
Esin Hamamcı
esin.hamamci@sanatkritik.com
Kent ve ekoloji eksenli görsel hikayeler üreten Demo Lab İnisiyatifi öncülüğündeki “Sessizlik Biçimleri” adlı sergi, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evinde 10 Aralık’ta ziyarete açıldı. Eş küratörlüğünü M. Cevahir Akbaş ve Derya Ülker’in üstlendikleri sergide 16 sanatçının eserleri yer alıyor. Mekân ve özneler üzerinden sessizleştirme politikalarının farklı görünümlerinin aktarıldığı sergide fotoğraf, video, kolaj ve ses yerleştirmesi gibi çeşitli medyumlar görülebilir. Sergi 17 Ocak gününe kadar, Pazar günleri hariç her gün 18:00’e dek ziyaret edilebilir.
Tanıklıklar ve gözlem yoluyla kentin ve toplumsal yaşamın görsel belleğini tutmayı hedefleyen inisiyatif, yaşam dinamiklerindeki değişime odaklanır. Bekir Dindar ile M. Cevahir Akbaş’ın temellerini attığı Demo Lab, bu sergi ile, dayatılan bir sessizliğin yaşamdaki yeri ve temsil ettikleri üzerine farklı bakış açıları sunmaya çalışır. Ses atmosferinde bir potansiyel arar. Geçmişe giderek, sessizleştirme politikalarının daha çok hissedilmeye başlandığı ve yoğun toplumsal muhalefetle karşılandığı 2013’ten, bugüne, pandemi sonrası gündelik pratiklere uzanır.
Sergide yer alan çalışmalar iki ana eksende, kent ve ekoloji politikaları ile toplumdaki belli kimlikleri, grupları hedef alan baskı politikaları altında toplanabilir. Bu iki ana eksen aynı zamanda serginin Emirkan Cörüt tarafından gerçekleştirilen ışık tasarımına ilham verir. Mekân üzerindeki politikalar alansal bir kırmızı ışıkla ifade edilir, bu ışık altında distopik bir kartpostal oyunu, ziyaretçileri bekler. Işıktan çıktığı anda renklerine kavuşan fotoğraflar hala tuhaftır, çünkü pandemideki kapanmalar sırasında sokaklarda çekilmişlerdir. İkinci uygulama, kimliklerin etrafını saran, odayı dışarıdan kuşatan, kırmızı, çizigisel bir ışıktır. Bu ışık aynı zamanda Sansüre Karşı Susma Platformu’na da ev sahipliği yapan Kıraathane’nin binasını (özellikle karanlıkta) görünür kılar.
Sergi kataloğunun oluşum süreci de bir birlikte örme ve düşünme denemesidir. Çisel Karacabe, Suzi Asa ve Burcu Yaşin’in ortak yazıları Bir Şeker Otunu Akustik Biçimlerle Örme Denemesi, yazarlarının sesinden, Eren Eryol’un eş zamanlı dinleme olanağı sunan ses kurgusuyla işitilebilir. Bu yazıyı, Merve Şen’in dinlemeyi politik bir eylem olarak ele alan yazısı takip eder. Katalog tasarımı aynı zamanda sergi asistanlığını üstlenen Tahir Akkurt’a aittir ve Berkay Yahya’nın grafik düzenlemeleri ile Merve Şen’in editörlüğünden geçmiştir.
Esin Hamamcı, eş küratörlüğünü M. Cevahir Akbaş ve Derya Ülker’in üstlendikleri Demo Lab İnisiyatifi öncülüğündeki Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde açılan “Sessizlik Biçimleri” adlı sergisi üzerine konuştu.
Derya Ülker, 2010 yılından beri Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Temel Sanat Eğitimi bölümünde çalışmaktasınız. Susma Platformu danışma kurulu üyesisiniz. Aynı zamanda çeşitli koleksiyonlarda eserleriniz bulunmakta. Kalabalık arasındaki ağ ilişkileri ve mekân üzerine çalışmalarınız var. Mekânda sizi bu kadar etkileyen nedir? Mekânla nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Derya Ülker: Resmin ana meselesini mekân ve zaman yaratmak olarak görüyorum. Biçimleri, renkleri, tonları ve deseni anlamlı kılan şey, John Berger’in dediği gibi resmin tanrısı olan boşluk. Hiçbir şeyi iki veya üç boyutlu mekân kategorisi dışında düşünemiyoruz. Söylediğiniz gibi kalabalıkların resmini yapıyorum ve onlara bir habitat sağlar gibi meydanlar, açık alanlar oluşturmaya çalışıyorum. Bunlar genellikle çok iyi tanımlanmamış, dönüşmeye açık mekânlar. Zaman içinde, resimlerimdeki figürlerin ölçekleri küçüldükçe mekân problemi büyüdü ve ona odaklanır hale geldim. Aklımda hep Judith Butler’ın işaret ettiği müttefik bedenlerle dönüşen kamusal mekân vardı; sokaklarda olmak, bir araya gelmek üzerine düşündüm ve bunun imgelerini yakalamaya çalıştım.
Pandemi ise iç mekânla ve sanal mekânla ilgili düşüncelerimi biçimlendirdi. Manuel Castells’in söz ettiği sanal uzamda ilişkilenmeyi, ağlar örmeyi deneyimlemem bu döneme denk geldi. Demo Lab’ın koordinasyonunu üstlendiği ve sonradan kolektifleşen İzole Project bu deneyimlerden biriydi.
M. Cevahir Akbaş, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde fotoğrafçılık üzerine yüksek lisans yapıyor ve bir öğretmen. Eserleri çeşitli sergilerde yer aldı. Demo Lab’in kurucusu ve fotoğraf editörü. Bize hikâyenizi anlatmak ister misiniz? Kentin ve toplumsal yaşamın görsel belleğini tutmayı amaçlayan Demo Lab nasıl kuruldu?
M. Cevahir: Üniversitede fotoğraf eğitimine başlama ile birlikte kentin hikayeleri ve sosyal meseleleri her zaman odağımda oldu. Bekir Dindar ile birlikte çalışmalarımız bu eksende yoğunlaştıkça bu tür çalışmaları bir araya getireceğimiz bir inisiyatifi kurmayı ihtiyaç olarak hissederek yola çıktık. Demo Lab zaman içinde evrilerek ve kendini geliştirerek günümüzdeki haline ulaştı diyebilirim. Artık sadece bu tür çalışmalarla sınırlı değil aynı zamanda editoryal bakış, tematik sergiler ve farklı yayınlarda çalışmalarını sürdürerek bu tür çalışmalara da alan sağlayan bir yapıya dönüştü.


Kent ve ekoloji bağlamında kurulan Demo Lab İnisiyatifi bugüne kadar neler yaptı? Ve neler yapmayı planlıyor?
M. Cevahir: Demo Lab, ortak çalışmaya imkân yaratan projeler tasarlamak ve bunlara alan yaratmak, inisiyatif partnerleri ve davet ettiği sanatçılarla çalıştığı temalar üzerinde sergileri koordine etmek, kürate etmek, çeşitli alanlarda sunumlar yapmak ve workshoplar vermek gibi başlıca çalışmalarda bulundu.
Bu tür çalışmalara devam etmenin yanında, gelecekte planladığımız çalışmaların içinde yayınlar çıkarmak, yeni projelerimiz için iş birlikleri kurarak bir mekâna dönüşmek ve arşivimizi paylaşıma açmak var diyebiliriz.
Eş küratör olarak iki ismi bir araya getiren ortak bakış açıları nelerdi?
M. Cevahir: Aslında Demo bünyesinde hiçbir şey birden ortaya çıkmıyor. Bir biriktirme ve devamlı birbirimizle paylaşma üzerinden gelişiyor diyebilirim. Bu sergide de böyle oldu. Sessizleştirilme politikaları devamlı gündemimizdeydi ve üzerine kafa yorarken buluyorduk kendimizi. Bir de bu paylaşımlarımıza paralel makale, söyleşi veya çalışmaları birbirimizle paylaşıyorduk, bu kavramın üzerine gitmek istememiz eş küratörlüğü organik bir şekilde beraberinde getirdi.
Derya Ülker: Cevahir fotoğraf üzerine editoryal çalışma konusunda deneyimli, ben başka bir disiplinden bakıyorum. Demo Lab sayesinde o disiplin açılıyor, esniyor. Ses ikimizin de yeni keşfetmeye çalıştığı bir alan. Cevahir’in konuk sanatçılar ve yazarlar ile tüm sergi sürecini katılımcı hale getirmesi çok kıymetliydi. Salgının kentte yarattığı sessizlik, yaşanan izolasyon üzerine nerdeyse iki yıl konuştuk. Bunun mekâna etkileri üzerine düşünürken dönemi temsil eden belgesel görüntüler birikmeye başladı, serginin kavramsal çerçevesini oluşturdu. Sessizlik diye adlandırdığımız şey neydi? Hangi tarihe kadar izini sürebiliyorduk? Bu noktada ortak bir bakış açısını aynı toplumda yaşama ve üretme çabasına, hislere, duygu atmosferine borçluyuz. Umarım bu bakış açısı sergi izleyicisi, dinleyicisine de geçmiştir.

Sergi 3 odadan oluşuyor. Video odasına bakacak olursak, burada bir nevi bellek kaydı sergileniyor. Türkiye’nin geçmişine odaklanıyoruz. Bu odada belleğin sunumu üzerine ne söylemek istersiniz?
Derya Ülker: Bu odadaki üç çalışma belgeleme, arşivleme, belleğe katkı sunma aşamasında belli bir etikten hareket ediyor. Nazım Serhat Fırat, yaşananları içeriden bakarak belgeliyor, videosu sözün yetmediği yerde sesle, nefesle duyguyu aktarıyor; Tolga Akbaş süreç görselleştirmesiyle olağan bir tanıklığı aşan etik izleme, peşine düşme, mekânın izini sürme yöntemini benimsiyor; Eren Eryol ise müzisyen Ağahan Yerdelen’in acı bir şekilde sessizleşmesini kendi yaşantısı ile düğümlendiği yerden anlatıyor. Onun susmuş enstrümanını incelikle düşünerek sergiliyor. Bu yaklaşımı sergi metninde tanıklık sözcüğü ile anlatmaya çalıştık. Photojournalism’in etik duruşu tanıklığa, yerinden bildirmeye ancak yerelin, esas öznenin sesini bastırmamaya özen göstermeye dayanıyor. Özellikle sessizleştirilmiş özneler söz konusu olduğunda bu etiğe sadık kalabilmek gerçekten çok zor.

Sergi alanının diğer bir salonunda “özne”nin sessizliğine odaklanıyoruz. Kadının, iktidar karşısında ötekileştirilenlerin, sessizleştirilenlerin hikâyesine odaklanıyoruz. Öteki kavramını bu sergi bağlamında açmak istesiniz neler derdiniz?
Derya Ülker:Baskı gören kimlikler içinde hangi etnik köken ve dinden olursa olsun kadınların ortak bir kaderi var. Bu nedenle herkes susarken, ev içi ve dışı şiddet yaygınlaşır, İstanbul Sözleşmesi lağvedilirken kadın hareketi sessizleştirilmeye karşı direndi.
En başından beri modernizm erkek egemen biçimde tasarlanmış ve tek boyutlu insanı inşa edebilmek için kadını öteki olarak ilan etmişti. Sanata veya siyasete baktığımızda durum çok da farklı değil. Berger ve Baudelaire kadını seyirlik olarak konumlandırırken erkeği ideal izleyici sayarlar. Ötekileştirilen özne, nesne olmaya doğru itilir. Avangardlardan bile kadını açıkça dışlayanlar vardır. Bu ikili cinsiyet ayrımının dışında kalanların temsil olanağı ise neredeyse hiç yoktur. Andreas Huyssen, modernist tasarı içinde yer alan yüksek sanatın ve kültürün ötekisi olan kitle kültürünün, onun peşini bırakmayan hayaleti olduğunu söyler. “Hayalet”in varlığı rahatsız edicidir, ama o var oldukça “hayalet olmayan” yaşadığını duyumsar. Nasıl ki klasiğin karşıtı vulgardır, erkek egemen kültür de büyüyebilmek için denetleyebileceği bir başka kültür üretir. İktidarın denetimden çıkmış bir toplum korkusu ile erkeğin kadın korkusu özdeşleşir. Bu tuhaf bir durum çünkü her ikisi de hem zayıf hem de korkutucu bulunur. Özel alana kapatılma da bununla açıklanabilir; ancak özel olan politiktir ve kadınlar dışlandıkları kamusal alanlara zamanla sızar.
Kent ve ekoloji politikaları bu sergide de bir sese dönüşüyor. Kadın hakları için yürüyüşler, doğa karşıtı tesislerin yapılmaması için toplu yürüyüşler serginin önemli bir halkasını oluşturuyor. Burada bedenlerin birlikte ses oluşu söz konusu değil mi?
Derya Ülker: Sessizlik kavramı olumsuz bir yerden ele alınıyor, ses çıkarmanın olumluluğuna/ ses çıkarma sorumluluğuna vurgu yapılmak isteniyor aslında. Serginin adında bile sesin yokluğu, eksikliği dikkati çekiyor. Ses çıkartmak, varlığı ortaya koymanın bir yolu. Titreşim, hareket, toplumsal hareket, hepsi ses kaynağı. Evet, çok doğru, bedenlerin birlikte ses oluşunu göstermek, sessizlik kavramı ile bir zıtlık oluşturuyor. Çünkü sessizlik en çok, ses çıkmasını beklediğimiz bir noktada dikkatimizi çekiyor.
Buradaki ses, sessizleştirilmeye karşı, tek perspektifi parçalayarak çoğalan, kolektif bir ses. Sergi metni yazarları da buna vurgu yapıyor: Suzi Asa, ses atmosferine dahil olmaktan, Çisel Karacebe tek sesin tahakkümünün dışına çıkmaktan ve işitme ile bir dayanışma duygusu yaratmaktan, Burcu Yaşin duyumsayan bedenin dinleme deneyiminin politik ve kolektif etkilerinden, Merve Şen ise sessizliğin bir duyma ve bilme biçimi olduğundan söz ediyor. Buradan estetiğin tüm bedene yayılan gerçek anlamına doğru ilerlediğimizi hissediyorum.
M. Cevahir: Seslerin birbirine karışması gereken kamusal alanlar sessizleşirken veya tek sesliliğe mahkum olurken sadece mekânlar sessizleşmedi, dolaylı olarak da hayatlarımızdaki karşılaşmalar da kesintiye uğradı. Bu noktada bedenlerin görsel çalışmalarımız üzerinden bir sese dönüşmesi bir hatırlatma aracı olarak da görülebilir. Bir noktada sessizliğin üzerine gitme ve tartışmaya açma da diyebiliriz.

Toplumun belirli bir kesiminin bilinçli “sessiz” bırakılışı da serginin konusu. Otorite karşısında sessiz kalmak ya da belli kesim tarafından ötekileştirilerek diğer tarafın sesinin kısılması gibi… Fotoğrafların sessizliğin, ses olması söz konusu. Siz bu noktada fotoğrafların işlevi hakkında ne söylemek istersiniz?
M. Cevahir: Fotoğraf mekanik doğası gereği bir kayıt cihazı olma özelliğini hep korudu. Fotoğrafın işlevini hem üretilenin belge niteliğiyle düşünebiliriz hem de fotoğrafçının tanıklığı üzerinden anlattığıyla yaşama ve başkalarına aktarma rolü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Demo Lab bu rolü temel referans alarak kurulmuş ve çalışmalarında fotoğraflar üzerinden haber vermeyi, sözünü söylemeyi bir ilke olarak benimsemiştir. Sessizlik meselesine de aynı açıdan bakıyoruz, fotoğraflarımızla yaşananları ve atmosferi aktarmaya çalışıyoruz.
“Şehre bakma” olgusu sizin için ne demek?
M. Cevahir: Kentte yaşayan ve deneyimleyen herkes, yaşadığı kenti tahayyül ettiği bir biçimde zihninde oluşturuyordur. Bu noktada kent değişirken ve dönüşürken kayıtsız kalmak bence biraz buna ters düşüyor. Yer yer elimizden bir şeyler gelmese de en azından itirazımızı ve hislerimizi bir şekilde ifade etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ben bu konudaki düşüncelerimi güncel sanat üzerinden ifade etmeye ve tartışmaya açmaya çalışırken yaşadığımız zamana da bir not bırakmak gibi.
Derya Ülker: Şehre bakmak, yaşadığımız ama aynı zamanda dönüştürdüğümüz yere ve zamana bakmak benim için de. Tarihsel bir kesite bakar gibi.