Abdullah Ezik
Mert Öksüz, Muharrir ve Matbuat: On Dokuzuncu Asırda Yazarlık Mesleği ve Babıali Çevresinde Yayıncılık Faaliyetleri başlıklı kitabında 19. yüzyıl Osmanlı coğrafyasında matbuatın izini sürerken aynı zamanda profesyonel anlamda yazarlık kavramının nasıl geliştiğini açıkça ortaya koyuyor. Matbaanın Osmanlı’ya gelişi, zaman içerisinde geçirdiği serüven, Bâbıali ve çevresinin bu bağlamdaki önemi gibi meseleler kitap boyunca tartışmaya açılıyor.
Abdullah Ezik, Mert Öksüz ile Doğan Hızlan Edebiyat Eleştiri ve İnceleme Ödülü’ne değer görülen Muharrir ve Matbuat kitabı üzerine konuştu.
On dokuzuncu yüzyıl şüphesiz bütün dünyada olduğu gibi Osmanlı coğrafyasında da birçok farklılığın söz konusu olduğu önemli bir tarihsel süreç. Siz de geçtiğimiz yıl yayımlanan, aynı zamanda Doğan Hızlan Edebiyat Eleştiri ve İnceleme Ödülü’ne değer görülen çalışmanız Muharrir ve Matbuat’ta bu tarihsel süreci yayıncılık faaliyetleri üzerinden ele alıp kuşatıyorsunuz. Öncelikle metnin merkezinde yer alan söz konusu bu tarihsel sürece giden yolda, matbuatın Osmanlı coğrafyasındaki seyrine dair neler söylersiniz?
Bu sorunun cevabı biraz uzun olacak. Matbaanın ve yayıncılığın Osmanlı coğrafyasında yerleşik hâle gelmesine giden süreç Türkiye’nin kültür tarihi ve modernleşme çabası bağlamında çok sorgulanmıştır. Matbaanın bu tarafa geç gelmesinin hem gerekçesi merak edilmiş hem matbaasızlık yaygın bir geç kalmışlık göstergesi ilan edilmiştir.
Matbaa getirilseydi kolektif bir aydınlanma hedefi ya da toplumsal çapta bir kitap talebi yaratılabilirdi ama bunlar ıskalandı gibi bir yorum 15. yy. şartlarının toplumsal bilinci ve bireysel ilgiler düşünülürse romantik kaçar. Demek istediğim bu zaten olamazdı, kitap ve okuma ilgi gösterilecek bir şey değildi ama başka bir ihtimal, bir siyasi ihtiyaç, dinî kontrol veya tebliğ amaçlı belirgin bir fayda sağlayacağına inanılsaydı Osmanlı Devleti’nin matbaayı çok erken kullanacağını düşünüyorum. Biraz daha açayım. Gutenberg matbaasını İstanbul’un fethinden kısa süre önce faaliyete geçirdi. Fatih Sultan Mehmet’in kütüphanesinde de inkunabel denen beşik devri baskıları ve yazma haritalar bulunur. Demek ki İstanbul’daki Sultan, Batı’daki matbaanın farkında olmasının yanında kişisel bir meraka da sahip. Matbaa 15. yy. şartlarındaki doğuşunda Avrupa’da dinî ve siyasi fayda amaçlı kullanıldı. Kutsal kitap ve dinî metinlerin yanında matbaayla endüljans basıldığı ve Osmanlı Devleti’ne karşı cephede ittifakları desteklemek için matbaayla üretilmiş kitapçıklar, broşürler düşünüldüğünde daha çok siyasi açıdan, Avrupa üstünde kuracağı propaganda baskısı ve kolektif hareketleri kontrol noktasında matbaanın bir faydası olacağına inanılması matbaanın erken dönemde resmî kuruluşunu sağlardı düşüncesindeyim.
Dinî metinler için konuşursam Luther İncili’nin matbaanın Batı’daki temel yayılma sebeplerinden biri olmasının karşısında Kuran Mushafı’nın kutsallığı Batı’dan gelen matbaayla üretilmiş bir Kuran’ın dolaşıma girmesinin önündeki engel olarak kabul edilebilir. Batı’da Müslüman toplumun kabul etmeyeceği metin yanlışlarıyla veya tepki çekecek başlıklandırmalarla piyasa çıkmış Kuran’lar da yayımlanmıştır. Belki bunlar da dinî metinlerin matbaayla üretilmesine karşı bir mesafe koymaya neden olmuştur. Nitekim Müteferrika matbaasının kuruluşunda da dinî metinlerin kapsam dışında tutulduğu görülüyor.
Bilindiği gibi Gutenberg’ten kısa süre sonra Yahudiler İzmir’de ilk matbaayı açarlar. Sonra Ermenilerin ve Rumların matbaaları da kurulur. Şikâyetler ve çatışmalara bağlı bazı engel ve yaptırımlar mevcut ama devletin matbaaya topyekûn karşı olmadığı ortada. İbrahim Müteferrika ve Said Efendi’nin ortak girişimleriyle ortaya çıkan resmî matbaa ise 1729’da ilk kitabını basar.
Aradaki boşluğu yorumlama açısından en makul açıklamaların bunlar olduğuna inanıyorum. Toplumun din dışı konulardaki yazılı materyale ihtiyaç duymaması, dinî metinlere ve özellikle Kuran’a Luther İncili gibi her evde ve bireysel sınırlarda ihtiyaç duyulmaması, Mushaf yazımında kutsal bir tutum benimseme ve bence en önemli gerekçe siyasi propagandaya henüz gerek görülmemesi. Örneğin Mahmut Raif Efendi’nin hazırladığı Tableau des Nouveaux Réglements de L’Empire Ottoman (1798) Osmanlı Devleti’nde salt propaganda amacıyla basılmış bildiğim ilk matbu kitaptır ve sadece Fransızca 200 nüsha hazırlatılmıştır. Demek ki matbaa gerektiğinde kullanılmaktadır. Ama bu amaçlı ilk kullanımında bile dil Fransızcadır, keyfiyetten değil ihtiyaç olmadığı için Türkçe değildir tabii ki. Türkçe okura dönük girişimler 30-40 yıl sonra ortaya çıkar. Demek ki o zaman da bu tip bir bilgilendirme, propaganda gereksinimi doğmuş.
Toplumsal ilgiden ise 18. yy. şartlarında bile bahsedilemez. Müteferrika’nın yayımladığı kitapların hemen tamamı hatırı sayılır bir entelektüel seviye ve uzmanlık gerektiren, özenle seçilmiş yayınlardır. Demek ki özel bir grup hedefleniyor. Bunlarda da tabii ki düşük bir satış grafiği yakalanmıştır.
Osmanlı toplumu tabii çok uluslu, çok kültürlü ve çok dilli bir yapıya sahip. Bu yapı içerisinde ilkleri takip etmek, neyin merkezde neyin ötede olduğunun izini sürmek oldukça güç. Böyle bir yapı içerisinde matbuat hayatının seyrini siz nasıl görüyorsunuz? Osmanlı’da yayıncılık faaliyetleri müslim ve gayrimüslim tebaa arasında nasıl bir seyir hâlindeydi?
Başlangıç açısından söylediğim gibi Yahudi, Ermeni ve Rum Osmanlı vatandaşları resmî matbaadan ve Türklerden çok daha önce yayıncılık sektörüyle ilgileniyorlar. 19. yy. ve Bâbıâli özelinde konuşacak olursam Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve tabii ki Acemler ayrıca Araplar bunların yanında Levantenler, Marsilyalı Henri Kayol, Londralı Churchill gibi uzak ülkelerden meşhur figürler var. Dergilerin sayfalarında unutulmuş pek çok isim bir yana Churchill’i bugün Türkiye’deki lise öğrencileri bile tanıyor. Dünyada böyle bir çeşitlilik birkaç yerde olabilir. İstanbul bu açıdan eşine az rastlanır bir ayrıcalığın şehridir.
Bâbıâli’de bugün Türk edebiyatının 19. asrında meşhur olmuş yazarların ve yayıncıların büyük kısmı özellikle Ermeni kitapçı-yayıncılarla yakın ilişkilere sahiptir. Çoğu farklı derecelerden rütbe ve nişan sahibi bu Ermeni kitapçıların da birer ticaret erbabı olarak tahmin edebileceğiniz gibi okul kitaplarının satışı, süreli yayınlar çıkartma ve ruhsat alma süreçleriyle ilgili olarak devletle iyi ya da yakın ilişkileri var. Bazıları çok meşhur olmuştur. Yazarlık yanında yayıncılık faaliyetleriyle tanınan ve Kayserili bir Rum olan Teodor Kasap dışında Ermeni Filip Şahinyan, Arakel Tozluyan, Artin Asaduryan, Karabet Keşişyan, Kayseriyan kardeşler, Mihran Nakkaşyan, Kanaat Kitabevi kurucusu Yahudi İlyas Behar bunların bazıları. Ebüzziya Tevfik, Ahmet Mithat, Ahmet İhsan gibi matbaaları, yayımladıkları süreli yayınları ve telif tercüme kitaplarıyla edebî alanı kökten biçimlendirmiş Müslüman Türk yazar ve yayıncılar bu kitapçı ve yayıncılarla yakın çalışıyor ve şahsi ilişkilere sahipler. Özetle söylersem Osmanlı İstanbulunda Müslüman Türkler dışında diğer azınlıkların etkisi belirginken özellikle Ermeni ve Acemlerin yayıncılık alanında öne çıktığını söyleyebilirim.
Yazarlığın bir meslek olarak ele alınması, değerlendirilmesi ve onun üzerinden hayatın kazanılması önemli bir dönüm noktası. Artık bu aşamada gönüllülükten profesyonelliğe geçiş söz konusu. Bu geçiş nasıl olur? Yazarlık, on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı coğrafyasında nasıl ve hangi şartlarda bir meslek hâline gelmiştir?
Profesyonel yazarlığın ortaya çıkışı bir gazetede iş bulmakla ya da okur nezdinde tutacak bir dergi gazete çıkarabilmekle oluyor. On dokuzuncu asır şartlarında başka bir yöntem bilmiyorum. Osmanlı şartlarında bu geçişin olabilmesinin imkânları da bir yönüyle memuriyetle ilişkili. Çünkü yazarlık ve genelinde kültür dünyasıyla ilgili olabilmek için gerekli kültürel ve sosyal sermaye sadece memur ailelerin erişimine açık. O hâlde geçiş dediğiniz süreçle ilgili verilmesi gereken karar, genç memur adayının yaşamını yeni kurulan ve devletin kontrollerine açık bir alanda riske atıp edebiyat dünyasında ilerlemesi ya da daha konforlu bir memuriyet yaşamını tercih edip unutulmasıdır. Burada bir toplumsal baskı bulunduğu da dikkat çeker. Bir memur adayı delikanlının Bâbıâli’nin aile fertlerine hiç de çekici görünmeyen yazar ortamlarında sonu tehlikelere açılabilecek bir hayata yelken açması hiç kimsenin bilhassa bir annenin istemeyeceği bir maceradır. Bugün bile atanma, kadro gibi sözcükleri düşündüğümüzde kastettiğim duyguyla ilgili bazı karşılıklar bulabiliriz. Riskleri göze alıp edebiyatın, yazının ve toplumsal bilinçte etki uyandırmanın keyfine varan isimler ise o güzergâhta devam etmişlerdir.
Yazarlık giderek bir meslek hâline alırken bu süreçte ön plana çıkan belirli yazar, entelektüel ve yayınlardan da söz edilebilir. Bu bağlamda başı çeken, yazarlığı profesyonelleştiren isimler kimlerdir? Hangi yayın ve entelektüeller bu süreçte ön plana çıkmıştır?
Özellikle Ahmet Mithat bu noktada bir ilk olarak sayılır. İstifa edip yazarlık ve yayıncılıkla karnını doyurabileceğine inanıp başarılı olmuştur. Ebüzziya Tevfik, Şemsettin Sami, Kemal Paşazâde Sait yazarlık mesleğinin yayıncılıkla beraber oldukça kârlı olabileceğini ilk kez gösterenler arasındadır. Pek çok bakımdan Ahmet Mithat’a benzeyen Ahmet İhsan Tokgöz de hem yazarlık hem yayıncılık yaparak hatırı sayılır kazançlar elde etmiştir. Mahmut Sadık, Abdullah Zühdü, Süleyman Tevfik, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim gibi isimler de profesyonel yazar diyebileceğimiz ilk isimlerdir. Ama önceki cevabımla bağlantılı bir şey söylemem gerekiyor. Bu isimlerin hepsi hayatlarında ya mecburi ya isteyerek memurluk da yapmışlardır.
Yayın olarak ise Ahmet Mithat’ın Tercüman-ı Hakikat örneğinde bir romanı önce tefrika hâlinde okura sunduğu görülür. Aynı metni sonradan 16-32 sayfalık cüzler olarak tekrar piyasaya çıkarır. Ardından kitap bütünlüğünde bir kez daha satışa koyar. Buradaki profesyonellik ve ticari bilinç dikkat çeker. Bizde ticari bir form olarak cep kitaplarını ilk kez piyasaya sokan Şemsettin Sami’nin sözlük çalışmaları da profesyonel bir yazar olarak geçinebileceği kadar yüksektir. Burada kaçırılmış bir imkânı da hatırlatmak lazım. Telif tiyatronun Osmanlı’da siyasi gerekçelerle arka plana düşmesi yazarlığın profesyonelleşmesi noktasında bir talihsizliktir düşüncesindeyim çünkü profesyonel bir yazar grubunun doğuşu için mecburi olan ticari kâr tiyatrodadır. Örneğin Gedikpaşa tiyatrosu için Güllü Agop’a yazdığınız oyunlarla canlı performans üstünden bir gelir kazanırsınız ve bu metni bastırdığınızda ayrıca bir kitap geliriniz de olur. Yeni Türk edebiyatı dediğimiz alanın ilk ürünlerinde tiyatro çok revaçtadır zaten.
Yazarlığın bir meslek olarak benimsenmesinde gazeteci edebiyatçıların rolü nedir? Bu gazeteci edebiyatçılar, yazarlığa bir meslek olarak nasıl yaklaşmışlardır?
Soruyu bir adım daha ileri götüreyim. Gazeteci edebiyatçı dışında on dokuzuncu asır şartlarında kaç yazardan söz edebilirsiniz. Aklıma Hâmit geliyor, yarım kalmış bir tiyatro tefrikası vardı galiba ama ona şair diyebiliriz. Bunun dışındakiler, yukarıda saydıklarım ve diğerleri şöhretlerini büyük oranda gazeteciliklerine veya oradaki kısa-uzun kariyerlerine borçludurlar. Gazeteci edebiyatçıların mesleğe yaklaşımları ise bizim edebiyatımızı da temelden etkileyen şeydir. Bu yaklaşımın bazı olumsuz yönleri gündelik yazıları yetiştirme telaşı, tefrika yayımlamanın getirdiği tekrarlar, fıkracılık anlayışının tumturaklı görünen tespitlerinin altındaki kısmi sığlıktır. Bunlar sınırlı zamanda çok çalışmaya mecbur bırakılmanın ürettiği kaçınılmaz sonuçlardır. Gazeteci edebiyatçılarla kurulmuş bir edebî alanın faydası ise didaktik, pedagojik ilgilerle ihtiyaç duyulan toplumsal faydanın sağlanması ve biraz geç kalınmış sağlam nesir dilinin hızlıca örülmesidir.
On dokuzuncu yüzyılda matbuat âlemindeki en önemli tartışmalardan birisi de dil meselesi. Siz de kitapta bu konu üzerinde duruyorsunuz. Peki bu süreçte dönemin yazarları dil meselesine nasıl yaklaşmış, ne tür bir hareketliliğin parçası olmuşlardır?
Meslek olarak yazarlığın gazetede yazmakla yakın ilişkisinden söz ettim. Hem bu ilişki hem de profesyonel yazarlığın roman türüyle ilişkisi nesrin güçlenmesini mecbur tutar. Dünyadaki örneklerinde de görüldüğü gibi modern bir devlet ve uluslaşma süreci kuvvetli bir nesir olmadan olanaksızdır. Edebî modernleşme de bu çerçevede nesrin hakimiyetinin artması demektir. Bu süreç bizde dilde sadeleşme gibi daha genel kapsamlı başlıklarda ele alınmıştır.
On dokuzuncu yüzyılda yayıncılık faaliyetlerinin ciddi anlamda toplumu eğitme, yönlendirme ve biçimlendirme meseleleriyle yoğun bir şekilde ilgilendiği söylenebilir. Böyle bir atmosferde Osmanlı entelektüelini/yazarını harekete geçiren en temel dürtü nedir? Osmanlı entelektüeli nasıl zamanla bir kamuoyu yönlendiricisi olma rolünü üstlendi?
En basit şekilde söylersem acelecilik kaynaklı bir telaşın yanında çok açık görülen bir naiflik. Böyle bir telaşa Osmanlı Devleti’nin hemen tüm kültürel üretimlerinde rastlanır. Bir biçimde sorunların çözümleri için ortaya konan reçetelere uygun söylemler üretilir: Batı’nın fenninden istifade etmek, çok çalışmak, okumak ama illa yararlı şeyler okumak gibi. İstifadeli olmayacaksa roman okumanın ne kadar gereksiz ve tehlikeli olduğuna dair yazılıp çizilenler azımsanmayacak derecededir. Gerekçe belli. Çünkü roman ne de olsa bir eğlencedir fen değildir. Roman yazılacaksa bile arada uygun mesajlar ve ahlaki dersler verilmesi gerekir.
Beli romantik davranıyorum ama bir önemli ve çok takdir edilesi yönün de naiflik olduğuna inanıyorum. Yayın dünyasındaki didaktik yönelimlerin büyük kısmı “sözde” ya da egoistçe değildir, naifçe bir samimiyet içerir. “Terakki” amacı dergiler, kitaplar, gazetelerde her dinî ve sosyal grubun hedefidir ve saflık bu niyete karşılıksız bir değer katmaktadır.
Okur açısından da durum aynıyla devam eder. Kitapların ciltlerine gösterilen özenden, gazetelere yazılmış mektuplardaki safça takdir ve teşekkürlere, süreli yayınlarda çıkan ve ödülü bir kitap olan matematik bulmacalarının cevapları için her hafta gönderilen 80-100 mektuba kadar. Bu öğretici tutum sadece 19. yy. için değil sonrasında da Türkiye’de uzunca bir süre devam etmiştir.
Bâbıâli hem siyasi, hem sosyal, hem de kültürel anlamda Osmanlı İstanbulunun en önemli bölgelerinden biri olagelmiş, bu yapı cumhuriyetten sonra da uzun yıllar işlevini sürdürmüştür. Bir erken dönem yayıncılık merkezi olarak Bâbıâli’nin ne tür bir işlevi vardır? Yayıncılık faaliyetlerinin özellikle Bâbıâli çevresinde gelişmesinin temel sebepleri nelerdir?
Tabii ki gazetelerin bugünkü iletişim olanakları bulunmadan belli haber kaynaklarına ve siyasi gelişmelere hızlıca erişebilmesi buranın bir yayın merkezi oluşunda etkilidir. Ama Bâbıâli’nin bir yayıncılık merkezi olmasının doğal nedenleri var. Coğrafi, siyasi, kültürel ve ticari merkez de burası. Bâbıâli Caddesi’nin başlangıç noktası Milyon Taşı’ndan yaklaşık 500 metre uzakta, burası zaten bir merkez, bir geçiş noktası. Tren istasyonu, liman, posta, gümrük, ticaret, borsa, banka hepsi gazete ve edebiyatla sanıldığından çok daha yakın ilişkilidir ve tamamına Bâbıâli’den kolayca ulaşırsınız. İstanbul’un farklı semtlerinde de matbaalar bulunmasına rağmen bir yayın ve kültür merkezi sadece burada ortaya çıkmıştır.
Hemen bütün hatıralarda bu caddenin yazarlar için kariyerleri ve gençliklerine dair anlamlar ürettiğini görürsünüz. Mesela Beyoğlu, Galata’dan da çok söz edilir ama oranın metinlerdeki anlamı kariyer çevresinde kurulmaz. Bâbıâli ise kurallarıyla, yalanlarıyla ve acımasızlıklarıyla yazarların kendilerini ilk kez gösterdikleri ve hayatta kalıp yükselmenin rekabete bağlı biçimlendiği bir fikir, kültür ve edebiyat pazarı. Eşsiz kültürel çeşitliliği ve merkez oluşuyla ürettiği fırsatlar ve çoğu yazarı şekillendirici bir etki gücü de bulunuyor. Tabii hakkında yazanlar güzideler olunca Bâbıâli’ye dair üretilmiş metinlerde yaşam üstüne kurulmuş düşünce ve imgelerin gazete binalarına, kaldırımlara, kitapçılara ve diğer meslektaşlara yansıtılması kaçınılmaz oluyor. Bâbıâli’nin anlamları bizler için buralar hakkında yazanların ürettiği bakış açısından kaynaklanıyor çünkü.