
Hakan Kaynar
Öncesi
Bu akşam,[1] Giray Kemer’le söyleşimiz var. Onun son kitabı hakkında konuşacağız: Türkçe Dublajlı İtalyan Filmleri Gibiyiz. Umarım altyazısız bir sohbet olur bizimki de. Hep şunu hayal ederim: çevremizde kimse yokmuş gibi söyleyebilsek her şeyi. Sanki bir meyhanede rakı içiyoruz, öyle bir özgürlükle. Hatta hayal ederken başlıyorum da buna, içimden geçen her şeyi söylemeye. Edebiyat buna imkân veriyor sanırım, önce söylüyor sonra da “ama bu kurmaca” diyor ya yazarlar. Şu içinde yaşadığımız zamanlarda buna bile izin yok artık. Ne gerçekte ne kurmacada özgür olamazsın, hep birilerinin duyarlılığını gözeteceksin. Ya bizi linç ederlerse?
Yıllar önce İAN Edebiyat için yazdığım bir yazıda Kemer’den “Ankaralı Bukowski” diye bahsetmiştim. Şimdi buna neden olan Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı kitabını yeniden okuyunca haksızlık etmişim dedim, kendime. Sonra düşündüm. Belki dedim buna beni teşvik eden kısacık metindeki sevişme sahnelerinin sayısıymış, sahnesi yoksa da bahsi, iması, dileği var. Oysa Bukowski’nin yanında bu romanın anlatıcısı daha çocuk sayılır. Ergenlikten yetişkinliğe geçtiği yıllarda, yirmili yaşlarda. Çok çabuk yaşlandırmış onu Ankara, matarasına Jack doldurup parklarda yürüyüşe çıkarken hırkasını unutmuyor. Sonra geçip gittiği sokaklarda eskiden ne vardı yoktu onu anlatıyor. Sanki hemen torun torba sahibi olmuş da, buralar diyor hep dutluktu: “Eski Anayasa Mahkemesi’ne kadar geldim. Atakule’nin seyir tepesinde, eskiden UFO Cafe’nin olduğu yerde renk renk ışıklar yanıyordu.”[2] Sonra içinden bir türlü çıkamadığı bir ilişkinin verdiği acıyla ağlıyor. Filmlere yakışır bir mizansenle onu mezarlıkta terk eden sevgilisini, sevgili denebilir mi bilemiyorum, bir türlü unutamıyor. Varsa onu seçen bir kadın, arzularının peşinden sürükleniyor. Boks yaptığı kulübe ondan ders almaya gelenlerden biriyle geçirdiği bir tatil gününün sonunda kadını “çekip, üzerine” aldığında, çünkü “Kıvrak ve ritim duygusu olan bir kadın için ideal pozisyon” budur, belirleyen o değil. Kadın birdenbire ağlamaya başlar. Önce “Git lütfen!” deyip karşılığı “Anlamadım” olunca da sertleşir: “Siktir git evimden”. (s. 31) Anlatıcının anlattığı diğer hikâyelerden şansını zorlamadığını tahmin edebilir okur. İkibinli yıllarda Ankara’nın Bukowskisi de bu kadar olur.

Giray Kemer’in kahramanlarının erkekliği naif. Kadınlardan, onlara dair arzularından bahsederken belki rahatlar, evet. Kendi kendilerine konuşurken, düşünürken de öyle. Ama onların karşısında küçülüyorlar sanki. İkinci romanın, Ses Veriyorum, başlıca iki karakteri de erkek. Birini ilk romandan tanıyoruz, Burak. Diğeri yaşça ondan büyük, çoğu sahnenin geçtiği Ankara manzaralı terasın sahibi, o anlatıyor. Anlatan sürekli hatırlıyor. Daha çok bir kadını. Burak sürekli konuşuyor, birden çok kadınla.
Ama bu iki romanın, roman denilebilir mi bilmiyorum, ortak noktası boşluklar bırakması. Bu boşlukları tamamlamayı okura bırakıyor yazar. Boksörün sevdiği, mezarlıkta çok gizemli bir şekilde “biz olamayacağız” diyerek onu terk eden kadını daha sonra da göreceğiz hep. Aralarında bir ilişki yok aslında. Aralarında olan sadece anlatanın karşılıksız duyguları. Aynı Ses Veriyorum’daki kahraman bir başka kadına kapılarak terk ettiği sevgilisini sürekli hatırlayıp vicdanını temizlemeye çalışırken nasıl gerçek olmayan bir ilişkiyi yaşamaya devam ediyorsa sırf boks yapıyor diye sert sandığımız erkek de bir yanılsamanın içinde yıllarca debelenip duruyor.
Son romanın da merkezdeki kahramanı bir erkek: Ahmet. Ama bu defa Giray Kemer, kahramanına hatırlatmıyor, sürüklenmesine şahit olarak yazıyor. Ahmet, genç bir avukat, işinden memnun değil, iyi kazanamıyor. Bir barda tanışıp arkadaş olduğu Sabi’yle beraber çalışmaya başladıktan sonra değişiyor hayatı. İlk tanışmada Ahmet’i heyecanlandıran bu kadın lezbiyen. Ahmet’e ve bize bu ilk gecede yaptığı gibi sürekli İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili hikâyeler anlatacak. Aralarında bir cinsellik bağı olmasa da, sanırım kadın olması yeterli, Ahmet’in geleceğini de yine o belirler. Sabi’nin sonradan istihbaratçı olduğunu öğrendiği asker babasının mirası kirli ilişkiler sayesinde bu iki genç avukat sadece formaliteleri hallederek birdenbire bir servete kavuşurlar. Pahalı arabalar, giysiler, gömlekler, saatler hatta tabancalarla süslenen bir yalancı bahar bu. Ahmet’in rastlantılara ve kadınlara bıraktığı hayatının ikinci birdenbire karşılaşması da tam bu dönemde yaşanır. İlk karşılaştığında elindeki kadehle aynı renkte elbise giyen çok gamzeli bir kadına aşık olur: Derman’a. Tam da o gün bir şarkıyı iki defa dinleyecekler: The End Of Dukkha. Kitapta bir kaç defa daha bu şarkının adını, daha bir çok başkalarının da.
Sonrası
Ka’nın[3] hemen Cinnah Caddesi’nin başında açılan yeni yerine girer girmez oturduğumuz koltuklarda Giray’a riskli değil mi bu dedim o sırada çalan şarkıyı kast ederek, okuma deneyimini düşündüğümüzde? Şarkıyı dinleyeceğiz diye metinden koparsak ne olacak? Giray, diyorum. Çünkü tanıyorum, halı sahada top oynadık, soyunma odasında gördüm onu. Neyse ki söyleşinin sonunda gittiğimiz meyhanede, dinleyenlerden biri, öyle ağırlamadınız birbirinizi arkadaşlığınızı hissetmedik dedi, umarım tanıştık diye değildir. Sorduğum soruyu hatırlıyorum da, Giray’ın cevabını unuttum. Şanslısın dedim sadece, kitapta geçen başka bir şarkıyı seçebilirdik başlamak için: “Güneşin batan kızılı dertli çaldım sazımı/ Sayende bilemedim ne kışımı yazımı”, bir Ankara pavyon havası.



Sohbetimiz bitip de dışarı çıktığımızda fark ettim ki, Ankara’dan neredeyse hiç bahsetmedik. Oysa ben edebiyatla yeniden bir bağ kurduysam bu şehirle ilgili. Belki özellikle son kitapta Giray, hikâyeyi Ahmet’in peşinden alıp Bodrum’a götürdüğünden oldu bu. Ankara çok az beliriyor metinde, sadece bir gece vakti terastan görünen ışıklarıyla. Bir de Ahmet’in karakterini anlattığı satırlarda. “Çok içemeyeceğini arkadaşlarına söyleyemediği için “ ‘Doktor alkolü azalt,” dedi” demiş biriydi. Bir rahatsızlığım olsun ki mecbur kalayım diye düşünüyordu. Ankara tam da öyleydi işte Ahmet için. Hem başkentti. Sevilmese de saygı uyandırırdı.” (s. 32) Ahmet’in ailesi onu ezecek kadar normaldir çünkü, ne birbirlerine ne ona tek yanlış yapmamışlardı. O da okulu hiç asmamış, babasının arabasını hiç kaçırmamış, eve geç veya sarhoş gelmemiş uyumlu bir tek evlat olarak büyümüş. Tek uyumsuzluğu bir başka şehirde yaşamak, Ankara’ya kaçmaktı. Asıl kaçılacak şehirdir Ankara, oysa tersini yapmıştı. Belki de bu yüzden şehrin ismi onun hikâyesiyle beraber de olsa çok az beliriyor metinde. Giray’ın kendisi burada belki ama zihni Ankara’dan kaçtığından ya da. Sonunda Ahmet de yapacak bunu, Ankara’dan kaçacak. Ama yine mecbur olduğu için, seçtiğinden değil.
Bunu da söyledi Giray. Aslında dedi ben kahramanlarımı daha ilk kitaptan beri Ankara’dan kaçırmaya çalışıyorum. Ses Veriyorum’un anılarına ve vicdan azabına takılı kahramanı romanın en sonunda Bodrum’a doğru yola çıkar. Birdenbire bırakmıştır her şeyi. Bürosunu, terasını. Ama başaramaz bunu. Aklı sonradan gelir başına, gerisin geri döner. Ama sanki özgürlüğü en çok “gibi” düzeyinde yaşayabilen son romanın kahramanı birdenbire başına konmuş derin devlet kuşunu aniden kovar, bunu yaptığında sarhoştur ama. Bunu yaptığında birdenbire bulduğu aşk yine birdenbire bittiğinden uzun sürecek bir depresyona dalmış, daha ilk metrelerdedir. Derman terk etmiştir onu. Hiç konuşmadan, sayfalar dolusu mektup bırakarak. Şu zamanda Vosvosla Ankara’dan Bodrum’a gidecek kadar kâğıttan bir kadın, editör: “roman yapıyor”. Neymiş, Ahmet değişmişmiş. O akşam Giray’a da söyledim. Sanki dedim, Ahmet’e haksızlık yapıyorsun bu ilişkiyi anlatırken. Her ne kadar Derman Ahmet’in değiştiğini söyleyip gitse de bu sadece Derman için geçerli. Biz okurların Derman’dan önce gördüğüyle sonrası arasında bir fark yok, ikisinde de bir denizyıldızı gibi. Kim alıp nereye götürüyorsa, oraya konuyor. Bir yerden diğerine gitmiyor mecburen kaçıyor, Ankara’ya veya Ankara’dan.
O akşam dedikodusunu yaptık kahramanların. Ben Ahmet’i hayatını değiştiren kadınlara karşı savundum, onun kendisinden daha güçlü gördüğü diğerlerinin de güçlü olmadıklarını düşündüm çünkü. Mesela dedim Sabi’nin roman boyunca anlattığı İkinci Dünya Savaşı hikâyelerinden birinin kahramanı Wojtek’den ne farkı var. Annesi avcılarca öldürülmüş bir ayı yavrusudur. Onlarla yaşar, büyür hatta sonra beraber savaşır. Bira verirler içer, sigarayı yanmıyorsa yer, yanıyorsa tüttürür. Sabi, Wojtek’in hikâyesini savaştan sonra “(…) İngiltere’de bir hayvanat bahçesinde ölene kadar mutlu mesut yaşar” diye bitirdiğinde Ahmet “Al, ödül sigaranı. Yeme ama!” diyecektir. Haklıdır, pejoratif anlamıyla Sabi de bir ayıdır. İstihbaratçı babasından miras derin devlet ilişkilerinin içine sürüklenirken çok direnmemiştir. Sonradan öğreneceğiz ki, Ahmet hayatındaki bir felaketi diğerine payanda yapıp kaçarak gittiği Bodrum’da, Sabi bir zamanlar durmak istemiştir ama ortağı hayır demiş. Sabi’nin gerekçesi Ahmet’tir kirlenirken, Sabi’ninse Ahmet. Nasıl Wojtek savaşın bir parçası olmayı kabullenmişse, bu iki genç avukat da hayat onlara ne getiriyorsa, sürüklenirler.
Bu yüzden Ahmet kaçtığı Bodrum’da aylar boyunca yıkanmayacaktır belki de. Bulaştığı kiri unutmak istemez. Sürekli onu terk eden Derman’la, daha doğrusu mektuplarıyla konuşur. Mektuplarını okumaya devam eder, biz de onunla beraber aslında Derman’ın gerçek Ahmet’e değil kurduğu Ahmet’e aşık olduğunu anlarız. O kadar kurucudur ki Derman, Ahmet’in kendisine yazdığı hediye notlarının bile nasıl olması gerektiğinden örnekler verir, en “pahalı” dolmakalemden memnun değildir, öyle en pahalısını değil araştırıp en kullanışlısını bulmasını istermiş çünkü, ama madem bunu aldın keşke şöyle bir notla verseydin diye yazıyor: “Montblanc 1970’lere kadar iyi dolmakalemler üretti. Sonrasında ise mücevher üretmeye başladı. Senin mücevhere ihtiyacın yok çünkü gözlerin var… İyi ki doğdun sevgilim.”(s. 82) Daha kahramanımız Ankara’dan Bodrum’a kaçmadan okuduğu mektuplardadır bu satırlar. Nedense onu konuşmak yerine geride sayfalarca mektupla onu terk ettiğinde, yani bilinçli hareketinin yol açacağı yeni koşullara şahit olamayacak kadar korkak olan bu kadını Ahmet hep iyi hatırlar. Giray yapıyor bunu aslında, bence Ahmet’e haksızlık ediyor. O akşam da söyledim.

Romanın üç kahramanının insanlık halleri üzerine düşünmek için kullanıyorum, kabul edelim. Her ne kadar Giray, iki küçük yan hikâye ile okura bir öneride bulunuyorsa da ben sadece bununla yetinmek istemedim. Giray’ın önerisi Ahmet’in sorumluluktan kaçan deniz yıldızı benliğiyle çocukluğu arasında bağlantı kurmamız. Bu hikâyelerden birinde Ahmet’in halk plajında gördüğü bir oğlan çocuğuyla annesini görürüz. Çocuk meyve suyu ister yerine şeftali soyar, patates kızartması der koca çantasından börek çıkarır. Yoksulluk haklıdır, peki şuna ne diyeceğiz. Boyundan büyük bir şemsiyeyi getirip dikmeye çalıştıktan sonra kan ter içinde pes eden oğluna yardım etmek yerine söylenir: “Dedim sana sen yapamazsın, o şemsiye olmaz, boşu boşuna yük. Burası taşlık. Ama yok. İnat! İlle dediği olacak. Babası kılıklı.” (s. 114) Yetişkin Ahmet kızar kadına. Belki daha sonra hatırlayacağı annesine kızamadığı için. Çocukluğunda avladığı bir balık kaçmasın diye “zıpkının ucunu parmağına geçirmiş” heyecanla kıyıya çıkarken annesi çoktan olay yerine gelmiştir, o çıkar çıkmaz “parmağına ne oldu” diye bağırdığında balık da kaçar, (s. 115) çocuk Ahmet’in erkekliği de. Tek başına olmasına izin verilmemiştir Ahmet’in.
Belki de bu yüzden, Ahmet’in içine sakladığı hiddeti şiddete dönüşür Ahmet’in. Aklının da arzusunun da önüne geçer. Yine başkalarının seçimlerinden etkilenir hayatı. Sabi’nin aşkı Damla’nın peşine düşmüş belalısını zaten ölecekken öldürür. Giray Kemer yeniden doğurduğunda kahramanını aslında onu yeniden en başa gönderir. Ahmet, benzerleri veya hayatı geldiği gibi yaşadığını zanneden hepimiz, hareketi hep rastlantılara, başkalarına havale edip bu konformizmi de çocukluğumuza bağladığımızdan, kaderimiz aynı çember içinde dönüp durmaktır. Belki de Giray’ın kitabın çıktığı gün, karanlık bir meyhane masasında gecenin sonunda bize okuduğu kısacık parçadaki gibi Ahmet’in yaptığına mecburuz, vazgeçmeye. Daldığında renkleriyle onu cezbeden bir denizyıldızını “Belki Derman’a götürürüm.” diye alıp çıkarken elinden kaçırır. Yine dalar peşinden ama bu sefer bir kulaç kaldığında ona ulaşmak için, vazgeçer: “Eli varmadı. Bir şey değişmeyecekti. Değil denizyıldızı, bütün Ege Denizi’ni bile götürse bir şey değişmeyecekti. Anladı. Yüzeye çıktı.” (s. 149)
[1] 19 Nisan 2022’de Ankara’da KA Görsel Kültür ve Sanatsal Düşünce İçin Mekân’da yapılan Hakan Kaynar-Giray Kemer söyleşisi.
[2] Giray Kemer, Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, 25. (Alıntılar bu baskıdandır ve bundan sonra yazıda parantez içinde gösterilecektir.)
[3] https://www.kaatolye.com/