Delidir, Ne Yapsa Yeridir

Sibel Ağlamaz

Deli dedin mi, duracaksın. Çünkü delinin toplumsal normların oluşumundaki rolü son derece kritik. Kendimize “normal”[1] diyebilmek için bir referans noktasına, yani bir anormale ihtiyacımız var. Diğer bir deyişle, nasıl olmamamız gerektiğinin sınırlarını çizen kişiye “deli” deriz.

Peki, bu sınırlar nasıl çizilir?

Aklıma ilk gelen cevap: yaşadığımız sosyal çevre ve içinde yaşanılan zaman. “Coğrafya kaderdir” diyenler yine haklı. Normallerimiz ve onlara uygun sosyal roller, genellikle içinde bulunduğumuz toplumun ve çağın egemen güçleri tarafından belirlenir. Biz farkında olsak da olmasak da, anormal davranışlar ve kişiler bu normallere göre tanımlanır. Bu yüzden bir çağın delisi, başka bir çağda âlim; bir toplumun kınadığı kişi, başka bir toplumda kahraman olabilir.

Neticede, sınırlarımızı çizen bu “kader” içinde delinin adı yoktur; ama toplumu bir arada tutmada önemli bir işlevi vardır. Çünkü delisiz bir toplum, her bireyin kendi kaderini özgürce belirleyebileceği bir yapıya dönüşür ki bu, tarih boyunca egemen güçlerin pek de arzuladığı bir durum olmamıştır. Belki de bu yüzden, delilik hep gündemde tutulmuş; anlamı ve tanımı zamanla değişmiştir.

Şimdi, bu deli figürünün bizden nasıl ayırt edildiğine ve zamanla değişen rollerine daha yakından bakalım.

Deliler Neden Dışlanır?

Tarih boyunca deliler, olağan dışı davranışlar sergileyen uyumsuz ve anormal kişiler olarak görüldü. Çünkü aklımız, “beklenmedik” durumları sevmez. Bilinmeyeni çeşitli araçlarla öngörülebilir hale getirmek ister. Fırtınayı ister Zeus yaratsın, ister atmosferdeki dinamikler açıklasın, kaos karşısında zihnimizin bir açıklamaya ihtiyacı vardır.

Sosyal hayatımızda da uyum şarttır. Çevremizin normlarına uygun kimlikler geliştirdikçe beynimiz dopamin, serotonin ve endorfin salgılar; kendimizi başarılı ve huzurlu hissederiz.

Örneğin, herkesin ilişkilerinden şikâyet ettiği bir akşam yemeğinde aniden ayağa kalkıp “Keşke ayrılsanız! Evlilikleriniz yalnızlığınızdan kaçmak için oynadığınız bir tiyatrodan ibaret!” diye bağıracak olsam, en mutsuz çift bile birbirine sevgiyle bakar ve “Acaba delirdi mi?” diye düşünür. Kimse düzeni bozmak istemez, tiyatro devam eder; ama ben bir dahaki sefere hem karnım aç hem de serotonin eksikliğinden mustarip bir deli olarak kuliste kalırım.

Hazır Rolleri Oynamayı Reddedenler

Ömrümüz boyunca farklı tiyatrolarda sahne alırız: evde, işte, okulda, arabada… Oynadığımız roller toplum ve çağ değişse de, içeriği aşağı yukarı bellidir. Ne olmamız gerektiği baştan belirlenmiştir; o rollere uyum sağlamak kolaydır.

Mesela Türkiye’de 21. yüzyılda: anne olmak, çocuklu bir kadın olmaktan; tek eşli heteroseksüel bir partner olmak, cinsel kimliklerin esnekliğinde sınır keşfetmekten; bayramlarda annesini arayan bir evlat olmak, kırk yaşında bekar bir beyaz yakalı olmaktan daha kolaydır. Haliyle birkaç kolay rol seçip kaderimize razı olmak ve toplumsal bir “serotonin banyosunda” yaşamak cazip gelir.

İçinde yaşadığımız toplumun normlarına yakınsayan rollerle kimliklerimizi inşa etmek aklıselim bir hareket gibi görünür. Bu normlar ister kutsal kitaplardan, ister anayasalardan, ister yaşam koçlarından ya da bir astroloji uygulamasından gelsin, bize iyi gelir. Zoru değil kolayı, kaosu değil uyumu tercih ederiz.

Deliler ise tam bu noktada gündelik hayatımıza girerek tiyatromuzun akışını bozar. Sosyal normlara uymayan halleriyle senaryo dışı oyunlar yaratır, alternatif yaşam biçimleri sunarlar. Bu durum seçtiğimiz rolleri ve tiyatronun akışını sorgulamamıza neden olur; endişe duyarız.

Nasıl yaparlar bunu?

  • Kıyafetleri, yemek alışkanlıkları bizden farklıdır: kiviyi kabuğuyla yerler, kıyafetleri sadece ısınmak için kullanırlar ya da hiç giymezler.
  • Cinsellik anlayışları bizim libidomuzu rahatsız eder. Tek eşliliğe bağlı kalmazlar; arzuyu ve acıyı öforik bir ayin gibi yaşarlar.
  • İnançları ve düşünceleri bizimkilerle çelişir. “Kâfir”, “dinsiz” gibi damgalarla damgalanır ve dışlanırlar.
  • Hayat hedefleri bizimkilerle örtüşmez. Anne olmak, beyaz yakalı olmak, Ferrari almak ya da kişisel gelişim kurslarına gitmek gibi arzuları olmaz.

Bunları görünce onları “hayvanca yaşayanlar”, “tutunamayanlar” ya da “bir baltaya sap olamayanlar” diye küçümseyip dışlarız.

Bizi Biz Yapan Deliler

Deliler, tiyatrolarımızdaki gerilimlerin kahramanlarıdır. Rolleri, biz normaller ile onlar anormaller ikilisini yaratmaktır.

Biz, onlar gibi hayvanca yaşamayız; biz medeni ve düzenliyizdir. Evimizde eşimizle yemek yer, işimize gider, vergimizi öderiz. Bu ikiliği oluşturduktan sonra çevremize bakarız; “Acaba diğerleri de benim kadar normal mi?” diye göz ucuyla kontrol ederiz. O bakışmalarla rahatlarız.

Böylece “Acaba dünyadaki gerçek deliler biz miyiz?” sorusunu bastırırız. Deliler, hastalık gibi korkutur ama sağlığımıza şükretmemizi sağlarlar. İstemesek de, varlıkları zamanla bizi daha sağlıklı kılar. Sonuçta deliler, bizim “insan gibi” olmamızı, inançlı, çalışkan ve makul bir sosyal hayat sürdürmemizi sağlayan dışsal bir onay mekanizmasıdır. Ancak görevleri burada bitmez. Aynı zamanda bastırdığımız arzuların, korkuların ve günahların taşıyıcılarıdırlar.

Günahlarımızın Keçileri Olarak Deliler [2]

Tarih, delilerin kulislerdeki rollerini pek de iç açıcı bir şekilde yazmadı. Sadece masadaki arkadaşlarının değil, tanrıların, kralların veya federallerin emirlerine uymamaktan mı bilinmez, cin geldi deliyi çarptı, musibetler öyle ya da böyle deliyi buldu ve kötü ruhlar anca delinin başına üşüştü. “Vardır bir sebebi” denildi; kötü her şey deliye yöneltildi ve dolayısıyla delirmek, tüm bu arsız günahların bir bedeli olarak görüldü.

Hâliyle toplumların en ünlü günah keçileri hep deliler oldu. Felaketler, sıkıntılar ve mutsuzluklar genellikle delilere atfedildi. Bazen deliler cadı olarak damgalandı ve iblisin işbirlikçileri olarak yakıldı; bazen melankolik, dramatik, histerik aşıklara dönüştü ve mecnun olarak anıldı. Ancak, toplumun akıllı bireyleri, dâhi bilim insanları ve yaratıcı sanatçılarının “deliliği” söz konusu olduğunda durum istisnaya dönüştü ve genellikle bu durum sıra dışı başka kılıflara sokularak göz ardı edildi.

Örneğin, Vincent van Gogh’un kesik kulağı veya Nikola Tesla’nın ücretsiz elektrik planları, delilik ve dâhilik arasındaki ince çizgiyi temsil etti. Ancak, sıradan insanların rollerinde böyle delilikler olmadığından, bu tip çizgilere gelmek çağın ‘otoriteleri’ tarafından pek hoş karşılanmadı. Olay bu tip insanlara gelince, deliydi ne yapsa yeriydi; ama bizim yerimiz o raddeye gelmemeliydi.

Kaynakça

Cacioppo, John T., Tassinary, Louis G., & Berntson, Gary G. (2007). The Neuroscience of Social Behavior: An Introduction to Social Neuroscience. Cambridge University Press.

Campbell, C. (2020). Günah Keçisi. Örnek Yayıncılık.

Jaspers, K. (1963). Deliliğin Genel Teorisi. İstanbul: Alfa Yayınları.

Szasz, Thomas. (1961). The Myth of Mental Illness: Foundations of a Theory of Personal Conduct. Harper & Row.

Scull, A. (1989). Uygarlık ve Delilik. İstanbul: Metis Yayınları.


[1] Norm kelimesi, Latince’de “kural, ölçü, şablon” anlamına gelen ve mimaride sıkça kullanılan bir cetvel türünü ifade ederdi. Zamanla, toplumsal, politik ve ideolojik süreçlerin etkisiyle, ‘kuralına uygun’, ‘standart’ veya ‘vasat’ anlamlarına evrildi ve insan davranışlarının sınırlarını belirleyen ideolojik bir cetvel haline geldi.

[2] Günah keçisi kavramı, Eski Ahit’te yer alan ve Yom Kipur (Kefaret Günü) sırasında uygulanan eski bir İbrani ritüeline dayanır. Bu ritüelde, toplumun tüm günahları keçiye yüklenir ve hayvan günahlarla birlikte çölde bir yere gönderilir. Keçi geri gelmedikçe, insanlar günahlarının sorumluluğundan uzaklaşmış ve toplumun gerginliği azaltılmış olur.