Seval Şahin
Metis Yayınları ve Sanat Kritik ortaklığında 17-18 ve 24 Kasım’da Aynalıgeçit’te düzenlenen konuşmalar; 15 Kasım’da açılan ve 15 Aralık’a kadar Sanat Kritik’te görülebilecek sergiyle bir edebiyat şölenine tanıklık ettik, ediyoruz.
Bilge Karasu Günleri için yaklaşık iki yıl çalıştık. Müge Gürsoy Sökmen’in kapısını çaldığım ilk andan itibaren hep beraber, hevesli ve verimli bir çalışmanın içine daldık. Karasu’yu, Türkçenin bu büyük yazarını 21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlarken bu yüzyılın kuşaklarına taşımak, onun metinlerinin bu yüzyılda farklı kuşaklarda nasıl alımlandığını tartışmak bu günlerin temelini oluşturdu. Bu sebeple Karasu’yu sesle, sözle, sohbetle, tartışmayla ve görsellikle kuşatacak günler olsun istedik, çünkü ne de olsa onun edebiyatı sesi, sözü, sohbeti, tartışmayı, görselliği barındırıyordu. Çok sevdiğim bir kelime var “duymak”. Duymak, hem işitmek hem hatırlamak, hem de hatırladığını gözünün önüne getirmek, demek. Kısacası Karasu’yu bu anlamda, duymak ve duyurmak istedik.
Bilge Karasu Günleri’ni planlarken birçok etkinlik bir arada yer alsın istedik, bu sebeple bu günlerin başlangıcından bahsetmek isterim. Hazırlık sürecinde, sempozyum konuşmalarının yanı sıra özellikle genç kuşaklara ulaşmak için bir podcast serisi yapmayı da önermiştim ve benim editörlüğümde geçen yıl ekim-aralık aylarında “Yazı ve Düşünce: Bilge Karasu” başlıklı bir podcast serisi yayımlandı. Bu seride Aron Aji, Cevat Çapan, Nilüfer Güngörmüş Erdem, Orhan Koçak ve Tansu Açık ile Bilge Karasu üzerine konuştuk. Aron Aji, bildiğiniz gibi Bilge Karasu’nun kitaplarının İngilizce çevirmeni. Aji burada Karasu’nun metnini bir başka dilde ifade etmeye çalışırken onun kelimeler arasında kurduğu ilişkiyi, sesi ve müzikaliteyi İngilizcede verme girişimindeki uğraşın çevrildiği dile kattığı zenginlikten bahsetti. Benzer bir şey 2. günkü çeviri oturumunda Karasu’nun çevirmeni Sylvain Cavaillès tarafından da ifade edildi. Örneğin Göçmüş Kediler Bahçesi’ne kendisinin seçtiği ifadenin Fransızcada bir “tuhaflık” yarattığını ancak başlıktaki imgeyi de bu şekilde kurduğunu belirtirken, çevrildiği dile bir başkalık katmış olmaktan bahsediyordu.
Cevat Çapan ile yaptığımız podcast söyleşisinde Karasu’nun dönemindeki edebiyatçıları ne kadar çok etkilediğini, onlara okuma önerileri verdiği, onlarla metinler üzerine tartıştığı, yazdıklarını okuduklarını söyledi. Ayrıca Vüs’at O. Bener’in edebiyatında Karasu’nun büyük bir rol oynadığını, ve hatta Turgut Uyar şiirindeki ani ve büyük dönüşümün sebebinin Karasu olduğunu tespit etti.
Nilüfer Güngörmüş Erdem, Karasu’nun metinlerindeki akılcılığı ve bunun ardında hani neredeyse bir psikanalist tavrının olduğunu söyledi. Nitekim benzer bir yaklaşım Erdem gibi kendisi de bir psikanalist olan Tevfika İkiz tarafından da dile getirildi.
Karasu’yu yakından tanıyan Tansu Açık bu podcast serisinde Karasu’nun denemeci, kuramcı yönünden bahsetti; okuduğu kitaplara, etkilendiği kuramcı ve filozoflara değindi.
Orhan Koçak, Turgut Uyar şiiri üzerine yazdığı Bahisleri Yükseltmek’te Karasu’nun Turgut Uyar’ın düzyazıdaki karşılığı olduğunu söyledi. Böylece Cevat Çapan’ı da desteklemiş oldu. Bu poscastleri sergiyi gezerken dinleyebilirsiniz.
Şimdi gelelim sempozyuma.
Murathan Mungan’ın açılış konuşmasıyla başlayan sempozyumun ilk iki gününde odak noktası çoğunlukla Karasu’nun dili oldu. Onun, Troya’da Ölüm Vardı’da hiç görünmeyen bu Öztürkçe kelimelerin sonraki yıllarda kullanımının giderek arttığı ve Gürbilek’in ifadesiyle bir Karasu lehçesi haline geldiği farklı yönlerden sorunsallaştırıldı. Karasu’nun bir dili var mıydı, bu dil ödünç alınmış bir dil miydi, yoksa buna dil öncesi mi denmeliydi, peki ya onun ana dili neydi, var mıydı, o kelimeleriyle yok olmaya direnen bir dil inşa etmenin peşinde miydi, bu dili oluşturan kelimeler yerdeşliklerle sıkı bir dokuyu nasıl kuruyordu, sorularına farklı farklı cevaplar verildi. Murathan Mungan, Murat Cankara ve Murat Özyaşar, ortaklaşır bir şekilde Karasu’nun dilindeki bu Öztürkçeciliğin azınlık olmakla, tedirginlikle bağlantılarını kurdular. Enis Batur, onun kendi eserlerindeki titiz yaklaşımın başkalarının eserlerine yaklaşırken de aynı oranda devam ettiğini, neredeyse ustayı öldürmenin mümkünsüzlüğünü anlatırken Kerem Eksen, bu titizlik ve kılı kırk yaran tavrın onu nasıl masa başında çalışan bir zanaatkâra dönüştürdüğünü söyledi.
Sempozyumun ikinci günündeki “Bilge Karasu’nun Dili” oturumunda konuşan Fatih Bakırcı Sanat Kritik olarak Bilge Karasu Günleri için onun editörlüğünde hazırladığımız ve Sanat Kritik Yayınları tarafından basılan Bilge Karasu Sözlüğü’nden bahsetti.
Karasu’nun imbilim üzerine düşünmesinin, ders notlarının eserleriyle, özellikle düzyazıyla kurduğu ilişkinin azınlıklar özelinde anlattıkları, ancak bitiremedikleriyle arasındaki ilişkiler kadar kendi metninin dokusundaki sıkılığı sağlayan bir unsur olmasındaki paralelliklere değinildi. Karasu’nun, Levent Kavas’ın ifadesiyle dönemindeki Feyyaz Kayacan, Vüsat O. Bener, Leylâ Erbil, Sevim Burak gibi yazarlarla ortaklaşırken aynı dönemde yazan üstelik Karasu’nun dostu da olan Nezihe Meriç ile arasındaki farkı sıkı dokunmuş bir dilin/metnin yorumlanabilir olmayı nasıl sağladıkları konusundaki söyledikleri dille kurulan bu belleğin nasıl işlediğine ve dönemselleşmeye dair çok önemli ipuçları taşıyor.
Karasu’nun dilini çekmecelerden çıkaran bir zanaatkâr tavrına benzer bir tavır, Altı Ay Bir Güz’de farklı kompartımanlardaki zamansallıkların ileri ve geriye doğru nasıl hareket ettikleri ancak bu hareketlerin bir noktada tıpkı saatler gibi bir sabit noktadan hareket etmelerine değinildi ki, bu ikisinin benzer bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Gece’nin yazıldığı dönemden itibaren alımlanmasındaki sembolik okumalardan, bu okumaların da birey-toplum zıtlığıyla birlikte düşünülmesinden bunun Karasu’nun çoğu edebiyat eleştirisinde birey ve toplum zıtlığında bireyci taraftan olan, postmodern denilip metinleri üzerinde genel geçer yargınların olmasından söz edildi.
Bilge Karasu Günleri’ni düzenlerken genç kuşakları onun edebiyatını tartışmaya davet etmenin önemini biliyordum, çünkü hem genç meslektaşlarım hem de öğrencilerimin onun edebiyatına değinmeleri ve onu bu yüzyıla aktarmaları için teşvik etmek, onun dünyasına bir yol aralamak gerekiyordu. Bu sebeple üçüncü günü genç akademisyenler, araştırmacılar ve 21. yüzyılda doğanlara ayırdık. 24 Kasım’daki konuşmalarda bir Bilge Karasu evreni vardı. Metinlerindeki görselliğe, bu görselliğin resim sanatıyla ilişkisine, algı ve görsellik ilişkisine değinmesinin yanı sıra şiirleriyle, Kılavuz’uyla nasıl kendine ait bir edebiyat uzamı yarattığı konuşuldu. Onun metinlerinde cümlelerin nasıl birbiri ardında gelirken bir öncekini değilliyormuş gibi görünürken bu şekilde çoğullaştığı da bu görsellik ve bütünsel uzamla bağdaştırıldı. Benim açımdan henüz Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans okuyan öğrencilerimin katıldığı panel çok özeldi. Geçen yıl yaptığımız Bilge Karasu derslerinin ardından onların da Bilge Karasu Günleri’ne katılımı, ilk defa Bilge Karasu okuyan bir edebiyat öğrencisi olarak tecrübeleri ve metinleri yorumlama girişimlerini dinlerken çok duygulandım.
Sadece konuşmalardan değil biraz da sergiden söz etmek istiyorum. Müge Gürsoy Sökmen ile bir Bilge Karasu Sergisi üzerine zaman zaman konuşurduk, bu vesileyle hayata geçmiş olması çok mutluluk verici. Müge Gürsoy Sökmen ve Emine Bora’nın sempozyuma eşlik edici bir şekilde kurguladıkları bu sergide, Karasu’nun eserleri, yaşamı, ilgi alanları, nasıl yazdığı, içinde var olduğu edebiyat dünyası hakkında izlenimler ediniyoruz. İzlenim diyorum, çünkü bunun Karasu edebiyatını göstermek için yapılabilecek en iyi araç olduğunu düşünüyorum. Sergide aynı zamanda Karasu’nun Loyola Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşma ile İoanna Kuçuradi’nin onun edebiyatı hakkındaki bir konuşma kaydını dinlemek de mümkün. Etkinlikler devam ederken Karasu’nun başka ses kayıtları da ortaya çıktı. Mustafa Arslantunalı onun New York Üniversitesi’nde yaptığı, Gece’den bir bölüm de okuduğu bir konuşmanın ses kaydını K24’te yayımladı. Ege Berensel, Hakan Kaynar ile yaptığı bir söyleşide küçük bir kısmını dinleme fırsatı bulduğum, Sema Kaygusuz’un ilk günün kapanış oturumunda üzerine konuştuğu, Çeşitlemeli Korku’nun Tijen Par, Candan Teksoy, İlhan Usmanbaş, Başar Sabuncu, Cüneyt Türel tarafından seslendirilmiş, kendi arşivindeki bir versiyonunu yollama nezaketini gösterdi.
Konuşmaları dinlemek ve sergiyi görmek için Gaye Boralıoğlu, Fatih Özgüven, Gökhan Akçura, Oya Baydar, Ayşegül Devecioğlu, Gönül Kıvılcım, Metin Celâl, Enis Akın, Murat Yalçın, Süreyyya Evren, Ümit Kıvanç, Pınar Öğünç, Jale Sancak gibi pek çok yazar ve şair, araştırmacı bugünlere katıldı. Şüphesiz benim rastlayamadığım, göremediğim için adını anamadığım daha niceleri var.
15 Kasım’da açılan sergi ve ardından 17 Kasım’da başlayan konuşmalara, ne mutlu bize ki yoğun bir ilgi var. Bilgi ve tecrübenin bu kadar horlandığı, okumanın ve düşünmenin alay konusu edildiği; hoyratlık ve kabalığın “sıradan” bir davranış şekliymiş gibi karşılandığı bu dönemde bu yoğun ilgi bize ne söylüyor? Yazdığı metinleri kılı kırk yararak var eden, bilgisini etrafındakilerle cömertlikle paylaşan, nazikliği birçok vesileyle dile getirilen bir yazar etrafındaki bu yoğun ilgi, bugüne dair, tam da onun sahip olduklarının ne kadar değerli olduğunu, bu değerlere sahip çıkmak gerektiğini, üstelik bu yoğun ilgiyle sahip çıkıldığını da gösteriyor. Sergide bulunduğum zamanlarda, üç gün boyunca yapılan konuşmalarda gerek izleyiciler gerekse dinleyicilerden sık sık burada olmak, birlikte olmak ve bunun güzelliği üzerine pek çok söz duydum. Ben de öyle hissediyorum, burada olmamızı 1950’de yayımlanan ilk yazısından bugüne değin mümkün kılan Bilge Karasu’ya ne kadar teşekkür etsek az. Metis Yayınları’na onun eserlerini 30 yılı aşkın bir süredir yayımladıkları, bu büyük yazarı bize ulaştırmaktaki ısrarları, geçen yıldan bu yana çeşitli iletişim araçlarıyla onu hatırlamayı mümkün kıldıkları için de ne kadar teşekkür etsek az. Beyoğlu’nda, İstanbul’un bu köşesinde yaşayan, yolu pek çok kez buraya düşmüş, çocukluğu buralarda geçmiş Bilge Karasu’yu bugünün Beyoğlu’sunda hatırlamak, hatırlatmak salt bir anlam olmanın çok ötesinde. Ankaralı Bilge Karasu’nun, Beyoğlu’ndaki es geçilen hadi biraz abartarak söyleyelim unutturulan, köklerini, çocukluğunu bugün burada, her birimizin şimdi’sine katmak, unutulmuş, kaybedilmiş, kaybolmuş olanı bir imge olarak buraya çağırmak, onu yakalamak ve göstermek… Bu, başlı başına bir direniş, bir eylem. Bu direnişe, bu eyleme katıldığınız için binlerce teşekkürler.