.

Polemikseverin Şarkısı: Eğitici bir Öykü

1963 Moskova doğumlu Maksim Osipov, Rusya’nın önde gelen çağdaş yazarlarından. Bu öyküsü The Song of the Stormy Petrel: A Cautionary Tale başlığıyla, Boris Dralyuk’un çevirisiyle, Ilan Stavans’ın editörü olduğu And We Came Outside and Saw the Stars Again:Writers from Around the World on the COVID-19 Pandemic (Restless Books, 2020) derlemesinde yer aldı.

Maksim Osipov

Çeviren: Selim Karlıtekin

Polemikseverin Şarkısı: Eğitici bir Öykü

Bir zamanlar yeni koronavirüsten dehşet korkan bir adam vardı. Daha Ocak ya da Şubat’tı ilk duyduğunda, ve o vakit korkunç derecede korkmuyordu (Facebook’ta gripten daha kötü değil diye okumuştu), ama Mart, Nisan derken korkusu dehşet verici boyutlara geldi. Yaşlı değildi adam, ciğer rahatsızlığı, diyabeti, ya da -tahtaya vuralım- kanseri yoktu. Kendisi için değil ama seksen yaşındaki annesi için endişeliydi. Tatil zamanı geldiğinde annesinin yanına taşındı ki birlikte izole olabilsinler, sağlığını yakından izleyebilsin, ateşini tansiyonunu ölçebilsin, bol bol yemek ve ilaca erişebildiğinden emin olsun.

Sigara içmiyordu, itidalli içerdi, sıkı bir rejim tutturmuştu, kayak sopalarıyla yürüyüşlere çıkardı hatta ufaktan kenara üç beş de atmıştı, yani felakete hazırlıklıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse, annesinin sıhhatine dair ilgisine büyüyen bir merak eşlik ediyordu: ham petrol fiyatı dip yapmıştı, ruble çöküyordu, ekonomi hızla kötüleşerek cehenneme yollanmak üzereydi -yakında bunu siyasal sistem de takip edecekti. Netice itibariyle, ürkünçlük hissiyatıyla (gene, annesi) beraber, yıllar sonra ilk kez ihtiyatlı bir iyimserlik duydu. O kadar şeyden sonra ne bekliyordu ki insanlar? İşlerin ilerleyen vakitlerde düzelebilmesi için, önce kötüleşmesi, çok kötü hale gelmesi gerekiyordu. Ama Anne, hayal edin neler yaşıyor: yaşlılık, şeker hastalığı, damar sorunları, hava durumuyla değişen tansiyon. Gene de bakıcısız idare edebiliyordu. Aferin.

Neyse, Mart gibi adam kendisine kulak verenlere annesi için endişeli olduğunu söylemeye başladı. Başka ne için endişe duyacaktı ki? Çocukları düşünmeye gerek yoktu (onlara zarar gelmezdi), eşi kendisinden on bir yaş gençti, demeye gerek bile yok, kendisi için kaygılanmıyordu. Gerisini sen düşün: nalları dikme şansı kaçtı? Yüzde 1, belki 1,5. Adam olan ıvır zıvır yüzünden paniğe kapılmaz. Harp meydanında ölürsem, atın beni kutuya, eve postalayın…. He, lafı açılmışken, ölüsünün yakılmasını tercih ederdi — herkes bu konuda net mi? Hep hoş bir sesinin olduğunu söyledi insanlar, şimdi daha da emin oluyordu. Şarkı söyledi de söyledi — coşkulu, vatansever şarkılar. Demokrat şarkılar da söylemek isterdi de yoktu onlardan. Sinir sistemi reaksiyon yapsa? Belki…. Ama kendisi için değil annesi için endişeleniyordu.

Güzel bir Nisan sabahı annesi ona en sevdiği kahvaltıyı hazırladı: tam sevdiği gibi, çilek reçeli sürülmüş krepler. Tabağına eğildi, burnuyla derinlemesine bir nefes çekti: koku yok. Bir çatal attı: tat yok. Dehşet, dehşet… Boğazı kapandı ve zorla soluk alıyordu. Derin, çınlayan sesiyle demeye çalıştığı “Görünen o ki kaptım”dı. Ama tiz bir sesle “Anne, termometre” çıktı ağzından.

Gerisi bulanık. Ateşi için alması gereken hapı yutamadığından, annesi ezmek durumunda kaldı. Aman Allahım, ne de acı! Sonra birisi uzay elbisesiyle belirdi, kanından örnek aldı ve şöyle dedi: “Pozitif.” Bu sırada iyileşiyordu, dolayısıyla istatistiklere “İyileşti” diye yazıldı. Vakası kapanmıştı.

Şimdi vaktinin çoğunu mutfakta oturup çilek reçelli krepler yiyerek ya da sigara içerek (evet ara sıra da olsa içiyordu), Facebook’ta gezinerek harcıyordu. Zaman zaman esprili yorumlar yapıyordu. Gıda sıkıntısından şikâyetlenen bir tanışının duvarına “Ah zavallı şey, görünen o ki herkes için yeterince hindistan cevizi suyu yok” yazmıştı.

“İzlemesi valla eğlenceli, sana diyim bunlar kaput,” dedi siyasete zerre ilgi duymayan annesine. “Ayvayı yediniz! Ah, evet bebişler şimdi Venezüella’dan ellerinizi çekeceksiniz, her şeyden çekeceksiniz o ellerinizi, Camdessus’a gelip dileneceksiniz. Kuzey Makedonya’nın başkanı tenezzül edip sizinle konuşunca ne kadar güçlü olduğunuzu göreceğiz.” Ağzını bir peçeteyle sildi: doğruydu, ilaç ne kadar acıysa, o kadar iyi hissederdin. Bırak gelsin fırtına daha sert vursun! Mesele budur! Kitle kapılarını, kapat sıkıca, yağmalayacaklar gece boyunca! (İyi kötü okumuş sayılırdı.)

Ama ya annesi? Düşünsene, halihazırda seksen yaşındaydı, daha kötüsünden sağ çıkmıştı. Doğru bazı yaşlılar bu şeyden öldüler ama bazıları da iyileşti. Kafayı serin tutmalı. Korkacak bir şey yok.

Bir sabah daha gözlerini tam açmamıştı, Facebook’a baktı, herkesin bildiği iblis soyu bir siyasetçinin -tüm fenalıklar lehine ve iyi şeyler aleyhine oy kullanmıştı- hastalandığını ve suni komaya sokulduğunu öğrendi. Oh, çok iyi olmuş, hak etti. Daha yataktaydı, yazdı “Köpekler köpek gibi ölür.” Sonra pişman olup sildi yorumunu. Sonra siyasetçinin durumunda olduğu gibi kritik vakaların yaygın bir şekilde haberleştirildiğini, ama görece acısız vakalara dair çok az insanın konuştuğunu düşündü. Dehşete kapılmış vatandaşlarla kendi hikâyesini paylaşmalıydı, yakalanmadan önce kendisinin de koronavirüsten korktuğunu ama aksilik olmadan iyileştiğini anlatmalıydı. En nihayetinde gripten kötü değildi, hatta, daha bile iyiydi.

O sırada başka bir adam hikâyesini okudu, klavyeden parmağını kaldırdı, burnuna, ağzına ve gözlerine dokundu. Birkaç gün sonra bu kişide yüksek ateş görülmeye başlandı, nefes almakta güçlük çekiyordu. Sonra tamamen nefes alamaz oldu. Uzmanlar kendisine ulaşamadan öldüğünden istatistiklere girmedi. Ve sen sevgili okur, eğer bu hikâyeyi on ya da on iki kişiye göndermezsen sen de öleceksin.

Tarusa, Rusya

11 Nisan 2020