.

Güçlü Ateşoğlu: “Sesini Bulan Felsefe Çevirileri”

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

Abdullah Ezik, yazar, çevirmen ve akademisyen Güçlü Ateşoğlu ile Ayrıntı Yayınları’nın “Felsefe” dizisi üzerine konuştu.

Ayrıntı Yayınları 1988’den bugüne birçok önemli kitap yayımlamış, yakın dönem yayın tarihinin önemli kuruluşlarından biri olarak değerlendirilebilir. Öncelikle sizin yolunuz Ayrıntı Yayınları ile ne zaman ve nasıl kesişti?

Öncelikle davetiniz için teşekkür ederim. Ayrıntı Yayınları’nın kitaplarıyla öğrencilik yıllarımda tanışmıştım. Farklı yelpazelerden kitaplar o dönem okuyucu kitlesine ferah bir nefes aldırmıştı. Daha sonra yeni bir yayın programı ve yeni bir yayın ekibi oluşturulduğunda Enis bey ve Selda hanım yayınevine beni önermişler, yayıneviyle fiziksel anlamda yakın temasım onlar sayesinde 2014-2015 yıllarında oldu. O zamana kadar Ayrıntı pek çok felsefe kitabı yayımlamış olsa da Felsefe Dizisi’nde altı kitap mevcuttu. Spinoza ile Karşılaşmalar sonrasında özellikle klasik eserler, Alman felsefesi, İngiliz felsefesi ve Fransız felsefesi üzerine modern ya da çağdaş kitaplar yanı sıra, felsefenin gündelik hayata dokunmasını amaçlayan metinlere de yer verdik. Dizide altmış kadar kitabımız oldu, zengin bir çeşitliliği korumayı amaç ediniyoruz.

Ayrıntı Yayınları, “felsefe” ile yakından ilgilenen ve bu disiplinde bugüne kadar birçok farklı kitap yayımlamış/yayımlayan önemli bir yayınevi. Dizi editörü olarak yayınevinin “Felsefe” dizisi nasıl doğdu, gelişti?

İlk sorunuza cevabıma ek olarak, ecnebide Felsefe Dizisi başlığı altında alt diziler olur biliyorsunuz, bunların ayrı ayrı alt başlıklar içeren dizileri olur, Fenomenoloji, Alman İdealizmi, Erken Dönem Modern Felsefe vs. Felsefede kendime bir çizgi edinmeye çalışmış olmama rağmen, genel anlamda da bu alt başlıkları Felsefe Dizisine dahil etmeye çalıştım. Bu yüzden Dizide yer alan kitapların konuları tek-biçimli oluşturulmuş değil. Özeldeyse, Spinoza’nın Alman düşüncesinde alımlanması, Alman İdealizmi, Hegelci-Marksizm temel belirleyici bir hat oluşturuyor.

Güçlü Ateşoğlu

Felsefe disiplininden gelen ve bu sahada çalışma yürüten bir akademisyen/araştırmacı olarak, Türkiye’deki felsefe kitapları, çevirileri ve yayınları üzerine neler söylersiniz?

2000’lere gelene kadar felsefe kitaplarının niceliksel anlamda belli bir ihtiyacı karşılamadığı çok açık. Ne var ki özgün telif eserler, klasik eserlerin çevirileri ve dergileri de düşünceye yön verecek kalitedeydi. Onlar olmasaydı felsefede “yeni”yle buluşma, farklı kültürlerin düşünce problematikleriyle karşılaşmanın gittikçe yükselen seviyesi mümkün olmazdı. Akabinde Felsefe Bölümlerinin açılmasındaki artış, daha çok insanımızın dil bilmeye başlaması, diğer disiplinlerin de felsefe olmadan yapamayacaklarını anlaması, hatırı sayılır miktarda felsefe kitabının farklı dillerden çevrilmesinin yolunu açtı. Türkiye’de Frankofon çevrenin ağırlığı, Fransız felsefesinin, özellikle çağdaş varyasyonlarının dilimize çevrilmesine önayak oldu. Varoluşçuluğu Foucault ve Deleuze çevirileri takip etti. Bu konuda tek gerçeğin “çağı yakalama”, “aktüel olma” olacağı yanılgısı, çeviri ve yayınlarda da boy gösterdi. “Deleuze olmasaydı, olmazdık,” sanki. Foucault’nun “eleştiri” kavramını Kant’ın, Marx’ın ya da Frankfurt Okulu’nun eleştiri kavramını bilmeden ele almak olanaklı mı? Hegel’in felsefesinin Kojève ve Hyppolite aracılığıyla Fransız düşüncesine girmesi bir kuşağı etkiledi, Sartre, Lacan, Bataille ve pek çoklarında etkili oldu. Deleuze’ün, hocası Hyppolite’in Hegel üzerine çalışması Mantık ve Varoluş’a yazdığı bir “Giriş” yazısı var örneğin. Ana damarları bilmeden damarların “fark”ını bilmek, felsefede yüzeysellik olmasa da boş bir kibir haline gelebilir.

Sorunuzun cevabına biraz daha yaklaşayım. Felsefeye bu kadar ilgi varsa yayınevlerinin Felsefe Editörleri olmalı. Üniversiteden yeni mezun olan öğrenci Felsefe Editörü olmak istiyor hemen. Bu da başka bir kibir! Beş-altı yayınevinden ne tür kitaplar yayımlandığını biliyorsa, çevirmenlerin adını telaffuz edebiliyorsa hemen başlayabilir, geniş kitlelere akıl verebilir. Yayınevlerinden bazıları ayda beş-altı tane felsefe kitabı yayımlayabiliyor; Cambridge Üniversitesi Yayınları bünyesindeki editörleriyle bunu ancak başarabilir. Gelgelelim, reklam çağında yaşıyoruz; kapak oyuncaklı oldu mu, yazar-okur yeterince okşanıp da arzuları suni doğumla tatmin edildi mi, nitelikli felsefe yazarı ve okuru bile saflaşabiliyor.

Son olarak, çevirilerde herkes ayrı telden çalıyor, benimsenen sözcüklerde abartma ve zorlama var, dil birliği yok. Selahattin Hilav gibi, Uluğ Nutku gibi felsefe dilini çok iyi kullanan filozofların tercihlerine bakılmalı, ortaklık kurmak için daha fazla tartışılmalı ve bu tartışmalar kamusallaşmalı. Doğru çeviriye estetik güzellik de eşlik etmeli. Ulus (Baker) dildeki zorlamasını inat haline getiren birine “doğru çeviriyorsun ama güzel değil” demişti. Harika ifade!

Yayınevinin “Felsefe” dizisinde bugüne kadar birçok farklı yazar ve esere yer verdiniz/veriyorsunuz. Bu yazar ve metinleri nasıl seçiyor, nasıl bir çalışma süreci yürütüyorsunuz?

Yayınevi dizi için pek çok esere karar vermemde beni özgür bırakıyor; yanı sıra, uzun yıllardır birlikte çalışmalar yaptığımız değerli meslektaşlarım, lisansüstü seviyesinde çok kıymetli öğrencilerim var ve onların da önerilerini kendileriyle istişare ediyoruz; onların hissettikleri çalışmaların farklı kulvarlar oluşturmasına zemin oluşturmak mutlu ediyor. Ülkemizde üst düzeyde tez çalışması yapan meslektaşım öğrencilerim var; onların bu konudaki yetkinlikleri tez çalışmalarına da yansıyınca bu iki kat sevinç kaynağı oluyor. O zamanki adıyla Muğla Üniversitesi’ndeki Felsefe Bölümü asistanlık sınavının sözlü ayağında, “Kant’tan Hartmann’a ve Heidegger’e bir geçiş olmuş ülkemizde, ben aradaki boşluğu gücüm dahilinde doldurmaya çalışacağım” demiştim. Buna özel bir önem verdim yıllarca, çünkü Antik Yunan felsefesinin Atina’sı gibi, bir de Alman felsefesinin Jena’sı (sonrasında Berlin’i) vardı. Alman düşüncesini fetişleştirmeden ülkemizde alımlanmasını sağlamaya çalışmak benim Bestimmungum, belirlenimim. Kant, Fichte, Hölderlin, Hegel, Heine, Marx, Benjamin, Marcuse ve Adorno’dan pek çok eser var sırada. Bunlar belli bir düşünce çizgisinin devamcıları, bu çizgi beni daha fazla heyecanlandırıyor dersem salt öznel olmaz. İsimler kuvvetli olunca çalışma sürecini yürütme süresi de güçleşiyor kuşkusuz; geceden sabaha, fırına hamuru günübirlik vermemek tek derdimiz.

Felsefe şüphesiz çeviri yapması oldukça güç bir disiplin/saha olarak yorumlanabilir. Kavramlar, ifadeler, cümleler “felsefe” başlığı altında değerlendirildiğinde ortaya oldukça dikkatli olunması gereken bir yapı çıkar. Diziye yön veren kişi olarak siz felsefe kitaplarının çeviri süreçlerinde nasıl bir yol izliyorsunuz? Özel kavram ve ifadeleri Türkçeye aktarırken nelere dikkat ediyorsunuz?

Öncelikle kaynak dilden çeviri yapılması önemli. Almanca, felsefe dilleri arasında kıyas götürmeyecek derecede çok zengin bir dil. Almanca felsefe eserlerinin İngilizceye yakın zamanda yapılmış çevirilerinde bile büyük hatalar, eklemeler ya da eksiltmeler, fazladan yorumlar var. Gadamer’in Hegel’in Diyalektiği eserinden birkaç örnek vermeme izin verin lütfen. “Soyut form” “evrensel” olmuş, “insan soyunun” “hepimiz için”, “temsil” “düşünce”, “fenomenolojik diyalektik” “fenomenin diyalektiği”, “Varlık” “gerçeklik” olmuş; bir de Gegenstand-Objekt ayrımını verememek var ki, felsefe metinleri için içler acısı. İkisi de nesne denip geçiliyor. Oysa ilki “karşıda-duran”, ikincisi nesne olması gerekiyor. Alman felsefe geleneği içerisinde yer alan Kant ve Hegel kullanmıyor sadece bu ayrımı, Marx Grundrisse’de bile kullanıyor. Konferanslarda moderatör yerine kimi zaman kolaylaştırıcı tabiri kullanılıyor. Çevirmen kolaylaştıracağım diye asıl kaynağın dilindeki tini ispirto sanıp uçurmamalı. Bu nüansların ortaya koyulması için ciddi emek-zaman gerekmekte. Gelgelelim fırıncı-yayıncıların gözü, gökyüzünde hiçbir zaman olmamış olan felsefe kavramlarını görmektense, fırıncı cilasını tercih etmelerini beraberinde getiriyor. Mesele, zihnin yöneliminden çıkıp kursağa doğru bir yönelimi bile isteye tek gerçek olarak saymaya götürüyor.

İkincisi, çevirmenlik gerçek bir sanat ve kişinin sevdiği, hissettiği bir eseri çevirmesi önemli. Süreçten tat almalı, sevdiği bir yemeği yerkenki süreç gibi tatlı bir his ve zihin açıklığı vermeli; arkaya bakmadığı değil, süreci hep hatırladığı bir durum, bir varoluş ortaya çıkmalı. Bu yüzden çeviriyi yapacak kişiyi çevrilecek eser kadar düşünüyorum diyebilirim. Bir kavramı çevirmek için bir gün bile verilebilir, açıklanması için sayfalarca açıklama dipnota koyulabilir. Ne var ki çağımız insanının bu kadar vakti yok, mûsikî eserinde dile getirildiği gibi, “ömür gelip geçiyor.”

Aynı zamanda bir çevirmen olarak da Felsefe dizisine katkı yaptığınızı söyleyebiliriz. Bu anlamda siz kendi çevireceğiniz kitaplara nasıl karar veriyorsunuz? Burada sizi yönlendiren ne oluyor?

Ağırlıklı olarak Alman İdealizmine dair metinleri çevirmek istiyorum; o alana daha yakınım, daha uğraştırıcı, daha zekâ artırıcı, ilişkileri daha iyi kurmamı sağlıyor. Erken modern dönem felsefe ile çağdaş felsefe arasında en sağlam köprü. Eksik bir halka ve dahası yanlış biliniyor. En parlak zihinlerde bile bu konuda önyargı var. Ya felsefe bilmeyen angaje politikalar hâkim ya da liberal dünyalarının sınırları kendi zihinlerinin otlağında kalıp bilgilerini geliştirip ilerletmelerine izin vermiyor. Bunun felsefi bir konum-alış olduğunu düşünmüyorum, psikolojik hal egemen.

Frederick C. Beiser, Aklın Kaderi: Kant’tan Fichte’ye Alman Felsefesi’nde Alman felsefesinin serüvenine dair oldukça kapsamlı ve tarihsel bir çalışma ortaya koyar. Öyle ki, bu eserin aklın otoritesine dair tartışmalarla doğrudan ve dolaylı yoldan birçok bağ kurduğunu, Kant ile Fichte arasındaki süreçte ne tür düşüncelerin ön plana çıktığını açıkça ortaya koyduğu söylenebilir. Bu noktada Beiser, Kant, Fichte ve ikisi arasındaki süreçte sıkça işlenen Alman felsefesini hangi yönleriyle ön plana çıkarır? Bu isimler ve ardıllarına hangi noktalardan yaklaşır?

Beiser’i ilk defa keşfettiğimde, kitaplarının çevrilmesi için çaba sarf edeceğim düşüncesi zihnimde belirmişti. “Hegel ve Metafizik Problemi” başlıklı yazısı ufkumu açtı ve çok geçmeden metni çevirdim. Ardından dört kitabının yayımlanmasını sağladım, iki kitabı da yolda. Beiser çok sınırlı diyebileceğimiz ama felsefenin toplumsal bağlam açısından, toplumsal bağlamın da felsefi açıdan dönüşüme uğradığı çok kritik dönemlere odaklanan bir düşünür. Bu kitabı, 1781 ile 1793 yılları arasındaki bir zaman dilimine hasredilmiş ve ciddi bir boşluğu doldurur nitelikte. Kendi sözleriyle, “bu dönem, felsefe tarihinin en devrimci ve en verimli dönemlerinden biridir.” Akıl-akıl karşıtlığı, transendental felsefe ve eleştirisi, Spinoza’nın, Locke’un, Hume’un Alman topraklarında tekrar baş göstermesi, Panteizm tartışması vb. Odaklanılan tarih aralığı, Kant’ın ilk Eleştiri’si ile Fichte’nin Bilim Öğretisi arasındadır ve Beiser, Kant-sonrası Alman İdealizminin bu kanaldan ne ölçüde beslendiğinin izini sürmekte, Kant felsefesinin bu zaman aralığındaki gelişiminde onun eleştirilerinin etkisini keşfetmektedir. Özeldeyse, bu dönemde, aklın otoritesi karşısında dinin, ahlakın, geleneğin ve devletin ne olacağı sorusu merkezdeydi. Aydınlanma ve Devrim karşıtlığının kendi kavramsal ve problematik art alanını oluşturmasıyla gelişimini sürdüren bu süreç, Hamann, Schulze, Maimon, Jacobi ve diğerleriyle birlikte yeni bir kuşkuculuk dönemine adım atılmasını sağladı. Jacobi, “tüm akılsal soruşturmanın kaçınılmaz sonucu”nun “nihilizm” olduğunu belirtmesiyle kıvılcımı ateşledi. Hamann, Herder’in öğretmeni ve Herder sayesinde Goethe’yi etkilemiş felsefi bir karakter olarak, aklın dil ve kültürden soyutlanamayacağını, saf bir akıl kavramının yerine aklın tarihsel ve toplumsal olarak oluşturulan bir şey olduğunu ileri sürdü. Zeminde yatan akıl yerine dildi. Dil gelenek, görenek, kültür ve tarihi belirleyen en temel unsurdu. Herder de, öğretmeninin düşüncelerine sadık kalarak, bir zamana ait düşüncelerin, başka kültürlerin inanç ve geleneklerini eleştiremeyeceğini savundu. Aydınlanma’nın getirmiş olduğu eleştiri kavrayışı, on sekizinci yüzyıl Avrupa’sının değer ve çıkarlarının evrenselleştirilmesi anlamına geliyordu onun için ve dolayısıyla Aydınlanma, kendini mutlak görerek tarihsellik düşüncesine hakkını veremedi.

Hans-Georg Gadamer’in geçtiğimiz yıl sizin çevirinizle yayımlanan Hegel’in Diyalektiği, Gadamer’in gözünden Hegel’e dair yeni ve orijinal bir perspektif sunan kıymetli bir eser. Peki Gadamer, bir düşünür ve filozof olarak Hegel bağlamında hangi konulara dikkat çeker, onun diyalektiğini nasıl yorumlar?

Gadamer, Hegel’in diyalektik kavramını ele alırken, onun gelişiminin izini Antik Yunan filozoflarından modern dönem filozoflarına kadar sürüyor. Bir yoruma göre o, Hegel’in diyalektik yönteminin antiklerin diyalektiğini devam ettirerek sonuçlandırdığını kanıtlamaktadır. Bu güçlü bir iddia elbette. Dil ile diyalektik arasında kurmuş olduğu mesafesizlik üzerinden giden Gadamer, Antik Yunan felsefesindeki bu örtüşmenin Alman felsefesinde de Hegel ve çağdaşları tarafından ortaya koyulduğunu ileri sürüyor. “[F]elsefi eğitim almış ve tarihsel açıdan yönelimi olan her okur[un], Hegel’in hükmü altına aldığı düşünsel dönemlerde onun kullanmış olduğu dilin bulaşıcı gücü”yle karşı karşıya gelmesinden bahsediyor. Bu dilin kavramsallığının gökten zembille inmediğini, tarihsel gelişiminde bir ilerlemeyi sergilediğini söylemek isterim. Bu yüzden, Hegel’in dilinin temsilî-düşünmenin değil, spekülatif olanın, kavrayan düşüncenin dili olduğunu söylüyoruz. Bu dil sadece kadimde kalan değil, kadimi de hesaba katarak gelişen, genişleyen bir kavramsal dil, soyutta somut, somutta soyut. Bunu yaparken de, Gadamer’in dediği gibi, tez-antitez-sentez şematizminde kalmaz, ne de öznel, nesnel, mutlak tin kavramlarının onun felsefesini eksiksizce açıkladığı düşüncesi doğrudur.

Hegel, “felsefenin üstlendiği görevi mutlak, yani sınırı olmayan bir bilginin edinilmesi olarak kavramış” oldukça özel bir isimdir. Ivan Soll tam da bu noktada Hegel’in Felsefesine Eleştirel Bir Giriş’inde onun felsefesinin özünü değerlendirme, açıklama ve yerli yerine oturtma çabası içerisine girer. Bir filozofun bir başka filozof üzerine bu denli derinlikli düşünmesi ve onun felsefesinin özünü yakalamaya çalışması oldukça önemli. Soll’un Hegel’i üzerine ve onun Hegel felsefesinde dikkat çektiği yönler/meseleler üzerine ne söylersiniz?

Ivan Soll’un kitabına doktora tezi yazarken rastgelmiştim; rastgelmiştim diyorum, zira 1969 tarihli kitabın baskısı hiçbir yerde yoktu ve kendisinden rica ettim, gönderdi. Türkçeye çevrilmesi sözümü yıllar sonra gerçekleştirdim ve Soll da bir “Sunuş” yazısı yazdı. Soll, hocası Walter Kaufmann gibi, önce Hegel üzerine, sonra da Nietzsche üzerine çalışmış bir düşünür. Bu özgün kitabında felsefe, hakikat ve insan etkinliği ilişkisini merkeze alıyor ve de felsefenin, en yüksek etkinlik olarak hakikati hedeflediğini belirtiyor. Tinin Fenomenolojisi ve Felsefi Bilimler Ansiklopedisi metinlerini Hegel “Felsefe”yle bitirir. Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’in başında tüm insani yapıp etmelerin, etkinlik ya da eylemlerin İyiyi amaçlar saptamasındaki ve bu İyilerin de en yüksek İyi anlamında Mutluluğu hedeflemesi gibi, en yüksek etkinlik olan felsefe de Hakikati hedefler. İnsan bilgisine sınır çizen her türden düşünceye karşı, sınırı olmayan bilgi olarak felsefenin bu eksikli düşünceleri aşma talebini canlandırır. Ivan Soll, andığım eserleriyle birlikte Mantık Bilimi’nin çoğu zaman gözden kaçan ya da anlaşılamayan sürekliliğini vurgular. Teorik ile pratiğin birliği, aynı zamanda ve haddizatında, diyalektik ile metafiziğin birlikte ele alınmasında açığa çıkar.

Son bir soru olarak, yakın dönemde Ayrıntı Yayınları’nın “Felsefe” dizisinden hangi kitaplar yayımlanacak?

Geçen yıl vefat eden Michael Inwood’un Heidegger Sözlüğü, Herbert Marcuse’nin Akıl ve Devrim, Umberto Eco’nun Kant ve Ornitorenk, George L. Kline’ın Sovyet Felsefesinde Spinoza, Ernst Bloch’un Devrimin Teoloğu Olarak Thomas Münzer, R.G. Collingwood’un Bir Özyaşamöyküsü, Immanuel Kant’ın Kısa Yazılar ve Walter Benjamin’in Alman Yas Oyunları başlıklı eserlerini yayımlayacağız.