.

Gülfem Pamuk: “Odağına insanı alan ve insanlığımızı sorgulayan bir metin oldu Kasâme.”

Aynur Kulak

Çağdaş edebiyatımızda ikinci romanı Kasâme ile kadim edebiyat geleneklerini dönem, anlatım, dil unsurlarıyla devam ettiren Gülfem Pamuk edebiyat ile ilgili düşüncelerini Kendi iç dünyasında derinleşebildiği ve kendi hakikatlerine yaklaşabildiği oranda, diğer insanların hakikatlerine de varabilir bir yazar. Ve bir romancıyı iyi romancı mertebesine çıkaran niteliklerden biri de bunu hangi oranda başarabiliyor olmasıdır bana kalırsa.” diyerek özetliyor. Gülfem Pamuk ile Aynur Kulak’ın gerçekleştirdiği kapsamlı söyleşi için buyurun lütfen.

Gülfem Pamuk

Yüksek öğreniminiz hukuk alanında ve yüksek lisansınızı insan hakları hukuku alanında yapmışsınız. Konu insan ve insanın yapıp etmeleri olunca haklar ve hukuk devreye giriyor elbette, fakat sohbetimizi başlatırken bunun edebiyat ile ilişkisi, bağdaştığı noktalar sizi nasıl cezbetti de yolunuz edebiyatla kesişti?    

Hukuk eğitimi almış ve bu alanda öğretim üyesi olarak çalışmış biri olarak, hukuk beni edebiyatla buluşturmuştur diyemem. Özellikle üniversitede öğretim üyesi olarak çalıştığım yıllarda, içinde bulunduğum yoğun çalışma temposu beni ister istemez (okurluğun olmasa da) yazarlığın dışında tuttu. Ancak şimdi dönüp baktığımda, hukuk pratiği içinde olmanın, edebi hayatıma dolaylı da olsa kattıklarını görebiliyorum. Öncelikle, dili doğru ve yerinde kullanmanın, gelişmiş bir ifade yeteneğinin hukuk alanında elzem olduğu aşikâr. Hukuk nosyonu, eleştirel bir bakış açısı ve perspektif kazandırıyor insana. Ve elbette masa başında uzun saatler oturup çalışma alışkanlığını… İstek ve kabiliyet kadar, bu çalışma disiplini de önemli bana kalırsa. 

İlk kitabınız Kitab-ı Siyah Kalem yine son derece gerçek hikâyesiyle efsunlu büyülü bir geçmiş zamandan geliyor. Bu türde hikâyeleri yazmayı seviyorsunuz diyebilir miyiz? Sizi mıknatıs gibi kendine çeken imgeler, çağrışımlar bu zamanlarda mı gizli? Yoksa hem ilk romanınız hem de ikinci romanınız Kasâme’nin zamana dayalı kadim/büyülü ve gerçek hikâye paralelliği tesadüf mü?

Tesadüf değil elbette. Zaman zaman güncel zaman hikâyeleri de ilgimi çekiyor ama kalemim daha çok eskiye meylediyor sanırım. Hayal ile gerçek arasında salınan bu masalsı dünyayı seviyorum. Zaten ben, oldum olası eski eşyalara, fotoğraflara, sahaflara, antikacılara ilgi duymuşumdur. Eski dile ve söyleyişe olan alakamın temeli de bu meraktır belki de. Diğer taraftan, aşk, ölüm, hayat gibi büyük mefhumlar, asıl dünya ölçüsünün az da olsa dışında, hayal ile gerçek arasındaki bir yerde daha çok mana buluyor gibi geliyor bana.

Kasâme, 1680 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleşen ilk ve son recm vakasını konu edinen bir kurgu. Böyle bir hikâye ile yolunuz nasıl kesişti?

Biz hikâyeyi bulmuyoruz da hikâye bizi buluyor sanırım. Bir algıda seçicilikle, o sıralar hayatla alakadar olduğumuz yerlerden filizleniveriyor. Kafamızı meşgul eden fikirlerden, bazen kendi içimizde bazen dışarda halletmeye çalıştığımız meselelerden, tesir eden, iz bırakan kişilerden… Bu alaka bizi peşinden sürüklüyor ve hikâye ile buluşturuyor diye düşünüyorum. Recm vakası, Kasâme’nin ana hikâyesi olmamakla birlikte, ana hikâyeyi oluşturan halkalardan bir tanesi. Zaten maksadım, sadece tarihi bir vakayı anlatmak da değildi, bazı tarihi gerçeklikleri fon olarak kullanarak insanın tabiatını sorgulamaktı.

Kasâme, Osmanlı döneminde geçen bir cinayet romanı. Roman anlatılan dönem başta olmak üzere, polisiye unsurlar, suç, hukuk, yargı, vicdan, ahlak; birçok konu başlığı içeriyor. Siz böyle bir yapının odağına neyi yerleştirmek istediniz?

Odağına insanı alan ve insanlığımızı sorgulayan bir metin oldu Kasâme. Nerede ve ne zaman yaşamış olmasının da çok önemi yok, belirli bir toplumda, zümrede, sınıfta, belirli bir zaman diliminde yaşamış olan insan… 

 “Bir romancı, bir insandır, fakat bütün bir kalabalığı, bütün bir müstakbel insanlığı kafasında taşıyan bir insandır” der, Ahmet Hamdi Tanpınar. Kendi iç dünyasında derinleşebildiği ve kendi hakikatlerine yaklaşabildiği oranda, diğer insanların hakikatlerine de varabilir bir yazar. Ve bir romancıyı iyi romancı mertebesine çıkaran niteliklerden biri de bunu hangi oranda başarabiliyor olmasıdır bana kalırsa.

Kasâme bir fıkıh terimi. Günümüzü de çok ince noktalardan temsil eden bir fıkıh terimi üstelik. Bu terimin anlamını burada da söylemenizi rica edeceğim ve asıl olarak kitaba bu ismi vermek nasıl aklınıza geldi?

Romanın ana çerçevesi, elli kişinin kadı karşısında yemin etmesi usulü üzerine kurulu olduğundan, roman için en uygun ismin “Kasâme” olacağı konusunda başından beri tereddüt duymadım.

Kelime olarak ‘yemin etmek’ anlamına geliyor kasâme. İslam Hukuku’nda, “Faili meçhul cinayetlerde cezai ve mali sorumluluğu tespit amacıyla cinayetin işlendiği bölge insanlarının veya maktulün yakınlarının yemin etmesi usulü” olarak tanımlanıyor. Farklı mezheplere göre farklı uygulamalar yoluna da gidilmiş. Sadece İslam ve Osmanlı Hukuku’na özgü bir kurum da değil, Hititlerde, Babillilerde, Yahudi toplumunda ve Müslümanlık öncesi Araplarda da uygulama alanı bulmuş. Tabii, temel bir hukuk ilkesi olan “cezanın şahsiliğinin” istisnasını teşkil ettiği için, günümüz modern hukuk sistemlerinde uygulaması yok. 

Kasâme kurumunun, anlatmak istediğim mevzu için iyi bir zemin olabileceğini düşündüm sanırım. Elli kişinin tek tek kadı karşısına çıkarak ‘Ben katil değilim, katili de görmedim’ şeklinde yemin etmesi, bu çok sesli akış, elli kişiden her birini, diğerleri ile ilişkileri aracılığıyla deşifre etmek bakımından bana bir alan açtı. Romanın belli seçeneklerini ve kalıplarını zorlayan ve bütünlük algısını alışılmışın dışında kurmamı gerektiren bir akış oldu bu, ancak aynı zamanda bana, özgürce hareket etme imkânı da sundu.

Meddahlık, taklit ve canlandırmaya dayanan bir tür anlatma geleneği. Siz, işlenen cinayeti, köy köy dolaşıp hikâyeler anlatan bir meddah üzerinden anlatmayı neden istediniz?

Meddah olaya kendisi dahil oldu aslında. Şimdi düşününce, hikâye içinde hikâyenin varlığı, çerçeve hikâye ile bağlantılı başka bir anlatıcının daha varlığına zemin hazırlamış olabilir. Sonuç olarak ben, meddahın çıkagelmesinden memnunum. Hikâyenin tam orta yerine kurulan bu tek kişilik tiyatro, romana perspektif ve derinlik kattı diye düşünüyorum. 

Yahudi bir ipek tüccarı olan Mihail ile evli bir Müslüman kadın olan Ayşe Hatun arasında geçen hüzünlü bir aşk hikâyesini anlatan Meddah Efendi’nin, tam da meddah geleneğinden gelen o mizahi dili ve üslubu, ana hikâyedeki mizahi üslupla kaynaştı ve ana hikâyeye de fantastik ve masalsı bir alan açtı.

Cinayet bir köyde işleniyor ve Kadı Efendi köydeki erkekleri sorgulamaya başlıyor. Diyaloglar ilerledikçe köyde dönen dolaplar boyut üzerine boyut kazanıyor elbet. Osmanlı döneminden şimdiki zamana erk yapının hiç değişmediğini söyleyebilir miyiz? Kasâme’yi bu yönüyle konuşmayı da istiyorum sizinle.

Kasâme, 17. Yüzyıl’da Osmanlı İmparatorluğu’nda geçen bir roman. Her ne kadar anakronizm tuzağına düşmemek ve bugünün hassasiyetlerini metne yansıtmamak için özel bir çaba sarf etmiş olsam da bu romanın 21. Yüzyıl Türkiye’sinde yaşayan bir yazar bakış açısıyla yazıldığının unutulmaması gerekir. Diğer taraftan, romanın kurgusu 1680 yılında gerçekleşen recm vakası gibi bazı tarihi bir gerçekliklere de dayanıyor. Bu tarihi gerçekliklerden günümüze baktığımızda, erkek egemen tahakkümün değişmediğini net bir şekilde söyleyebiliriz. Hani derler ya, “Güneş altında yeni bir şey yok.”

Atlamaksızın konuşmak istediğim tabii ki romanın kadınları. Havva Gelin, Yeter Ana, Ayşe Hatun günah keçisi olmaktan kurtulamayan tüm kadınlar adına varlar öyle değil mi? Kasâme erk sisteme bir eleştiri de getiriyor diyebilir miyiz?

Bu topraklarda yaşayan kadınların geçmişten günümüze söylediği ağıt çok da değişmemiş maalesef. Evet, Kasâme, erkek egemen sisteme bir eleştiri getiriyor diyebiliriz. Ancak belirtmem gerekir ki Kasâme, sadece kadın ve erkek arasındaki ataerkil toplum yapısından kaynaklanan asimetrik güç ilişkisine değil, tüm eşitsiz güç ilişkilerine karşı bir eleştiri getiriyor. Çünkü bence, şiddetin en temel sebeplerinden bir tanesi, eşitsiz güç ilişkileridir. 

Hikâyenin muhteviyatı gereği diyaloglara yaslanan bir hikâye Kasâme. Bir de o dönemin dil unsuru var tabii. Nasıl bir çalışma gerektirdi bu durum? Aslında çok zor bir tercih bu. Hem dönem hikâyesi olması hem de uzun diyalog tercihleriniz adına akıcı bir anlatım yakalanmış. Bu sebeple bu konuyu da konuşmak istedim.

Ben hukuk fakültesinde okuduğum yıllarda hukuk mevzuatı henüz öz türkçeleştirilmemişti. Eski dile, Arapça ve Farsça kelimelere olan aşinalığımın ve yatkınlığımın öncelikle bu durumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Diğer taraftan, dönem romanı yazmak o döneme ait okumalar yapmak gerekliliğini de beraberinde getiriyor. Ben de dönemin diline ve söyleyiş şekillerine aşinalık kazanmak bakımından bazı okumalar yaptım.

Kasâme’de sade ve dönemin ruhuna uygun bir dil kullanmaya çalıştım ve kullandığım dilde, az da olsa bir ritim, bir melodi aradım. Bu anlamda Kasâme’nin, içinde ritim duygusu barındıran bir metin olduğunu düşünüyorum. 

Roman yazmaya ve dönem romanı yazmaya devam edecek misiniz? Var mı üzerine düşündüğünüz, çalıştığınız yeni bir metin?

Roman yazmaya devam edeceğim. Üzerine çalıştığım yeni bir roman var ama henüz düşünce ve kurgu aşamasında. Ve evet, yine bir dönem romanı.