Aynur Kulak
Aynur Kulak, Asuman Susam ile edebiyat dünyamızın değerli şairi Gülten Akın’a dair yazdığı “Gülten” biyografisi odağında son derece kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdi.
Çağdaş şiirimizin çok değerli şairlerinden Asuman Susam’ın şiirimizin mihenk taşı Gülten Akın biyografisi Livera Yayınları tarafından okurlarla buluştu ve yayınlandığı andan itibaren büyük bir sevgiye mazhar oldu. “Dünya ile şiirle kurduğum ilişkide ben düşündüklerini yazan değil de yazarak düşünen biri oldum hep.” diyen Asuman Susam, Gülten Akın’ın kişiliği, yaşamı, şiirleri ve biricikliği üzerine şu çok güçlü cümleyi kuruyor: “Akın, bir ulu ağaç olmayı tepeden tırnağa erilliğin içine batmış bir ülke ve edebiyat dünyası içinde başarmıştı.” Her detayı çok özel cümlelerle ifadesini bulan kapsamlı söyleşimiz için buyurun lütfen.
“Gülten” biyografisine dair hikâyenin başladığı yere dönüp baktığımızda edindiğimiz bilgi aslında bir Gülten sempozyumu adına yola çıkmış olman, sonra bu durumun bir biyografi araştırmasına yönlenmesi, sonra biyografi kitap fikri ve kitabın bir biyografi belgesele dönüşmesi. Tüm bu yolculuk bittikten sonra senin dönüştüğün kişiyi konuşarak başlatmak istiyorum sohbetimizi. Çünkü edebiyatımız adına çok önemli bir öznenin yürüdüğün yol boyunca seni nasıl dönüştürdüğüne ve muazzam bir açıklığa ulaşmana İstanbul’daki belgesel gösteriminde şahitlik ettim.
Çok teşekkür ederim bu değerli şahitlik için. İnsan kendini biraz da başkalarının gözünden bilir. Her yolculuk, yürüyüş kuşkusuz herkeste bir değişim yaratır, onu idrak içinde kavrayış kişiye sanırım sonradan geliyor. O nedenle kurduğum, kuracağım cümleler hep eksik kalacak şimdilik. Yine de deneyeyim. Gülten Akın, pek çoğumuz gibi bende de şiirle kurduğum bağın en başından büyük bir hürmetli sevgi ile var oldu. Onu şiirinden, yaşamından tanıdıkça genişleyen ve derinleşen bir histi bu.
Dünya ile şiirle kurduğum ilişkide ben düşündüklerini yazan değil de yazarak düşünen biri oldum hep. Düşünmenin, okumanın, yazmanın insanı çıkardığı gerçekten bir açıklık var. Oluş bölgesi diyorum oraya; sürekliliğin, devridaimin ara bölgesi. Ve bende rastlantıymış gibi görünenler, o ara bölgede sonradan anlamlarını belirginleştiren, sırlarını önceden vermeyen şeyler olarak oluşuyorlar hep. Bu çalışma bana kendini çok içeriden, derinden dayatan bir şey olmaya çoktan başlamıştı, benim buna cesaret etmem zaman aldı. Daha doğrusu hazır oluşluk zamanına ermem biraz zor oldu. Kısaca benim için bir anlamda kaçınılmaz bir şeydi bu.
Ülkenin sevilen şairlerinin başında gelen biri için yaşam öyküsel bir çalışma yapmak zaten başlı başına zorken bir şair olarak kendinizle de bir yolculuğa çıkmak, oradaki yaşam öyküsünü örerken kendi öykünüzü de sökmek ve dikmek… Sanırım dönüşüm dediğimiz buralarda aranmalı. Yaşamlarımızın dolanarak metin olarak tamama erdiği yer beni kudretlendirdi. Hem şair olarak hem kadın olarak hem okuryazar olarak. Kişisel olarak bu bana yeter bir armağan; ama ben de bir armağan bırakmak istedim hem Akın’ın sadık ve müstakbel okurlarına, en önemlisi şiirden yürüyen, şiir düşünen kadınlar ve tüm öteki kırılgan varoluşlara. Feminizm bana kolektif neşenin başarılabilecek bir şey olduğunu öğretti, hâlâ öğrettiği çok şey gibi. Bana iyi gelenin, beni kudretlendirenin başkalarına da iyi gelmesini dileyerek çalıştım.
Değişim diyorsak bir de başka bir Sevgili şair Nilgün Marmara’yı anarak: Edebiyatın, şiirin bütün olmasa da çok fazla sayılacak arka bahçesini gördüm, gözledim. Akın, bir ulu ağaç olmayı tepeden tırnağa erilliğin içine batmış bir ülke ve edebiyat dünyası içinde başarmıştı. Biz de aynı atmosferin havasını soluyarak kendi sesimizle olmayı başardık yara bere ile. Buraya dair düşüncem, sesim, sözüm daha kuvvetli, daha net ve berrak şimdi kendi meşrebince.
“Kim devam ettirecek hikâyeyi?” Kitabın ilk bölüm başlığı olarak karşımıza çıkan bu soru cümlesi “Gülten” biyografisinin yazılma sebebinin ilk meselesi olarak çıkıyor karşımıza ve çok önemli. Edebiyatımız, şiirimiz adına çok önemli bir öznenin, yine edebiyatımız ve şiirimiz adına çok önemli bir özne tarafından hikâyesinin devam ettirilmesi, kalıcı hâle getirilmesi meselesinden devam edersek ne söylemek istersin. Tabii ki şiirleri ile zaten kalıcı bir duayendi Gülten Hanım fakat sana onunla ilgili arkeolojik kazılar yaptıran ana sebep/sebepler, seni masanın başına oturtarak onunla ilgili yazmaya motive eden ana odaklar nelerdi?
Edebiyatta kadınların görünürlüğü, iktidar ilişkilerinin açığa çıkarılması, bunun sorgulanması, kendi tarihimizi yazabilmek, buradaki direnme, ayakta kalabilme, tanınma pratiklerine bakmak, onları açığa çıkarmak çok önemli. Geçmişin deneyimlerine buradan sahip çıkmanın bizi güçlendiren yanı da öyle. Otobiyografi, biyografi gibi kendilik anlatılarının bu açıdan tarih yazımı için çok değerli olduklarını biliyoruz. Bu metinlerde bir kadının kendini nasıl kurduğunu, ne tür engeller ve olanaklarla karşılaştığını, yaşam karşısındaki çelişkileri, çatışmalarını, kendini nasıl tanımladığını, susmalarını, eksik bıraktıklarını duymak yeni bir tanışma, yakınlaşma ve anlaşma için gerekli.
Bu açıdan biz edebiyat tarihinin önemli şair-yazarlarına yaşamları odağından yakından bakan bir edebiyata sahip değiliz. Bunun kırılmasının; ama böyle bir bilinçle kırılmasının önemi temel motivasyonumdu.
Klasik bir biyografi anlatımından başka feminist bir yöntemi izlemeyi seçtiğim bu biyografide, odağımdaki özne ile birlikte kendimi de sürece katarak özneler arası bir dolanıklıkla ilerlemeyi seçmem de elbette rastlantı değildi. Farklı kuşaklardan iki şair kadının yaşam pratiklerini karşılaştırma, birbirine açma derdiyle ilerleyen bir süreç. Bunun için biyografinin ana kişisi, yazarı ve okuru için bir yüzleşme, soyma ve yeniden örme mekânı olarak düşledim ve kurmaya çalıştım metnimi. Bir karşılaşmalar alanı. Bildiklerimiz kadar bilmediklerimize, onları bilemeyişimize de yer açtım. Şair oluştan kadın oluşa ve anneliğe başka başka kendilik katlarında gezinmeye çalıştım. Var olan tarihe mütevazı bir müdahale. O nedenle Şair Gülten Akın’ın doğrudan poetikasına odaklanan bir kitap yapmak istemedim. Orayı irdeleyen çok önemli, değerli metinler var zaten. Ben Akın’ı hayattaki ihmal ettiğimiz, çok düşünmediğimiz başka hâlleri, kadınlık deneyimleri ile de bütüncül bir kavrayışla hayatlarımıza konuk etmek istedim. Özellikle kadın olarak, kadın olmaktan kaynaklanan zorlanmalarına, acılara, yalnızlıklara bakmak benim için önemliydi. Benim yazarken okurun okurken buradan kuracağı yakınlıklar kolektif bir kudretlenmenin kapısını da aralayacak şeylerdi. Akın’a doğru yol almak bir anlamda kendime doğru da yol almaktı. Yazarken anlamak vardı burada, yeniden düşünmek. Açığa çıkarmak, deşifre etmek, okunaklı kılmak, görünmezi belirgin hâle getirmek. Kendilik anlatıları insanın yaşamını neye verdiğinin, yaşadıklarına dair farkına varışlarının, bilincinin yansımalarıyla örülen metinler. Tekil olarak tecrübe edilenin art alanını burada göstermeye çalışmak önemliydi. Özellikle edebiyat ortamı ile ilişki ya da ilişkisizliklerin, aile içi yaşantıların politik, toplumsal karşılıklarını birlikte düşünmek gibi.
Gülten Akın biyografi kitabı ve biyografi belgeseli tam anlamıyla bir hakikatler bütünü. Niye bende bu kelime ile ve bu kelimenin yarattığı duygu ile karşılık buldu bilemiyorum fakat biyografi yazınının farkı da bu “hakikat” meselesinden filiz verip büyüyor diyebilir miyiz? Baştan sona hakikatli olmayan veya hakkı verilmeden yaşanmış ve yazılmış bir an bile yok gibi. Mesele belgeseli izlerken, çocuklar dahil birçok kişi, o ana kadar söylenmemiş olanı söylüyor gibiydiler. Yani ifade edilmemiş, hep zihinde ve duyguda geriye atılmış olanı.
Öyle hissediliyorsa ne mutlu; çünkü bu ağır sorumlulukta bana aile arşivi ile emanet edilen bu eşsiz hayata dair iki şey eşlik etti: İhtimam ve gerçeğe sadakat. Nesnellik, yanılmazlık ve tamlık değil. Yapılan için bir edebi kazı benzetmesini kullanıyoruz ya bu çok doğru. Ben süreci çalışırken özellikle aile ile yaptığım görüşmelerde bunu çok kuvvetle hissettim. Bazı şeyler dondurulmuş, bazıları hiç düşünülmemiş, bazıları yeniden düşünülmeye başlanmış çok şeyle birlikte karşılaştık. Dedim ya biyografi bir karşılaşma alanı, diye. Herkes kendi içindekiyle hatırasıyla şimdinin kendiliği içinden yeniden bağlar kurdu. Dolayısıyla sanıyorum bir yaşam ifşası ve deşifresinden başka anlamlara gelen bir biyografi ortaya çıktı.
Burada, Gülten Akın “kadın şair”, “kadın yazar” vurgusunu sevmiyordu fakat -senin Helene Cixous alıntından da cesaret alarak ve “Öznesi Türk edebiyatının en önemli şair kadınlarından biri: Gülten Akın.” tespitinin de önemiyle birlikte- şair bir kadın öznenin bir başka şair kadın özne tarafından arkeolojik kazısının yapılması çalışmanın bütünselliğini ve niteliğini farklı bir yere taşıyor diyebilir miyiz diye de sormak isterim?
Kesinlikle diyebiliriz, zaten bu çalışmaya niyet etmemin temel amacıydı bu. Gülten Akın’ın “şair” kadın vurgusundan kaçınmasının düşünsel nedenleri onun yaşadığı dönem koşulları göz ardı edilerek değerlendirilemez. Hele ki süreç içinde bu konuda geçirdiği dönüşüme bakmadan. Ama bu çoğu zaman böyle yapılmış. Örneğin 90’lardan sonra toplumsal cinsiyet sorunlarına dair söyleyişindeki başkalaşmaya, dönüşümünün ipuçlarını içeren düşüncelerine çok bakılmamış. Ancak üniversitelerin Kadın Çalışmaları bölümlerinin tez çalışmalarıyla özellikle son dönem şiirlerinde uçları çok açık görünen yaklaşımlarına erilmiş.
Akın gibi Adalet Ağaoğlu gibi aynı dönemlerin edebiyatçılarının “kadın yazar, şair” olarak anılmayı kabul etmemeleri o kadar anlaşılır bir şey ki… Edebiyatın o zamanki zihniyeti ve değerlendirme biçimlerine baktığınızda yazan kadınları kendiliğinden bu sıfatla ikincil olmaya sabitleyen bir eril bakışa itiraz var orada, oraya edebiyatlarının gücüyle diklenme. Kibirli bir hiyerarşiyi kırma, aşındırma; eşitlenme arzusu ve mücadelesi var.
Akın merakını, öğrenme heyecanını yaşamının sonuna dek diri tutmuş biri. Elbette Türkiye Feminist tarihine katkısı önemli kızı Aksu Bora ile o da bu açıdan düşünsel olarak da değişmiştir. Çocuklarından da öğrenmiş biri Akın. Yoksa kızı Can Cankoçak’ın anısından çıkagelen o cümleyi niye söylesin: “Evet, bazı erkelerde şiir yazıyor.”
Son olarak kitapta da yinelediğim gibi Akın, kadın yazını bağlamında modern şiirimizin kurucu öznesidir. Bizim için tarih yazımı bağlamında sıfırıncı kilometre. Eril bakış açısının kalıplarıyla hâlâ ve ısrarla yazılan bir edebiyat tarihi var. Bunu, biz bu çalışmaları yapmaz ve çoğaltmazsak nasıl bozabilir, aşındırır ve değiştirebiliriz!
Evet bir şairi başka bir şairin -beylik hiyerarşik kodları silerek- göz hizasından yazma gayreti, biyografi türünde, yeni bir tarih yazımına mütevazı bir katkı olsun arzusudur bu kitap.
Gülten Akın’ın üretmeye, yazmaya başladığı yılları düşünürsek ailevi (ki sevilmiş, korunup, kollanmış bir kız çocuğu olarak yetiştirilmesine rağmen) sosyolojik, toplumsal, kültürel anlamda kanon zihniyet, oluşumlarıyla çarpışa çarpışa yol aldığı hayatında “Edebiyat tarihi içinde modern şiir kanonuna, antolojilere kabul edilmiş ilk kadın.” nüvesiyle girmesi atlanmaksızın konuşmamız gereken bir unsur olarak karşılıyor bizi. Çünkü her ailenin, her bireyin, her kadının, her çocuğun mücadelesini verdiği (hâlâ verdiği) bir kanon var fakat bazı isimlerden, mesela feminizmin mihenk taşı mısrası “kestim kara saçlarımı” yazan Gülten Akın’dan bir tane var. Bu konuyu tekillik, biriciklik üzerinden mi konuşmalıyız yoksa toplumsalın bilincini, nüvesini ortaya çıkaran oluşumlar, değişimler üzerinden mi konuşmalıyız?
Kabul edilme, tanınma ve bunun nasıllığı; bunun için iyi metin üretmenin dışında göstermek zorunda olunan çaba, rağmen maruz kalınanlar… hâlâ devam eden hepimizin bildiği şeyler. Bunlara tekil, biricik hikâyeler olarak bakmak elbette mümkün; ama yanıltıcı ve hikâyeyi eksik okumak olur. Meselenin toplumsal, politik dinamikleri anlaşılmadan sorduğun soru açıklanamaz, aşındırılmadan da bu hâl dönüştürülemez. Akın’ın dönemindeki edebiyattaki eril tahakküm, üstenci söylem ve muhafazakârlıklar uzunca bir zaman varlığını sürdürdü. Etkileri henüz silinmiş de değil. Bunu görmek için genç şair Gülten Akın için yazılan yazıların üsluplarını incelemek yeter. Her şair yazar kendi biricikliği içinden kurar hikâyesini başarı ve başarısızlıktan bağımsız. Onu okurun, eleştirinin, kanonun kabulündeki bilinç, nitelik, söylem sorunluysa tarihi de kişilerden bağısız öyle kuruluyor. Bunu değiştirmek için nasıl bir dikkat ve bilinç taşıyoruz? Mesele bu. Cumhuriyetin 100. yılı için edebiyat alanında da değerli işler yapılmaya çalışıldı mesela; ama kimi yapıtlar yüzyıllık refleksin devamcısı olarak kendini gösterdi. Bir edebiyat tarihi yapıyorsunuz ve içinde bir tek yazar kadına yer vermiyorsunuz. Siz hazırlayan olarak beis görmüyorsunuz, yazanlar da görmüyor. Oysa Jale Parla’dan başlayarak sayabileceğimiz ne çok akademisyen kadın varken. İşin vahameti yapılanın kasıtlı olması değil; tam tersi kendiliğinden, zihniyet olarak öyle olması.
Kitabın neredeyse tamamını kapsayan aile kurumu ve bu kurum içerisinde olanlar, önce çocuk olarak aile ile iç içelik, sonra kendi ailesini kuran genç kız olarak yeni hayatla iç içelik, sonra annelikle ve kendi annesiyle iç içelik dönemi, hatta mesafesi, sonra tüm yönleriyle, yani çalıştığı yerlerde, öğretmen olarak kadınsal unsurlarla yüz yüze gelmesi ve şairliği ile iç içe bir yaşam inşası, oğlu Murat ile ilgili süreci de katarsak kefareti hiç bitmeyen sürgit bir mücadeleye dönüşmüş Gülten Akın için. Özellikle Gülten Hanım’ın çocukları konuşurken ailenin toplumsala olan domino taşı etkisini çok hissettim. Ki şairin “İçimde bir çekirdek büyüttüm” dediği şey, aile kaynaklı olarak toplumsalı ortaya çıkaran bir çekirdek unsurlar silsilesi olabilir mi?
Zor bir yaşamı oluyor Akın’ın. Bu zorluklar hem onu hem şiirini direngen, dayanıklı kılıyor. Mizaç olarak hep kendine meydan okuyan, kendisiyle mücadelesinden beslenen bir kadın. Bu iki şey yaşam dokusunu hem nadide hem sağlam kılıyor. Uzun da bir yaşam. Türkiye tarihine tanıklığı uzaktan değil içeriden ve yakından. Kuşağının aydınca sorumluluğunu hep taşıyor. Çocukluğunda yaşadığı kopuşlar ve zorluklar mizacını şekillendirirken ülkenin politik ve sosyal tarihinden de doğal olarak izler, etkiler taşıyor. Çocukluğunun altın çağı, İkinci Dünya Savaşı Ankara’sı, Anadolu’da karşılaştığı yoksulluk, yoksunluklar, kadınlar, çocuklar, ezilen sınıflar, annelik… Ne yaşarsa yaşasın çekirdeğim dediği şey hep yanında. O şiiri, şiir olmasaydı ben bunlara dayanamazdım derken bunlar dediği şeylerle de şiirini yapıyor Akın. Öyle organik, kendiliğinden, saf-pür bir bağlanış. Varoluşu billur bir şiirden.
Sempozyum fikrin devam ediyor mu? Gülten Sempozyumu’nun yapılma olasılığı var mı önümüzdeki dönemlerde?
Pandemi döneminde İzmir’deki sempozyum yapılamadı; ama o sürecin metinleri kitaplaştı.[1] Nilüfer Belediyesi Kütüphaneler Müdürlüğü ile de Yılın yazarı Gülten Akın sempozyumu yapıldı. Değerli metinleri kitaplaştı. Keşke o metinlerin görünürlüğü daha çok olabilseydi. Bundan sonra yapılabilecek çok başka ve değerli çalışmalar olacaktır. Karanfil elden ele; başka eller ve nefeslerle. Benim için böyle bir gündem yok.
Hem çok değerli üretken çağdaş bir şair olarak hem de kurgu dışı çalışmalarla kuram ve biyografi kitaplarınla edebiyat dünyamıza katkı sağladığın için masanın üstündeki çalışmalarını merak ediyorum. Mesela edebiyatımızın diğer değerli şairleri adına biyografiler yazmayı düşünüyor musun ve aynı zamanda Hayatı Yeniden Kurmak alt başlığı ile Livera Yayınları Edebi Patikalar serisinin birinci kitabı “Anlatı Üzerine -1” de yayımlandı. Biraz bu kitabından da bahsetmeni rica ederek devamı gelecek mi, çalışmaların ne yönde ve nasıl ilerleyecek?
Teşekkür ederim Sevgili Aynur. Masam boş. Yani uzun erimli bir çalışma ufkumda şimdilik yok. “Plasenta” (2018) son yayımlanmış şiir kitabımdı. Üzerinden altı yıl geçmiş. Son altı yıldan şiirden kalanlar önümüzdeki aylarda yayımlanacak bir terslik olmazsa. Planlarla ilerleyen biri değilim, bir şey dürtüp rahatsız ederse, heves ettirirse, heyecanlandırırsa o zaman bakarız neler olmuş neler çıkmışa. Ama şiire ve şiir üzerine düşünüp yazmaya devam. O dağınık yazmalara “düzensiz düşünmeler” diyorum.
“Anlatı Üzerine 1”, çok önemsediğim bir çalışma oldu. Sevdiğimiz yazarları çoğunlukla metinlerinden biliriz, bu kitapla istedim ki o metinlerin düşünsel art alanı da görülsün. Yazma fikri, yazma süreci, dönüşen zamanla onların da nasıl dönüştüğü başkalaştığını öğrenmek benim için metinlerle daha derin bir bağ kurmanın vesilesi olmuştur hep. Okur olarak merak ettiğim bu şeyi diğer okurlarla da paylaşmak fikrinden doğan bir çalışmaydı bu. İyi de oldu sanıyorum.
Son olarak umudun var mı? Edebiyat adına, sanat adına, hayat adına, toplum ve toplum sosyolojisi, psikolojisi adına; her şey adına aslında, dünya meselelerine ilişkin olarak, umudun var mı?
Umutlu değilim, hiç değilim. Bize umuttan başka şeyler lazım hayatta kalmak, ona tutunmak, devam etmek ve sonra onu dönüştürmek için. O zaman yazma ısrarı da neyin nesi, diyebilirsin. Şahitlik ettiğimizi kaydetmek dürtüsü diyebilirim kendimdeki için. Biz geçip gideceğiz, dünya kalacak. Ve dünya yok olmamışsa; bize yabancı başka bir dünya olacak. İnsanı da bu insan olmayacak. O dünya bu karanlığı bilsin, karanlıktaki çatlakları, ışık huzmelerini görsün, berbat ettiğimiz yok olmaya yüz tutmuş bir yeryüzünden ola ki kuşaklar sonra yeni bir hayat kurmak başarılırsa biz unutulsak da eski dünyanın hikâyesi kalsın ibret için.
[1] İncelikler Tarihi…