.

Andre Maurois’in “İklimler”i Üzerine

andre-mauroıs-ıklımler-tahsın-yucel-helıkopter-yayınları

Beyza Ünal

André Maurois, İklimler adlı romanında aşkın iki farklı dönemini, iki farklı iklimini anlatıyor. Aşkın kılınacak bir şey olmadığını, insanın yalnızca “başına gelen” bir şey olduğunu, bir mantık çerçevesi içerisinde incelenmesinin mümkün olmadığını gösteriyor bize İklimler; aşk ikiyüzlü ve aldırmaz, sorduğumuz hiçbir soruya cevap vermek gibi bir kaygısı da yok. Aksine, aşk büyük bir cevapsızlıklar çemberi, bir paranoya, yalnızca rollerin değiştiği bir tekrarlama zinciri. İşte aşkın bu iki farklı ikliminde, aynı kaderin farklı rollerle birlikte tekrar yazıldığını, ana karakter Philippe’in birinci eşi Odile sebebiyle duyduğu ıstırabı, ikinci eşi Isabelle’e ödetmesini okuyoruz.

Aşka aşık bir adam Philippe. Öyledir ki henüz erken gençlik çağlarında okuduğu kitaplardan tanıdığı, aşık olduğu, hatta idealleştirdiği kadınları var; tutkulu bağlılık gereksiniminin ilk belirtileri bu kadınlar, Kraliçe ve Amazon. Toy bir çocukken daha tutuluyor bu kadınlara ve fani ömrünü gerçek dünyanın kadınlarında onları arayarak geçiriyor. Onun için birine bağlı olmak, birine tapmak, birini idealize etmek birer ihtiyaç; yaşamakla, nefes almakla aynı şey neredeyse. Kendi varlığını böyle mümkün kılıyor Philippe.

Hayatından sayısız kadın geçip gidiyor, bazıları benziyor Amazon’una ama hiçbiri tam olarak o değil, biliyor. Her birinde ilgi çekici bir şeyler var fakat hiçbiri tapılmaya, hayatını adamaya uygun değil henüz. Ta ki, güzeller güzeli Odile ile tanışana dek. Onu ilk gördüğü anda biliyor ki Odile, Amazon’unun yeryüzündeki yansıması. Yaşama aşkı vardı onda, diyor onun için; çünkü Odile eli neye değse onu güzelleştiren, çiçeklerle donatan, yaşamın katlanılmaz can sıkıntısını yoğurarak onu bir orkestra dinletisine çevirebilen, yaşamın kendisine dokunabilen, bir kadından çok, bir ruh. Onu tapılası yapan şeyin ne olduğunu anlamak ise güç; kimselerin inkar edemeyeceği güzelliği mi, bazen çocuksu, bazen ise asileşen, tutarsız, soğuk tavırları mı? Yoksa çok da zeki olmadığını belli eden o saf cümleleri mi? Sanki ona bütünüyle ulaşmak imkansız. Zihnini dikenli tellerle çevrelemiş, içeriye kimseleri almayan, özgür bir ruh Odile.

Erkekle kadın başbaşayken, erkekte kadının çocuksu ağzını öpmek için yenilmez bir arzu uyandıran şeyin çoğu zaman kadının söylediği safça, hatta budalaca bir tümce olduğunu, kadının da erkeği en çok onun en ciddi, en sarsılmaz biçimde mantıklı olduğu sırada sevdiğini kim söylemişti?

Philippe için Odile güzel, kırılgan, korunmaya muhtaç bir kız çocuğu gibi; asi tarafları kamçılanmalı, zihninin kapıları buğulu bir şey kalmayıncaya dek aralanmalı. Hoştu, zayıftı, egemenliğim altındaydı, diyor Odile için. Onun özgür ruhunu bu iyi dekore edilmiş nahif evlerine sığdırabileceğini zannediyor. Oysa bazı günler yaşamak bir bardak çay, birkaç tereyağlı ekmek Odile için, hangi dakikayı yaşıyorsa, yaşamak tam olarak o, daha ötesi değil. Bu yüzden bir sonraki adımını tahmin etmeye çalışmak neredeyse imkansız, boşa bir uğraş.

Belki de insanları en çok bölen şey, kimilerinin her şeyden önce geçmişte, kimilerinin de yalnız içinde bulundukları dakikada yaşamalarıdır.

Nihayet Amazon’unu bulan Philippe, büyük bir bağlılıkla bağlanıyor eşine. Tüm hayatı onun etrafında dönmeye, tüm düşlerinde, tüm düşüncelerinde onu görmeye başlıyor. Onun için Odile’in olmadığı bir ev, bir hayat, bir fikir hayal etmek imkansız.

“İşte tutsağınız olarak karşınızdayım, kendim için hiçbir şey istemediğim, her şeyi sizin için istediğime göre, her şeye hazırım.

Odile için ise durum hiç böyle değil. Philippe’in onun gözündeki yerini hiçbir zaman tam olarak bilemiyoruz. Belki seviyor onu, belki de aşık, fakat fikirlerinde Philippe’den çok daha fazlasının olduğu aşikar. Çok daha asi, yasaklı düşünceler bunlar. Beğenilmeye, arzulanmaya duyulan bir ihtiyaç belki de. Güzel bir kadın olduğunun pekala farkında Odile, bu farkındalığı beslemek için duyduğu arzunun da farkında hatta. Ne yazık ki yalnızca Philippe yeterli olmuyor bu arzuyu beslemek için. İşte bu noktada, Philippe’in cehennemi, paranoyası, yeni hastalığı nüksediyor.

Kıskançlık, birdenbire çöküveren korkunç bir hastalık oldu. Odile’in ruhu üzerinde hüküm sürme isteği, diyor Philippe. Odile’in ağzından çıkan en ufak bir laf, bir mimik, bir jest bile artık bir şüphe yumağı Philippe için. Kendi döşediği, renk verdiği, ruh kattığı bu evlerinden dışarı bir adım dahi atmayadursun, Philippe için kabus başlıyor. Üstelik yersiz de değil bu korkusu. İçten içe biliyor, Odile’i tatmin etmeye, büsbütün mutlu etmeye yetmediğinin, başka adamların başka sohbetlerinden aldığı hazzın pek tabii farkında. Bir akşam birlikte katıldıkları davette, konukların arasında François denen bir adam da var, bir gemici. François’i ilk gördüğü an, daha o akşam anlıyor Philippe, korumak için aklını kaybettiği, bir kafeste saklamak istediği biricik eşinin artık zaptedilmesi zor bir kadına dönüşeceğini biliyor:

Çok iyi anımsıyorum o akşam yemeğini. Duygularım biricik kızını her şeyden çok seven, ama kaçınılmaz ve acı koşullar sonucunda onu korkunç bir salgına uğramış bir çevreye getirdiğini fark eden, umutsuz bir çabayla onu hastalık kapmadan kurtarmak isteyen bir babanın duygularıydı.

François Odile’in hayatında bir dönüm noktası, yeni bir ülke, yeni bir dil oluveriyor onun için, yeni bir hayat. Söylediği her şeyi büyük bir ilgiyle dinliyor, keşfedilmesi gereken bir dünya olarak görüyor onu. Belki de bir kurtarıcı; bu tekdüzeleşmiş evlilik hayatından onu çekip çıkaracak, ona hak ettiği diyarları gösterecek, yeni duygular tattıracak bir kurtarıcı. Zamanla ilişkileri hiç olmadığı kadar ilerliyor, sık sık buluşup görüşmeye, birlikte öğle yemekleri yemeye, gezintilere çıkmaya başlıyorlar. Philippe ise bu yakınlığın son derece farkında. Fakat reddediyor Odile, Philippe’i bir paranoyaya kapıldığına, tüm bunların birer kuruntu olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Fakat tüm bu çabaların nafile olduğunun o da farkında. Bir gün, o gün geldiğinde, tüm bunları Philippe’e açık açık anlatacağını ve onu terk edip gideceğini kendisi de biliyor. Aynı onun gibi, Philippe de kendisine cehennemi yaşatacak o günün gelmesini hem büyük bir hırsla, nefretle, hem de büyük bir ızdırapla bekliyor.

Roger Viollet/Getty Images
Andre Maurois

Niye onu seviyorum? Bu Philippe’in kendisine defalarca sorduğu fakat asla yanıtını bulamadığı o soru. Odile dünyadaki en güzel kadın mı? Ondan daha güzelleri de yok mu? O halde neden bir türlü kurtulamıyor ondan, bilmesine rağmen bırakamıyor onu? Neden onu seviyor? Dediğim gibi, aşk bize hiçbir zaman bir cevap verme kaygısı içinde değildir. Yalnızca sorular sordurur, bu soruların da manasızlığını yüzümüze vurmaktan çekinmez. Philippe sadece seviyor Odile’i, Odile’e dair her şeyi; onun dekore ettiği evlerini, onun çiçeklerini, onun şiirlerini, kitaplarını, artık üzerinde François’den izler taşıyan sohbetlerini dahi. Yaşamak buymuş gibi, bundan başka çare yokmuş gibi seviyor onu.

  From too much love of living,

  From hope and fear set free,

  We thank, with brief thanksgiving

  Whatever gods may be

  That no life lives for ever;

  That dead men rise up never;

  That even the weariest river

  Winds somewhere safe to sea.

“The weariest river..” diye yinelerdi sık sık, “en çelimsiz nehir, çok seviyorum bunu. En çelimsiz nehir benim Philippe..”

“Çıldırmışsınız siz,” derdim ona, “siz yaşamın ta kendisisiniz.”

Nihayetinde Philippe’in biraz korku, biraz hırs ve nefret, en çok ızdırap içinde beklediği o gün geliyor ve Odile, François’i sevdiğini, onunla gitmek istediğini, onsuz bir yaşam süremeyeceğini söylüyor Philippe’e. Bu anı kafasında kaç defa kurmuştu Philippe, arsız kavgalar etmiş, ağza alınmayacak sözler söylemiş, içindeki öfkeyi ve nefreti kusmuştu. Fakat hayır, kafamızda bin kere hayal ettiğimiz şey gerçekliğe dökülünce, tüm o öfke ve nefret yerini bir dinginliğe bırakıyordu. Korkunç bir sakinlikle dinliyor Odile’i, belki de çoktan bildiği, içinden sayısızca kez düşündüğü şeyi kelimelere döktüğü için bu kadar sakin; belki de paranoyak olmadığını anladığı için, bu kanıtlandığı için böylesine bir zafer hissi var içinde. Nefretle uğurlamıyor Odile’i,  ya da arkasından küfürler etmiyor. Onu her daim kırılgan, korunmaya muhtaç, aklı karışık bir kız çocuğu olarak hatırlıyor çünkü.

En tuhafı da, yanında duran, sevgi dolu Odile’den ziyade, kendisini terk etmiş, uzak olan Odile’i daha çok tapıyor, daha çok seviyor Philippe. Odile gitmiş olduğuna göre bir Tanrıça artık, bir Amazon, bir Kraliçe.  Çünkü uzakta olanı iadelleştirmek, tanrılaştırmak kolaydır: uzaktan kusurlar görünmez, ihanet de, aldatma da uzakta kalınca yalnızca birer hikayeye dönüşür. Elinde olandan fazlasını kaybetti şimdi Philippe, fakat bu ızdırap ona tanrıçasını yeniden bahşetmekle kalmadı, bir hikaye, bir kimlik yarattı belki de.

Hiçbir şeyi ciddiye almak istemiyordum, düşüncelere ve yaratıklara çekine çekine dokunuyordum, yitirince acı çekmeyeyim diye yitirmeye hazır bekliyordum.

Odile’in gidişinin ardından Philippe için yaşamak büsbütün bir can sıkıntısına dönüşüyor. Elindekinden fazlasını yitiren bir insan için geriye ne kalır? Odile’in hatırasından başka bir avuntusu kalmıyor artık Philippe’in. Artık gözünde daha da güzelleşmiş, daha da idealleşmiş, daha tapılası bir hale gelmiş olan o hatırası. Tam bu noktada şu soruyu soruyoruz kendimize: Neden hep giden daha kıymetlidir? Neden bir türlü yanımızdakiyle avunmayı bilmeyiz de, kaybettiğimizin ızdırabından bir haz duyarız? Artık çok uzaklarda olan Odile’in hatırası Philippe için bir tapınak şimdi, gece gündüz düşlerinde, ümitlerinde, ya bir gün gelirse diye bekleyişlerinde. François’in Odile’e karşı davranışlarının bayalığını ve kabalığını işitiyor dostlarından zaman zaman, Odile’in buna katlanmayıp kendisine geri döneceğini ümit ediyor. Fakat çok geçmeden haber geliyor: Odile başına sıktığı bir kurşunla intihar ediyor.

O an aklına hemen o akşam geliyor Philippe’in, hani küçük kızını tehlikeden ve bu adamdan koruması gerektiğini hissettiği, o ilk akşam. Ne yazık ki kader, belki de Odile’in seçimleri, kendi kendini yazıyor ve Philippe ne o akşam ne de ondan sonra koruyamadığı biricik sevgilisini sonsuza dek kaybediyor. Odile’in intihar haberi kesinlikle trajik, ilk iklimin, ilk sahnenin trajik sonu. Ardında ne bir mektup, ne de bir ipucu bırakmadan öylece bu dünyadan göçüp gitmeyi uygun buluyor Odile. Belki de gururu yüzünden yapıyor bunu. Gururu o kadar fazla ki, ölmek onun için hata ettiğini kabul etmekten daha kolay.

Tam bu kısımda, Philippe’in hikayesi son buluyor ve Isabelle’in iklimiyle tanışıyoruz. Bu defa, Isabelle anlatacak aşık olduğu adamı ve o adam Philippe’den başkası değil.

Aşkın büyük bir cevapsızlıklar çemberi, bir paranoya, yalnızca rollerin değiştiği bir tekrarlama zinciri olduğunu söylemiştik. Bu zincirin ucu Isabelle’in hayatına, yani Philippe’in ikinci eşine bağlanıyor. Odile’in ölümünden sonra yalpalayan, çeşitli kadınlarla görüşmeyi sürdüren Philippe için, en nihayetinde Amazon’undan bir parça dahi olsa bulabildiği tek kadın Isabelle. Aklı başında, sakin, durgun bir kadın o. Dikkatli hareketleri, asilikten uzak tavırları ise Odile’e hiç benzemiyor. Aksine, annesi tarafından hiç girmeyeceği bir savaşa hazırlanarak büyütülmüş Isabelle. Şımarmak nedir bilmemiş, övünmek, büsbütün mutlu olmak nedir; takıp takıştırmak, güzel elbiseler içinde balodan baloya gitmek nedir hiç öğrenmemiş. Sanki yalnızca annesinin kanatları altında, hiç gerçekleşmeyecek bir felaketi beklemiş. Belki de bunu beklerken haklıydı, diye düşünüyor insan ister istemez. Çünkü bu felaket Philippe’den başkası değil nihayetinde; Odile’in günahlarını Isabelle’e ödeteceğinden bihaber, mutlu bir evlilik yapıyorlar birlikte.

Evlilikleri başta sorunsuz, her yeni çift gibi onlar da mutlu, heyecanlı ve aşıklar. Isabelle aşkta oyunlara inanmıyor, oynamasını bilmediğinden değil yalnız, bu oyunları ucuz ve manasız bulduğundan. Tıpkı olduğu gibi, hissettiği gibi kendini açıyor Philippe’e, gururdan ve egodan uzak, en yalın haliyle. Philippe ise zamanla fark ediyor kendindeki kusuru: O, oyun oynamayan kadınlara tutulmaz. Amazon asidir, hırçındır, ulaşılması zordur. Oysa ulaşmak ne kolay Isabelle’e, tüm ruhunu bir çırpıda önüne sermeye hazır bir dinginlik var onun ruhunda.

“Sizde sevdiğim,

Sizi düşünmeye başlar başlamaz dalıverdiğim bu uzun ve haz dolu düş…

Bir hanım şövalye B.’ye şöyle diyormuş: Sizde sevdiğim.. Ah madam, diye sözünü kesmiş adam, neyimi sevdiğinizi biliyorsanız, yandım…

Sizde sevdiğim Isabelle…”

André Maurois bu kısımdan sonra, iki kaderin paralelliğini gözümüze sokmadan, dilin içine yedirerek, bize hiç fark ettirmeden işliyor hikayeye. Aynı Philippe gibi, Isabelle de kıskançlık ve paranoya denen o hastalığa yakalanıyor, ve yine içi boş şüpheler değil bunlar. Solange, güçlü, hayat dolu, çekici bir kadın; Philippe’in yeni kraliçesi, yeni Amazon’u.

Philippe’in Solange’e tam olarak ne zaman tutulduğunu kestirmek zor. Fakat paranoya denilen hastalığa çoktan yakalanmış olan Isabelle, Philippe’in ne zaman onunla görüşmeye gideceğini, ne zaman onun yanından geldiğini mimiklerinden, jestlerinden, tavırlarından hissedebiliyor. Onunla konuşurken büründüğü yeni karakterin bayalığından anlıyor ondan ne kadar hoşlandığını. Her ne kadar Philippe inkar etse de, Isabelle kuşkularının sebepsiz olmadığından emin. Kaldıramıyor bu durumu. Fakat sebebi ne kıskançlıktan, ne de aldatılmış olmanın verdiği o ızdıraptan. Kaldıramadığı şey bunlar değil, kaldıramadığı şey Philippe’in Odile’in hatırasına ettiği saygısızlık. Öyle ya, Odile’i o kadar çok dinledi, o kadar çok duydu ki Isabelle, başta ondan nefret de etse, bir süre sonra o da sevmeye başladı onu. Odile’in çocuksu yüzünü sevdi, meleksi güzelliğini sevdi, hatırasını sevdi, en çok da Odile’i seven Philippe’i sevdi. Ona göre kocasının bir parçasıydı Odile, kocası onun aşkıyla ızdırap çekerken ne güzeldi. Fakat şimdi Solange gelmiş, Philippe’i mest etmişti ve Odile’in hatırasına ayıp etmişti Philippe; Odile’i aldatarak, Isabelle’i de aldatmıştı.

Tuhaf ve acıydı, ama benim için acıydı her şeyden önce, yalnız acılı biçimde kıskançlık duyduğum için değil, Philippe’in Odile’in anısına bağlı kalmadığını düşünerek acı çektiğim için. onunla karşılaştığım zaman, kişiliğinin güzel yanlarından biri olarak hoşuma gitmişti bu bağlılık. Daha sonra, Odile ile geçirdiği yaşamın öyküsünü okuyunca, Odile’in kaçışı konusunda gerçeği öğrendiğim zaman, biricik aşkının anısı karşısında Philippe’in sürekli saygısına daha da hayran olmuştum. Odile’i hayranlık verici bir yaratık olarak düşündüğüm için daha çok hayran kalıyor, daha da iyi anlıyordum. O güzellik… O incelik… O doğallık… Sonra… O öylesine şiirli, öylesine canlı arılık… Evet, kendisini kıskandıktan sonra, ben de seviyordum şimdi Odile’i… Bana anlattığı biçimde, benim düşündüğüm ve belki de yalnız benim öyle gördüğüm Philippe’e bir o yakışırmış gibime geliyordu. Böylesine soylu bir dine kurban edilmeyi benimsiyordum; biliyordum yenildiğimi, yenilmişliği istiyordum, hoşgörülü bir alçakgönüllülükle eğiliyordum Odile’in önünde, bu alçakgönüllülükte gizli bir hoşnutluk, belki de saklı bir gurur buluyordum. Philippe’in Odile’e aşkının sürmesini kabul ediyor, hatta arzuluyorsam, ölmüş kadının beni canlı kadınlardan koruyacağına inandığım için istiyordum.

Artık Philippe’in her lafında Solange var, onun fikirleri, onun okuduğu kitaplar, onun ettiği muhabbetler, onun ruhu ve yaşamı. Philippe’in bu aciz dünyasını çevreleyen yeni bir koku ve yeni bir ruh Solange. Yeni Amazon kadını. Fakat çoktan evli olan Solange, uzun süren ilişkilerin kadını değil. Ona göre erkekler zaman zaman uğradığımız, bir şeyler paylaştığımız, birbirimize yeni öğretiler ve hazlar kattıktan sonra ayrıldığımız duraklar yalnızca. Bu yüzden Philippe ile olan o tutkulu ilişkilerinin de bir sonu geliyor ve Solange kendisine yeni bir sevgili buluyor. Bu esnada Isabelle ilk çocuklarını doğurmuş, ümitli olması gerek fakat değil; çünkü kocası bir kez daha kaybetti Amazon’unu. Tüm benliği Philippe üzerine kurulu Isabelle’in, o mutluysa Isabelle de mutlu, o üzgünse Isabelle perişan.

Solange’in ardından, bir süreliğine Philippe’in memleketi olan Gandumas’a gidiyorlar birlikte. Burada geçirdikleri haftalar Isabelle’e cenneti anımsatıyor. Çünkü artık önemli olan ne Odile’in hatırası, ne Solange, ne Amazon; bir tek kendisi kaldı Philippe’in yanında, nihayet. Birlikte gittikleri bu ufak gezintilerde Philippe’in yüzünde en ufak bir hoşnutluk belirtisi görmeyedursun, büyük bir gururla kabarıyor omuzları; tıpkı uzun zamandır fark edilmeyi bekleyen bir kız çocuğu gibi.

Bir gün birlikte yaptıkları bir gezinin ardından, hastalanıyor Philippe. Yatağa düşüyor. Doktora göre zatürre olmuş, hem de kötü cinsten. Isabelle daha o andan içten içe biliyor Philippe’in o yatağa bir daha kalkmamak üzere yattığını. Günlerini ona bakmakla, onunla ilgilenmek ve başında beklemekle geçiriyor. Tıpkı Philippe babasını ölüm döşeğinde gördüğünde, annesinin durmaksızın ona baktığı gibi. O an içinden geçirmişti Philippe, bir gün ben ölüm döşeğinde olduğumda, başımda bekleyip bana bakacak birileri olacak mı acaba diye. Fakat o ölüm döşeğinde, Isabelle başında durmuş alnındaki terlerini kurularken, Philippe Solange’nin adını sayıklıyor.

Çünkü aşk iki yüzlüdür, aldırmaz, ve hiçbir soruya cevap verme kaygısında değildir. Philippe’in Amazon’u oyunlar oynar, sinsidir, güzeldir, asidir; Isabelle ise hiç girmediği bir yarışı çoktan kaybetmiş, hiç yapmadığı hataların bedelini ödemiştir. Hiçbir zaman “neden?” diye sormaz Isabelle, kendini aşkına çoktan teslim etmiş, gurursuz, arsızca bir sevgisi vardır onun. Daha yaşasaydın seni mutlu edebilirdim sevgilim, diyor Isabelle en sonunda. Ama ne yazık ki yazgılarımızla isteklerimiz hemen her zaman çelişiyor.