiş. Bir tanıktan fazlası. Romanın asıl kahramanı olmayı da olmamayı da aynı anda nasıl başarıyorsa… Sanıyorum bu maharetini (sihrini mi desem) Karaköy’ün iş hanlarındaki âdaptan alıyor. Hikâyenin başladığı yerden. Üstelik 1973 yılındayız. İstanbul’un iki yakayı bağlayan ilk bağı, Boğaz Köprüsü yeni bitmiş. Genç bir yazarın bilmediği bir dönemin romanını yazarak çocuk edebiyatına ne denli özgünlük getirdiğine şahit olacağız.

Bu zamansal seçimin nedeni ne olabilir? Elbette bisikletler köprüleri çok sever. Yapıldığı günden beri eski bir hanın, duvarları is tutmuş tamirci dükkânında onu sokaklarda uçuracak kişiyi bekleyen bisikletimiz için, dışarı çıkabildiği anda her şey “ilk” olacak. Ne ki Boğaz Köprüsü’nden romanda hiç geçmeyecek, ilk geçtiği köprü Galata Köprüsü olacak. Genellikle sahilde, Eminönü’nden Arnavutköy’deki yalıya kadar, oradan Beyoğlu kaldırımlarında, muhtemelen Galata’nın yokuşlarında ve azıcık parklarda dolanacak ancak daha çok evin duvarında asılı duracak, sabırla bekleyecek. Nesnelerin sabrı var onda, hareket potansiyeli kadar. Bir anlatıcı olsa da. Geveze bir anlatıcı da değil; duyarlı, kırılgan, inandırıcı, meraklı. Onu bir türlü görmeyen, sürmeyen, baba kaybıyla öfkeye tutulmuş bir çocuğa bazen küsse de hemence unutan, verdiği katı sözlerden dönebilen ve bir gün “değeri bir anda değişen su bardağı” gibi değerini bir anda bulacak, sadık bir anlatıcı.  Böyle bir karakter sanıyorum 1970’lerden çıkabilirdi ancak. Ve “eminim”, romanda olmasa da İstanbul’un ilk boğaz köprüsünden bir gün “ilkler aşkına” geçecek.

İstanbul’u tümden değiştiren “Boğaz Köprüsü” romanda birden değişecek aile hayatının işaretçisi. İmgesi değilse de. Anne ve kız arasındaki ilk köprünün atılışını okuyacağız. Kolay değil, hiçbir mekân aynı kalmayacak, tıpkı şehir gibi. Patya’nın sevgili eşi, Benek’in (ona bisiklete binmeyi söz verse de öğretemeyen) babasının ölümü onları yalıdan bodrum kata, rutubetli bir daireye, Boğaz’dan Beyoğlu’na götürecek. Onlar yalıyı sattıktan sonra yalı da değişecek, sürekli seyahat eden yeni sahiplerinin bahçeyi ihmal etmesiyle. Ev emekçileri de başka bir eve ve semte savrulacak. Yeni taşındıkları bodrum katsa bisikletin nereye konduğuna bağlı olarak değişecek.

Daha önce kurumsal çalışmamış, ev işçisi annesiyle birlikte Benek “kadınca hayatta kalma mücadelesi” verecek. Benek aslında bir bisiklet istiyor. Babasının kaybıyla doğan malum öfke krizlerini de bastırabilir diye düşünüyor annesi de. Ceviz ağacıyla dövüşmez. Eşyayı kırmaz. Bu nedenle annesi bisikleti Karaköy’deki handan aldığında umutlu ama “emin” değil. Bisikleti eve götürmek için ona ilk binen ve bizi İstanbul’un sokaklarında gezdiren de anne Patya. Patya çocukluğundan beri ilk kez binecek bisiklete. Bir iki sendelemeyle çocukluğunun bilgisi geri gelecek. Bu aynı zamanda bisikletin ilk dışarı çıkışı. “İlk kez gerçek bir ‘bisiklet’ olunca kendimi tanıdım. Ben sahibini gezdiren ve aynı zamanda sahibi tarafından gezdirilendim.” (sayfa 15). Bu romanda nesneler edilgen değil.

1970’lerdeki İstanbul, bisiklet eve gelesiye önümüzden akıyor. Seyyar satıcılar, toplantıcı güvercinler, çorba içenler, türlü dükkânlar, karmakarışık sokaklar… Bu sürüşle ne görüyorsak gelip geçici bir fon değil. Yazar bisikletin hafızasına kazınacak kent parçalarına geri dönecek ve romanın geçtiği bir yıllık süre içindeki değişimi de bize aktaracak. Toplantıcı güvercinler meydanlarda yeniden belirecek, baharatçılar kokularını salacak. Balıkçının işgallerinden bıkan komşusu şapkacı daha sonra pes ederek, dükkânını balık restoranına dönüştürecek sözgelimi. Muhtemelen iki yakası birbirine bağlanan “heyecanlı” bir şehir için küçük bir değişim bu. Romanın mekânları ahşap yalı ve konak bize dönem ruhunu ve bu değişimin haberini fazlasıyla veriyor. Özellikle konakların kısım kısım kiraya verildiği o samimi yılları. Ahşap evlerin son dönemleri… Köprünün etkisiyle İstanbul hızla betonlaşacak, apartmanlaşacak. Bir konakta kiralık oda bulmak mümkün olmayacak. Ama “heyecan” bunu henüz bilmiyor.  

Yazar dönemin sosyoekonomik koşullarını da işlemekten geri durmuyor. Aziz ölünce eşi Patya iş aramak zorunda kalıyor ancak o dönemde “iş çok ama maaşlar az”. Bakacak kimse olmadığı ve Benek evde yalnız kalmak istemediği için birlikte bir ev-pastane açıyorlar, bodrum katta kaldırımdan biraz yüksek, tek bir pencere vasıtasıyla. Açma, kek, börek dizmek için anne kız kaldırıma şık ve ütülenmiş bir örtü seriyorlar. Yalıdayken duvar süsü olan bisiklet bu kez pencerenin altına asılan bir çocuk merdiveni. Satışı Benek pencereden yapacak. Bizim sabırlı anlatıcımız tabii ki pek mutlu değil, onun aklı sokaklarda ve köprülerde.

Gündelik hayat gailesi, pastaneyi ayakta tutma çabası içinde Benek yavaş yavaş öfke krizlerinden kurtuluyor. Hayatlarına giren, üst kat komuşusu, tahta bacaklı  “Eminim Metin” ile daha da iyiye gidecek üstelik. İki bacağı olmayan Metin karakteri 1970’lerin şehir nezaketini de taşıyan, son derece neşeli , “engeli”ni kuruntu etmeyen, cümlelerini “eminim” diye bitiren, aykırı ve özgün bir karakter. Dans yarışması için yurt dışına gideceği için kedilerini anne kıza emanet ediyor. Bu da Benek’i çok mutlu ediyor tabii. Yazar, eşyanın büyülü dünyasına bizi burada da çekiyor ve doğuştan sakat olan Eminim Metin’in sayısız tahta bacağı romana muhteşem bir giriş yapıyor. Sedir ağacından yapılma tahta bacaklar da, kediler çok sevdiği için, Beneklerin evine konuk oluyor, kokusundan ötürü elbette. Tahta bacaklar belki konuşmuyor ama romanın bisikletten sonraki  “hareket” imgesini zenginleştiriyor. Eminim Metin’in en büyük hayali bisiklete binmek. Beneklerin evine ilk kez geldiğinde duvarda asılı bisiklete, binme tecrübesini edinmişçesine anlamlı bakıyor. Bir şey çakıyor o anda. Benek bu tecrübenin hissettireceği şeyi Metin’in yüzünde görüyor. Belki de bisikleti ilk kez böylece fark ediyor. Metin yarışmadayken Benek’in aklına harika bir fikir geliyor; tahta bacakları bisiklete uyumlu hale getirmek. Bunun için bisiklet ustasından destek alıyorlar ve Eminim Metin için sürpriz hazır! Sonrasında, anlatıcı bisikletimizse henüz Benek ona binmeden kalabalık tahta bacaklar dans ekibine talim aracı olarak buluyor kendini. Romanın mizahi, coşkulu dili bu kısımlarda ritmini artırıyor. Hikâye, büyük bir kayıpla başlasa da, zorluklarla mücadeleyi konu edinse de katı ciddiyete, didaktizme ve “öksüz çocuk” duygu sömürüsüne gömülmeden neşeli, yaratıcı, kıvrak anlatım diliyle, nesneleri içine kata kata, zengince akıyor.

“Anne lütfen kendine biraz güvenir misin?” (sayfa 87). Zamanla anne kızın ilişkisi değişiyor. Karşılıklı birbirlerini dönüştürüyorlar. (Dev bir) Benek daha çok sorumluluk alıyor, anne ise daha önce tahmin bile edemeyeceği risklere Benek’in cesaretlendirmesiyle giriyor. Belediyeden ruhsat almak gibi hiç bilmediği işleri öğreniyor ve tüm bunlar için başka kadınların dayanışması da gözden kaçmıyor. Bu nedenle de hikâyenin meselesi için “kadınca bir mücadele” demek yerinde. Ama bu kadar değil, çocuğa irade yükleyen yanı da dikkate değer. “ (…) [H]ayattaki en önemli şeyin tecrübe etmek olduğunu bir bisiklet olarak ben bile anlamıştım. Hatta insanları birbirinden farklı kılan şeyin bu tecrübeler olduğunu biliyordum. Benek’in tecrübeleri, Metin ve Patya’ya kıyasla az olabilirdi. Bazı şeyleri onlar gibi önceden sezemiyor ya da olayların nereye varacağını kestiremiyor da olabilirdi. Ancak bunları yapabilmek için illaki tecrübe etmesi mi gerekirdi? Bazen o tecrübenin nasıl hissettirdiğini birinin yüzünde görmek yetmez miydi?” (sayfa 88). Bu romanda çocuklar da edilgen değil.

Benek en sonunda bisiklete binecek mi? Binmesi ne anlama gelir? Yastan çıktığını, hayata geri döndüğünü mü gösterir? O kadar değilse de “dünyanın yine ayakta kaldığını” gösterecektir, eğer binerse. Çünkü romanın bir yerinde anlatıcı şöyle soruyor: “Çocuklar bisiklete binmekten tamamen vazgeçebilseydi dünya yine de ayakta kalır mıydı?” (sayfa 29). Bu ifadeyi kendisi bisiklet olan bir anlatıcı diyor diye kenara atacak değiliz. Benek bisiklete binmekten fazlasını yapıyor hiç kuşkusuz. Bacakları olmayan birinin bisiklete binmesini sağlayarak. Kendi binişinden önce, babasının bisiklete binmeyi öğretemeyeceği gerçeğinin geciktirdiği o çok beklenen binişinden önce, kendinden önce bir başkasının bisiklete binme hayalini yakalayabiliyor ve bundan yaşama isteği doğurabiliyor. Böyle bir dünya ayakta durmaz mı?

Dev Bir Benek, Dilek Sever, Resimleyen: Murat Başol, Can Yayınları, 2021.