
Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Abdullah Ezik, 212 Photography Istanbul festivali kapsamında Türkiye’deki sanatseverlerle buluşan Helena Blomqvist ile fotoğraf çalışmaları, “The Last Golden Frog” ve “Florentine” başlıklı fotoğraf serileri üzerine konuştu.
Gothenburg Üniversitesi’nden mezun Helena Blomqvist, İsveç’in en önemli sanatçılarından biri.
Blomqvist, fotoğrafları ile bilinçaltımızı sorgulamaya zorluyor ve bizi tanıdık ama yabancı bir ortamda hiçbir şeyi bozmadan yürümeye çağırıyor. Eski kartpostalları ya da masal kitaplarının sayfalarını andıran fakat onların aksine mükemmeliyetçiliği temsil edercesine kusursuz simetri ve durağanlık dolu fotoğraflarının içine girince bunların aslında her bir parçası sanatçı tarafından tek tek hazırlanmış sahneler olduğunu görüyoruz. Bu sahnelerin olağanüstü bir özenle, usta bir işçilikle ve dikkatle yaratıldığını ise fark etmemek imkânsız. Yani aslında bu fotoğraflarda sanatçının rüyalarında geziyor, modeller ve mankenler kullanarak yarattığı hikayeleri dinliyorsunuz. Sanatçının ışığı ve gölgeyi alabildiğine net kullanmaktaki yeteneğini gözler önüne seren Florentine serisi ile modern ve “Instagramlanabilir” bir sirk getiriyor Helena Blomqvist karşımıza. Florentine, eski bir balerin. Bir sanat eseri. Yakın dönem tarihimizin tanığı ve gördüklerimiz onun fotoğraf albümlerinden düşenler… The Last Frog serisi ise bambaşka ama iyi bildiğimiz bir dünyanın fotoğrafları: “Her an yeryüzünden silinebilme tehditi, bundan kaçış isteği ve buna karşı protesto” olarak anlatıyor Blomqvist bu serisini. Fotoğrafların kahramanlarının maymun olması bir fabl anlatımı yaratırken “Başka duygular da mümkün,” diyor sanatçı ve ekliyor; “Bu fotoğraflarda arkadaşlık, birlik olmanın gücü ve protesto var.”
Eserleri Moderna Museet, Stockholm, Karolinska University Hospital, Stockholm, Hasselblad Foundation, Gothenburg, Borås Art Museum, Borås gibi kurumların koleksiyonlarında yer alan Blomqvist’in, Florentine, The Last Golden Frog, The Elephant Girl ve sadece kendi adını taşıyan 4 fotoğraf kitabı var.
212 Photography Istanbul festivali aracılığıyla Türkiye’deki sanatseverlerle buluşuyorsunuz. Öncelikle Türkiye’deki izleyicilere kendinizi nasıl tanıtırsınız?
Fotoğraflarımda rüya gibi fantastik bir evren yaratıyorum. Model ve çeşitli aksesuarlar kullanarak fotoğraflarım için parça parça, küçük, senografiler hâlinde bir dünya inşa ediyorum. Genellikle sezgisel bir biçimde çalışıyorum ve görüntüleri benzersiz bir şekilde bana ait olan, karmaşık ve öznel hikâyelerle iç içe geçiriyorum.

Fotoğraf, bir sanat dalı olarak özellikle de pandemi koşullarında sanırım herkes için daha da anlamlı bir hâle geldi. Bu durum bana kalırsa birçok sanatçıyı da farklı şekilde etkiledi. Pandemi ve fotoğraf ilişkisi, bir sanatçı olarak sizin fotoğrafa yaklaşımınız üzerine ne söylersiniz?
Tüm sanat galerileri ve müzeler kapandığı için sergi imkânlarının giderek azalması beni ciddi anlamda etkiledi. Yeni sanatsal üretimler yapmak yerine daha çok kamusal alanda sergilenebilecek işler üzerinde çalışmaya başladım. Tüm bunlarla birlikte pandemi döneminde fotoğrafçılığa yaklaşım biçimim pek değişmedi, hâlihazırda yeni seriler üzerinde çalışıyorum.
Bana kalırsa sizin fotoğraflarınızda en dikkat çeken şey, fotoğrafınıza yansıttığınız atmosfer. Bu atmosferi sizin için bir kimlik olarak da tanımlayabiliriz. Fotoğraflarınızın arka planında nasıl bir hazırlık süreci var?
Her şey benim bir fotoğraf için bir fikir edinmemle başlar. Öncelikle onun eskizini yaparım, sonra görsel için malzeme toplamaya başlarım veya küçük bir senografi kurarım; bir heykel yapar ve gerekirse bizatihi kendim dikerim. Bazen arka plan fotoğraflarını çekmek için seyahat etmem gerekir. Fotoğraflarımda kullanmak istediğim senaryo ve çizimleri hazırlamak genellikle bu sürecin en çok zaman alan kısmını meydana getirir.


Fotoğraflarınızda kullandığınız modeller, mankenler, kıyafetler ve renkler söz konusu eserlerin ciddi bir hazırlık sürecinin ardından bizlerle buluştuğunu hemen fark ettiriyor. Fotoğraf sizin için bir kurgu, yaratılan bir sahne midir?
Hayal gücü benim için itici bir güçtür. Hikâye bana anlatıya sahip bir film gibi değil, daha çok bir rüya, bir ruh hâli veya bir filmden/sahnelenen belirli bir ânın en önemli dönüm noktalarından biri gibi gelir.
İzleyici bir fotoğrafın neresindedir? İzleyici sizinle bir fotoğrafın derinlerine mi dalmalı yoksa dışarıdan bir gözle söz konusu sanat eserini mi değerlendirmelidir?
İzleyicinin fotoğraflarımın derinliklerine dalmak istemesi bana harika hissettirir.
Fotoğraflarınız ilk bakışta sanki bir masaldan fırlamış gibi oldukça renkli ve heyecanlı bir çağrışım yapıyor, ancak biraz yaklaşıp derinlere indiğimizde karşımıza bambaşka bir dünya çıkıyor. Fotoğraflar üzerinden inşa ettiğiniz bu sahneler ve onların arka planında yatan hikâyeler üzerine ne söylersiniz?
Fotoğraflarımdaki anlatılar kökenini düşüncelerimden ve hayal gücümden alır. Bu nedenle belki tüm işlerim otobiyografik değerlendirilebilir. Yaratmaya kendimden başlıyorum ama aynı zamanda çok sezgisel çalışıyorum. Çağdaşlarım ve çevremdekilerden onların ruh hâllerini yakalıyorum. Nesli tükenmekte olan türler ve yaşlı kadınlar gibi beni gerçekten ilgilendiren temalar üzerinde sıklıkla çalışıyorum. İzleyicileri kendi dünyama davet etmek için bir peri masalı imgesi kullanıyorum ve umarım işlerim, ona bakanlarda belirli duygulara neden olur.

Florentine serisinde ışık ve gölgeyi kullanma biçiminiz, bu unsurların fotoğrafa kattıkları değer hikâyenin anlaşılabilmesi için büyük bir önem taşıyor. Işık ve gölge, nasıl olur da bir fotoğrafın anlatısını/hikâyesini, sanatçının vermek istediği atmosferi bu denli etkileyebilir?
Fotoğraflarıma dair fikir vermesi için eskiz yaparken ışığı düşünüyorum, benim için ışık ve renkler eserdeki hissiyatı belirleyen temel şeyler. Farklı tonlarında sihirli bir his ortaya çıkarmak için genellikle uzun pozlama süreleri kullanıyorum.
The Last Frog serisinde iki farklı düşünceyi, yeryüzünden silinme riskini ve buna karşı girişilen bir mücadeleyi gündeme getiriyorsunuz. Her canlı/varlık, geride bir iz bırakmak mı ister? Fotoğraflara yansıyan bu düşüncenin kökeninde ne var? Bir fotoğrafçı olarak bu konu sizin hangi açıdan dikkatinizi çekiyor?
Çevre sorunları, iklim değişikliği ve 6. kitlesel yok oluş fikriyle yakından ilgileniyorum. Hâlihazırda var olan birtakım sorunları gidermek için bir şeyler yapmaya çalışmak için bize düşen çok büyük bir sorumluluğun olduğunu düşünüyorum. 2007’de The Last Golden Frog serisini ürettim. Burada vahşi hayvanlarımızın çoğunun yakın gelecekte sonsuza dek yok olacağı gerçeğiyle yüzleşmek için açık bir anlatıma sahip bir tür masal kurguladım. Resimlerimdeki unsurlar “Kurtuluş Piyadesi” etrafında bir araya gelerek yok oluşlarını protesto ediyorlar. Ayrıca bu sırada ömrünün son gecesini yaşamakta olan “son altın kurbağa” ile tanışıyoruz. Altın kurbağa, iklim değişikliği nedeniyle nesli tükenen ilk türlerden biriydi.
Son bir soru olarak, ilerleyen dönemde gerek Türkiye’de gerekse uluslararası platformlarda bizi neler bekliyor?
Şu ara içerisinde bulunduğumuz bugünlerde dolaşan, ayrıksı bir hayvan çetesi üzerine yeni bir görsel seri olan “Son Altın Kurbağa”nın devamı üzerinde çalışıyorum. Sergiyi Finlandiya’nın Helsingfors kentindeki Forsblom Galerisi’nde göstereceğim.