Hafize Çınar Güner
Uzun bir aradan sonra ilk defa yetişkin edebiyatından bir roman okudum. Uzun bir aradan sonra diyorum çünkü genellikle öykü, şiir ya da kurgu dışı kitaplar okumayı tercih ediyorum. Dramatik kurguyla yazılmış romanlar pek bana göre değil. Bu roman, John Boyne gibi bir ustanın elinden çıkmış, zekice kurgulanmış ve iyi bir çeviriyle okura sunulmuş olsa bile. Yazarın Çizgili Pijamalı Çocuk adlı çocuk romanın devamı niteliğinde olan Artık Hiçbir Yer Ev Değil adlı romandan söz ediyorum. Evet, hepimizin edebiyat tercihleri ve zevki birbirinden farklı. Kitaplarla ilgili yorum ve eleştiri yazıları yazanların kendi edebi zevklerini ve beğenilerini bir kenara bırakıp sadece esere odaklanmaları gerekiyor öyle değil mi? Bu hususla birlikte yorumlayacağı kitabı kendi seçme özgürlüğü olanlar için eserle kurulacak bağ da önemli. Artık Hiçbir Yer Ev Değil susarak ortak olduğumuz kötülükleri, içimizdeki öldüremediğimiz erkleri bize göstererek bizi rahatsız ediyor. Masum olmadığımızı yüzümüze vuruyor. İşte de tam da bu yüzden bu köşeye konuk oluyor. Kurgusuyla okuru ters köşeye yatıramasa da (yani en azından benim için öyle oldu) konusuyla tedirgin ediyor, okura ayna tutuyor ve akıcı anlatımıyla kendini bir solukta okutuyor.
Kahramanın Yolculuğu
Çizgili Pijamalı Çocuk kitabını okurken romanın çocuk karakterlerinden biri olan, yan karakter olarak karşımıza çıkan on iki yaşındaki Gratel’den rahatsız oluruz. Yahudi soykırımında başrol oynayan Aushwitz Toplama Kampı’nın yönetici babasına daha doğrusu güce olan hayranlığı, olayları dokuz yaşındaki kardeşi Bruno gibi sorgulamayışı ve SS subayına olan sempatisi bizi kızdırır. Peki, yıllar sonra Gratel’e ne olmuştur? Savaş bittikten sonra hayat ona, “şeytanın kızına” neler vermiş ve ondan neleri esirgemiştir? Bu kitabı okuduktan sonra kaçımız bu soruları sorduk bilinmez ama kitabın yazarı sormuş olacak ki ilk roman kadar olmasa da (bu benim fikrim elbette) ses getirecek bir esere imza atmış. Bu eserde Gratel doksan kusur yaşında, günümüz Londra’sının nezih bir semtindeki güzel bir evde karşımıza çıkıyor. Peki bu ev, ilk kitapta kardeşi Bruno’nun anlata anlata bitirmediği Berlin’deki gibi güzel bir ev mi? Londra’da şehrin birinci sınıf gayrimenkullerinden biri ama Gratel için gerçekten bir ev olabilmiş mi? Bu sorunun yanıtını ve yazarın ev kavramına yüklediği anlamı kitabın sonunda anlıyoruz.
Kitapta Gratel’in Aushwitz Toplama Kampı’nızdan ayrıldıktan sonra günümüze kadar olan zaman dilimde neler yaşadığına tanık olurken bir yandan da onun 91 yaşındaki haliyle şimdiki gündelik yaşamına ortak oluyoruz. Bir geçmiş, bir de şimdiki zaman olarak örüntülü bir şeklinde yapılandırılan bu kurgu sayesinde karakterin dönüşümünü daha iyi anlıyoruz. İlk gençlik çağlarında bebekleriyle oynayan, lükse düşkün, güce tapan ve kendini kurtarmak için bir erkek arayan Gratel çıktığı yolculukta ayakları yere basan, bir erkeğe hatta hiç kimseye ihtiyaç duymadan kendini var edebilen, kendini geliştirip kendi parasını kazanana güçlü bir kadına dönüşüyor. Öyle ki karşımıza 91 yaşında kendinden emin, ne istediğini bilen, güce boyun eğmeyen bir Gratel var. Kendisi gibi güçlü bir karakter olan son gelin adayını da bu sebeple dolayı seviyor. Altmış yaşındaki Caden’in daha önceki eşlerinin oğlunu parası için onu kullandığını biliyor. Alt komşusunun da başarılı bir oyuncu olmak yerine her şeyini kocasına teslim etmiş olmasına da hem çok üzülüyor hem de çok öfkeleniyor. Romanda erkek egemen iktidarın mikro ya da makro düzeyde toplumsal ya da bireysel hayatları nasıl cehenneme çevirdiği gözler önüne seriliyor. İlk başta kızdığımız genç kız karakterini zamanla taktir etmeye başlıyoruz.
Vicdanın Sesini Susturmak
Gratel’in tüm bu dik duruşuna rağmen içindeki dinmek bilmeyen, nereye giderse gitsin onu rahat bırakmayan suçluluk duygusundan Lonra’daki bu evde de kurtulamadığını görüyoruz. Hayatında taşları yerli yerine oturtmuş çocuğunu büyütüp eşini uğurlamış, ununu eleyip eleğini asmış gibi gözükse de gerçekte Gratel’in geçmişiyle hesabının kapanmadığını anlıyoruz. Yıllar içinde kimi zaman geçmişiyle tatsız bir şekilde yüzleşse de (Yahudi sevgisiyle birlikte izlediği belgeselde kendi küçüklüğüyle karşılaşması) ya da tesadüfleri fırsata çevirip kendisi yüzleşmek istese de (küçükken aşık olduğu SS subayı ile karşılaşıp onu takip ederek onunla geçmişi konuşması) aradan geçen onca zamana rağmen kardeşinin adını yüksek sesle söyleyecek ya da kampta çektirdiği küçüklük fotoğrafına bakabilecek cesareti kendinde bulmaz. Ancak her iyi kurulmuş dramatik kurguda olduğu gibi bu romanda da başkarakter yani Gratel bir kırılma noktası yaşar. Bu nokta da Gratel aslında içinde yaşattığı babasını öldürür ve bu olay olmadan önce de yazar yaklaşan sonu adım adım okura sezdirir. Aslında böylece okuru mutlu kılar, okur her seferinde, “ben biliyordum” der ve kendini metnin bir parçası hisseder.
Olaylar öncesi yapılan güçlü serimler okura Gratel’in evinin altındaki boş olan daireye çocuklu bir ailenin taşınacağını hatta bu çocuğun ölen kardeşi Bruno ile aynı yaşta bir erkek çocuk olacağını çok önce bildirirken daha sonrasında da yeni taşınan komşunun çocuğu Henry ile Bruno arasındaki sıkı benzerlikler kurar. Bruno ile aynılaştırmaya çalışılan Henry karakteriyle yazar Gratel’i geçmişiyle yüzleşmeye zorlar. Kurguda bu tür serimler sıkça yer verilmiş. Örneğin Gratel’in ve annesinin Paris’te kurdukları ilişkilerin onlar için bir tuzak olduğunu, Gratel’in mutlu giden birlikteliğinde sevgilisinin bir Yahudi olarak karşımıza çıkacağını ve daha pek çok şeyi daha önceden sezinleyebiliyoruz. Ama hakkını teslim etmeliyim ki her seferinde yeni bir olayın peşine takıldığınız için yine de heyecanınızı yitirmiyorsunuz. Çocuk kitapları hakkında yazarken olaylara dair daha çok şey yazmaya çalışıyorum. Çünkü bu yazıları yetişkinler okuyor ve çocuklara onlar önerilerde bulunuyor. Ancak hakkında yazdığım kitap bir yetişkin kitabı olunca bu kez sürprizi bozmamak için olaylar hakkında daha fazla bilgi vermekten kaçınmaya çalıştım. Bunun yerine kitapta Gratel’in ilk kitaptaki olayları anlattığı, Shmuel ve Bruno ile ilgili bölümlerin kurguya çok doğru yerleştirildiğini söyleyeyim. Yazar bu bölümleri romana ekleyerek Gratel’in suçluluk duygusunu güçlendirmiş ve kitabın sonundaki onun eyleminin okur tarafından anlaşılmasını hatta kabulünü sağlamış. İşte bu da büyük ustalık gerektirir. Gratel’in komşusu Heidi ile olan bağı benim için sürpriz oldu. Bu çok önemli bir detay gibi gözükmese de yazarın ev ve aile kavramlarını bir araya getirmesi açısından önemli.
Gratel’in vicdanını susturmak için yaptığı son eylemiyle (dediğim gibi sürprizi kaçmasın diye açık açık yazamıyorum) gerçekten bir arınma, rahatlama yaşamış mıdır, bu eylemi gerçekleştirmek yerine her şeyi göze alarak hukuk yolunu seçebilir miydi? Son olarak bu romanda bizi huzursuz eden onca şeye kitap bitince arkamızı dönebilecek miyiz? Bu bir kitaptı ve bitti diyebilecek miyiz? Okulumuzda, iş yerimizde, sokağımızda, apartmanımızda, ailemizde bir Bay Daecy – Witt yok mu? Ve biz ona, onlara boyun eğecek miyiz? Etrafımızdaki kötülüklere, yalana, dolana, talana, ayrımcılığa karşı dilsiz şeytan olmaya devam mı edeceğiz? Bize dokunmayan yılan bin yaşasın deyip bahaneler mi üreteceğiz? Sanmam… Çünkü 2023’de her şey çok güzel olacak!
Not: Yazarın Çizgili Pijamalı Çocuk kitabıyla ilgili yorumlarımız için Çocuk Edebiyatında Faşizm ve Soykırım | (sanatkritik.com) podcast kaydımız bağlantıdan dinlenebilir.
Artık Hiçbir Yer Ev Değil, John Boyne, Çeviren: Olcay Mağden, Editör: Ayşegül Uyku Günaydın, Delidolu Yayınları, 2022.