Melike Sönmezer
melikesonmezer@sanatkritik.com
Farklı sosyal statü, geçmiş ve arka plana sahip iki ana karakterin etrafında dönen Damgalı, bir avukat ve bir mahkûm üzerinden topluma bir izdüşüm sunar. Toplumsal ilişkilerin ve etkileşimlerin karmaşıklığını yansıtan bir hikâye olan “Damgalı”, normal addedilene, damgalayana ve normal rolünü oynayana ihtiyaç duyar. Düşük sosyal statüleri, suç geçmişi veya diğer nedenlerle toplum tarafından damgalanan bireyler, adalet sisteminin merceğinde bulurlar kendilerini. Oyunda, oyuncular bu toplumdaki damgalı bireylerin yaşadıkları zorlukları ve adalet arayışlarını deneyimlerler.
Wœrktheater bünyesinde Endless Art’ta sahnelenen “Damgalı” oyunun hem yazarı hem de oyuncusu Emre Avşar’la oyunu yazma sürecini konuşmak üzere bir araya geldik.
Emre Bey merhaba. Nasılsınız? Günleriniz nasıl geçiyor?
Merhaba. Teşekkür ederim. İyiyim, siz nasılsınız? Öncelikle ben teşekkür ederim oyunumuza geldiniz, izlediniz.
Oyunu izlediğimde metnin dilimize uyarlama olduğunu düşünmüştüm. Fakat metin size ait. Siz de Damgalı’ya dair yazma sürecinde 3 eserin size ışık olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar: Erwin Grofman’ın Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi, John Berger’in Yedinci Adam kitabı ve Umay Umay’ın “Düşmedim Daha” şarkısı. Bu üç farklı eseri sizin zihninizde birleştiren mekanizma nedir?
Damgalı’yı yazma sürecim pandemi dönemine denk gelir. Karantina günlerinde Turizm Bakanlığı’nın, yaz ayı için turist çekme ve teşvik etme amacıyla servis ettiği bir reklam projesi vardı. Söz konusu reklamda “Siz eğlenin, ben aşı oldum” sloganı ile turizm çalışanlarının “aşılıyım” baskılı maske takacağına dair görüntüler içeren bir tanıtım dönmeye başlamıştı. Bir an ekrana bakakalmıştım. Hatta yayınlandığı dönem içinde çoğunluk tarafından da tepki çekmişti. Tabii ben de rahatsız olmuştum. Daha sonra tepkiler sonrası bu reklam kampanyası yayından kaldırılmıştı. Bir nevi siyasal ve ekonomik nedenlerle tetiklenmiş toplumsal mekanizmalar tarafından “damgalı”, “damgalanmış” bireyin karşılığıydı bu benim için. “Damgalı bireyler” terimi, genellikle toplum içinde belirli bir özelliği veya kimliği nedeniyle dışlanmış veya ayrımcılığa maruz kalmış bireyleri ifade etmek için kullanılır. Örneğin, bir kişinin etnik kökeni, cinsiyeti, cinsel yönelimi, sağlık durumu veya başka bir özelliği nedeniyle damgalanması, toplum içinde yaşadığı zorlukları artırabilir bu anlamda. Bir kişinin damgalanması, genellikle toplumsal önyargılar, yanlış inançlar veya stereotipler nedeniyle olabilir tabii ki. Bu damgalar, bireylerin eşit fırsatlara erişimini engelleyebilir ve psikolojik olarak da olumsuz etkileyebilir. Örneğin, bir kişi iş başvurusu yaparken etnik kökeni veya sağlık durumu nedeniyle ayrımcılığa maruz kalabilir. Tüm bu meselelerin kendi bakış açımdan toplumsal bakımdan “temsiliyet” gücü yüksek ve karşılığı olabilecek karakterler ile anlatılabileceğine inanarak bu oyunu yazmaya başladım. Evet bahsi geçen 3 eser bu süreçte bana bir kıvılcım yarattı dersek yanlış olmaz. Hani Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde kitabında bahsettiği “proust etkisi” vardır. Genellikle çocukluğa dair güçlü bir hatırayı birdenbire canlandıran, geçmişe kapı açan hislerden bahseder orada Proust. Bu 3 eser de “Damgalı” oyunumu yazma sürecimde bende böyle bir izdüşüme sahip. Damgalı’yı “Amalgam” gibi bir özel alaşıma benzetiyorum. Oda sıcaklığında sıvı halde bulunan bir metal olan civa ile katı halde bulunan gümüş, kalay, bakır, çinko gibi diğer metal tozlarının karıştırılmasıyla elde edilen özel bir alaşım gibi benim için Damgalı. Bahsi geçen bu üç eserin de Damgalı’da bir araya gelmesi benim adıma alaşım dersem yanlış olmaz diye düşünüyorum. Bir yandan da bu üç eseri aynı evin içindeki farklı caddelere bakan 3 farklı pencere olarak nitelendiriyorum. Neden bunu diyorum çünkü anlatmak istediğim meselede ana hikâyede hem olay örgüsü açısından hem de dramatik çatışmaları yaratma yolculuğumda da bana destek oldular. Hemen şu örneklere açıklayabilirim. Şöyle bir cümlesi vardı kitapta Erwin Groffman’ın: “Dolayısıyla damgalı kişiye, bir yandan herkes gibi biri olduğu söylenirken diğer yandan da “mış, miş” gibi yapmasının ya da “kendi” grubuna ihanet etmesinin peki akıllıca olmayacağı söylenir. Kısaca ona, hem herkes gibi olduğu hem de herkes gibi olmadığı söylenir.” Bu cümlede mahkûmu görmüştüm. Ya da kitabın özsözünde belirtildiği üzere Damga’yı sosyal açıdan tamamen kabul görme vasfından menedilmiş bireyin durumu şeklinde tanımlayabiliriz. Eserde günlük hayat, toplum-kişi ilişkileri, tanımı yapılan kitle özelinde sosyoloji ve özellikle sosyal psikoloji perspektifi ile ele alınmıştır. Burada bahsi geçen damga/damgalı kitlesinin dar kapsamlı bir ifade olmadığı ayrıca belirtilmelidir. Biraz daha somutlaştırırsak Benlik ve Benliğin Ötekileri isimli dördüncü bölümdeki Amerikan toplum yapısına dair tespite bakılabilir. “Bugün Amerika’da, bunu abartmaksızın söyleyebiliriz, yüzünün kızarması için hiçbir sebep olmayan sadece tek bir kusursuz adam mevcuttur. Bu adam; evli genç bir aile reisi, beyaz, kentli, kuzey ırkından gelen, heteroseksüel, Protestan, üniversite diplomalı, tam zamanlı bir işe sahip, sağlıklı, kilosu ve boyu yerinde ve spor yapan biridir’’ İşte bu bağlamda oyundaki avukat karakteri canlanmaya başlamıştı zihnimde. Ve tabii ki benim adıma en vurucu yerlerden birinde şöyle diyordu yazar: “Normal ve damgalı, somut kişiler değillerdir, ikisi de birer bakış açısıdır. Bu bakış açıları, karma temaslar esnasında, layıkıyla yerine getirilmemiş normlar gereğince toplumsal olarak üretilirler.” Muazzam bir felsefi denemedir. Ciddi sosyolojik çıkarımlar ve deneyim sağlar. Bu oyunu yazma sürecimde zamanında okuduğum bu eser bana ciddi mental alt yapılar ve projeksiyonlar sağlamıştı. Tabii ki yerel bir mesele gibi de görünse de esasında evrensel ve insanlığın başlangıcından bu yana devam eden derin bir yaradır ötekileştirilen bireyler, kamplara ayrılmış topluluklar. Belki de bu “normal” olanın savunma mekanizmasıdır. Diğer taraftan John Berger’in “Yedinci Adam” kitabı. Çok severim yazarı. Tanışmayı çok isterdim kendisiyle. Benim için güçlü referanslardan biridir. Kitap Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin hikâyesini anlatır. Göç kelimesi kitapta, çok derin bir meseleyi içeriyor. İnsanların savaş, devlet politikaları gibi sebeplerle yaşadıkları yerden başka bir yere gitmeleri olarak tanımlanmasından öte çok farklı boyutları kapsıyor. Göç, beraberinde birden farklı sorunları getiriyor ve göç eden kişiyi bilinmezlikler bekliyor. Gittiği yerin kültürü, alışkanlıklara ona başta yabancı gelebiliyor. Bu yabancılık durumu ona ait olmayan bir gruba katılmasını ve orada bulacağı şeyi tahmin etmesini gerektiriyor. Yani esasen başa çıkması güç bir dünyaya katılma durumu. Uzun bir adaptasyon süreci göç edeni bekliyor. İşte “Yedinci Adam” da bu çok katmanlı göç konusunu birçok açıdan ele alıyor. Kitabın girişteki şu dizeler beni çok ciddi şekilde etkilemişti:
şu dünyada düşeceksen yollara,
iyisi mi yedi kez doğmaya bak
bir kez, yangın çıkan bir evde doğ,
bir kez, buzdan soğuk sellerde,
bir kez, azgın deliler arasında,
bir kez, olgun bir buğday tarlasında,
bir kez de kimsesiz bir manastırda,
bir ağızdan ağlayan altı bebek, yetmez:
sen kendin yedinci olmaya bak.
Damgalı oyununu yazarken, şarkının etkisi yazım sürecim üzerinde büyük bir rol oynadı diyebilirim. İki karakterin siyasi analizi ve hikâyenin metaforik yönleri, karakterlerin ve özellikle de mahkûmun, bir göç hikayesi olarak yorumlanmasına olanak sağladı. Özellikle Umay Umay’ın “Düşmedim Daha” şarkısının etkisiyle, hikâyenin dramatik unsurlarını ve zorlu noktalarını şekillendirdim ve yönlendirdim. Damgalının karanlık ve rahatsız edici atmosferini, “Düşmedim Daha” şarkısından aldığım ilhamla yazdım ve sahneledim. Oyunun temaları arasında üvey evlatlık, istismar, ebeveynlik zorlukları, cinayet, çaresizlik ve kabulleniş gibi konuları ele aldım bu bağlamda bu temaların evriminde ve doruk noktasına ulaşmasında bu şarkının büyük bir rolü olduğunu düşünüyorum. Kendisine de teşekkür ediyorum.
Üvey, zemheri gözler üvey
Yer gök, dört duvarsa ağır, ağır, ağır
Düşmedim daha
Ah, dar sokak vurgunları
Kaldırın düşenleri ağır ağır
Düşmedim daha
Umarım meseleyi anlatma noktasında derdimi aceleye getirmeden sahnede anlatabilmişizdir. Oyun sırasında, bu konuda bir cevap arayışında olmadan izleyicilerin meseleyi farklı bir açıdan görmelerini istedim. Tartışmanın gidişatını belirlemek yerine, seyircilerin boşlukları doldurmasını sağlamayı hedefledim.
Mahkûm ve avukat üzerinden adalet, kapitalist ve eril düzene karşı bir sorgulayıcı kapı aralıyor. Bunu tüm kalıpları tarumar ederek yapıyor. İnandığımız bir sistemin yıkılışı. Avukat ve mahkûmu bu yıkımdaki alegorik olarak seçmenizin sebebi nedir?
Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki ikisiyle de asla ama asla özdeşleşmelerini istemedim seyircilerin. Bundan kaçınmaya özen gösterdim. Hem yazım sürecinde hem reji aşamasında. Umarım başarabilmişizdir. Biz bir empati ya da hislere tercüman olma arayışında değiliz. Ben kişisel olarak bu çerçevede böyle kovalamacaların içinde olmamaya da özen gösteriyorum. Piramitin en tepesindeki kişiyi bulmak amaç olmamalı ki. Önemli olan piramitti yaratan sistemle. Ya da piramittin en tepesine çıkan kişiye örülmüş o merdivenlerin taşlarını tasavvur etmek gerekir diye düşünüyorum. O sebeple demem o ki “mahkûm”, “avukat” rolleri tamamen temsiliyet. O yüzden isimleri yok. Kimlikleri sadece toplumsal izdüşümlerinden ibaret. Neden peki onlar? Lafı çok dolandırmadan ifade edebilirim ki hikâyenin aktarım sürecinde derdini dolaysız anlatabilmesi açısında karşılığı en güçlü iki karakter ya da sistem içinde “rol” olarak düşündüm. Normal ve Anormal…
Mahkûm ve avukat, bu sistemin içindeki temsilciler Mahkûm, sistemin ezileni, mağduru, cezalandırılanı, kaçanı, yakalananı, suçlananı, savunmaya geçeni olarak görülürken, avukat ise sistemin içinden onunla iletişim kuran aracıdır sadece. Oyunda da böyledir. Bunu açık yüreklilikle söylerim de zaten. Bu oyunda hikâyeyi aktaran kişi mahkûmdur. Avukat bir aracıdır sadece. Ama temsiliyet noktasında çok güçlü bir aracıdır. Ancak oyun ilerledikçe, avukatın da aslında sistemin bir parçası olduğu ve bazen mahkûmun çıkarları ile sistemin çıkarlarının çatıştığı görülür. Biz yeri dolacak kişilerle ilgilenmiyoruz yaranın kanayan kısmının kaşınma süreçlerini ele alıyoruz. O yüzden klasik bir anlatım tarzıyla “hak vermek” olgusuyla ilgilenmiyoruz. Haklılık adına yapılan eserler gayet iyi eserler var tabii ki. Ama bizim öyle dertlerimiz yok. O yüzden Mahkûm ve Avukat için şunu diyoruz: Aynı örtünün iki ucudur Mahkûm ve Avukat. Normal ve damgalı, somut kişiler değillerdir, ikisi de birer bakış açısıdır. Bu bakış açıları, karma temaslar esnasında, layıkıyla yerine getirilmemiş normlar gereğince toplumsal olarak üretilirler. J
Oyunda kullanılan iki nesne dikkatimi çekti. Biri elma biriyse limondu. Elmanın birçok mistik anlamı var. Akla gelen ilk anlam Âdem’le Havva’yı cennetten kovan yasaklı meyve olması. Gönderme buna mı yoksa başka bir anlamı da var mı?
Öncelikle elma; içerdiği A, B grubu vitaminler ve C vitamini ile sadece vitamin deposu değil aynı zamanda içerdiği demir, fosfor, bakır mineralleri ve lif ile sağlığımıza çok sayıda faydası bulunuyor şaka tabii ki J
Bilindiği üzere elma insanlığa ilk günahı getiren yasa koyucuya itaat etmeme, cinsellik, doğurganlık, cennetten kovulma gibi sembolleri içinde barındırıyor. Elmalar basitçe iki yüzlülüğün ve sonsuzluğun sembolü denebilir. Dönem ve dünya çapında kabul gören düşünceler de elmaların neyi temsil ettiğini etkiliyordu. İnce ayrıntıları ve diğer anlamları bir kenara bırakalım, yüzyıllarca hem iyiyi hem kötüyü temsil ettiler. Bizim kültürümüz de Türk halk edebiyatı ve folklorunda bir motif olarak bolluğun, bereketin, zürriyetin, yaşamın, sağlığın sembolü olarak sözlü ve yazılı kaynaklarda kullanılagelmiştir. Buradan iki karakterin oyunun başındaki aynı zaman dilimine kadar geldikleri süreci anlatan sekans içinde Elma ile birlikte bu diyalektiği yaratmaya çalıştık diyebilirim. Hatta bazı inanışlara göre de elma, insanoğlunun işlediği ilk günahın meyvesidir. Şeytan, yılan kılığına girip ilk kadın Havva’ya yasak meyveyi koparıp verir. Mitolojide elmalar doğurganlığın, gençliğin ve sağlığın sembolü olmasının yanı sıra kötülüğün de sembolüydü. Truva Savaşı bir elmayla tetiklenmişti. Bizim oyunumuzda da savaşı elma başlatıp elma bitiriyor diyebiliriz. Çoklu anlatımları seviyorum. Biraz da reji ile görüntünün aynı şeyi anlatması taraftarı değilim. O yüzden algıları çok zorlamayacak şekilde sembollere ve kodlara değinmekten kaçınmıyorum. Tabii bence bir yazar ya da yönetmen seyirciye ya da okuyucuya “ben sizden daha zekiyim” ‘i hissettirmemeli. J Christos Nikou’nun ilk filmi “Elmalar” vardır, absürt bir yakın gelecekte geçer ve insanların aniden hafızalarını kaybettikleri bir salgını konu alıyordu. Ancak bu tuhaflık sadece bir araç değil, aynı zamanda kişisel bir yas hikâyesini anlatmak için kullanılıyordu. Bu film, klasik kahraman figürünü sorgulamamızı sağlayan derinlikli bir deneyim sunuyordu. Karanlık ve dağınık bir evde, muhtemelen zihni ve iç dünyası da darmadağın olmuş Aris’in başını duvara vurmasıyla açılıyor Elmalar. Yunan Tuhaf Dalgası’ndan, çoğunlukla da Yorgos Lanthimos sinemasından tanıdık olduğumuz bir dünyada geçer film. Elma ile Damgalı sürecinde hikâyemiz de bunun etkisi vardı bir parça. Sevdiğim bir filmdir tavsiye ederim.
Evet, reji sürecinde oyuna bir parça sinemanın kendi kuralları dâhilinde derinlik katmak istedik. Reji sürecinde Uzay ile (Uzay Gökhan Irmak) ile bu konuyu paylaştığımda da kendisi olumlu geri dönüşler verdi bana. Elma kullanımında bu bağlamda Sergei Prajanov sineması da etkilemiştir beni. Estetik algıya ciddi derecede önem veren yönetmenlerden biridir. Şöyle der bir kitabında “Aslında hiçbir şeyim yoktu. Ne yeterli ışıklandırmam vardı, ne rüzgâr makinem ne de özel efektler kullanma ihtimalim. Yine de bütün bunlara rağmen, filmin kalitesi tartışılmaz. Bu durumun neticesi ilkel ve gerçekçi ortamların varlığı oldu, tıpkı tipik bir köydeki ya da sıradan bir bozkırdaki ortam gibi… Küçük hindiler, küçük hindiler gibi gösterildi… Gerçek bir durumdan bir peri masalı yaratıldı. Bütün bunlar “hiper-gerçekçilik” izlenimi vermenin farklı yolları oldu. Eğer kaplana ihtiyaç duyarsam, bir oyuncaktan kaplan yaparım. Bu da gerçek bir kaplandan daha fazla etki yaratır. Bezden yapılmış bir kaplanın kahramanı korkutması daha ilginç olsa gerek.” Ve tabii ki filmlerinden kullandığı müzik seçkileri de etkilemiştir beni.
Diğer taraftan oyundaki limon. Aslında limon değildi o ama seyircinin görüş açısına göre nesne biraz yanıltıcı olabiliyor. Orada limon ve portakal var. İki de yarım ve iki farklı nesneyi diken bir mahkûm görüyoruz. Oradaki dikme eyleminin bir karşılığı muhakkak var. Yazgımız, yaşam örgülerimiz, bakirliğimiz, alın yazısı. Biz illa budur da demiyoruz. Biz bir resim çiziyoruz gerekirse siz boyayın diyoruz. Yeniden doğuş ve yenilenme, umut ve gelecek inşası, umutsuzluktan kurtuluş… Bunlar da aynı zamanda kültürel olarak ağaç dikmenin karşılıkları olabilir. Dediğim gibi bir bir reçete sunmuyoruz diyoruz ki hastalık budur ama çaresi biz değiliz. Limon ve portakal, birbirini tamamlayan özelliklere sahiptir. Limon ekşi ve ferahlatıcıyken, portakal tatlı ve besleyicidir. Bu durum, bir arada dikildiklerinde birbirlerini destekleyen ve tamamlayan farklı güçlerin birleşimini simgeler. Bu bağlamda hem hikâyenin kendisiyle hem de karakter üzerine yapılacak bir okuma üzerinden bu şekilde bir kontrast denemesi olarak düşünülebilir.
Mahkûmun beden performansıyla işkence sahnesini sergilediği bir an var. Oldukça rahatsız edici. Sahnede iki oyuncu arasında değil de oyuncunun kendi bedeni üzerinden verilmesi oldukça sarsıcıydı. Beden performansını öne çıkarmak özellikle mi tercihinizdi?
Şiddet içeren sahnelerin, özellikle işkence gibi hassas konuların doğru bir şekilde ele alınması önemli. Bu tür sahneleri görsel olarak doğru bir şekilde ifade etmek, seyirciyi etkilemek için bir araç olabilir, ancak bunu yaparken aşırılıklardan kaçınmak ve izleyiciyi rahatsız etmemek için özen göstermek gerekir. Sanatın sınırlarını belirlemek ve izleyicinin psikolojik refahını göz önünde bulundurmak önemlidir. Şu ifade edilebilir tabii ki bu bağlamda, Passolini Solo ya da Sodom’un 120 Günü’ndeki rahatsızlık edicilik üzerine konuşulabilir. İkinci Dünya Savaşı İtalya’sında, dört faşist herif, dokuz ergen erkek ve kız çocuğunu toplar ve onları yüz yirmi gün fiziksel, zihinsel ve cinsel işkenceye maruz bırakır. İlginçtir ki beni en çok sarsan şiddet ya da iğrenç cinsel sahneler değildi. Günümüzde internette çok daha iğrenç şeyler bulabiliyoruz. Daha çok işkencecilerin kayıtsızlığıydı dehşet verici olan. Biz burada daha çok görünenle değil görünmeyenle ilgilenmek istedik. O yüzden iki oyuncu değil de tek oyuncu üzerinden bir anlatı biçiminin daha uygun olabileceğini düşündüm. Sahne üzerinde iki oyuncudan ziyade, iki temsiliyet var aslında. Aynı örtünün iki ucu demiştim; bu ucun keskin ve acıtan kısmı mahkûmda birikiyor. Prova sürecinde, çalışmalarımızın bizi bu uçta, beden üzerinden anlatım olanaklarının sınırlarını biraz zorlamamıza olanak sağladı. İlk okuma provasından beri tercihim, tek bir oyuncu üzerinden bir anlatının daha uygun olduğu yönündeydi. Bu süreçte Uzay’ı özgür bırakarak, onun işçiliğine alan tanımamla birlikte beni görmek istediğim performansa daha da yakınlaştırdı. Üzerine hem zihinsel hem de fiziksel olarak harcadığı mesaisi de rolünde onu çok iyi bir yoruma götürdü. Tabii diğer taraftan altı çizilmesi gerekir, bu bedensel anlatıyı şekillendiren kişi olarak, oyunumuzun hareket düzenini yapan aynı zamanda Woerktheater kurucularından, Esra Kucur’un da desteğini ve katkısını göz önünde bulundurmak önemli. Sahnenin bedensel anlatısı sürecinde aktarılmak isteneni çok iyi anladı ve karakterin beden formunu görmemizde bize ışık tuttu.
Burada bahsettiğim rahatsızlık seyirciyi rahatsız etmekten ziyade anlama ve bütüne zarar verecek ve tüm hikâyenin önüne geçebilecek bir rahatsızlık tabii ki. Nihayetinde seyirciyi de travmatize etmek istemiyorum. Bu tür sahnelerin sunumu bu bağlamda önemli. Beden performansını öne çıkarmak, bazı durumlarda izleyiciye bağ kurma veya etkileme amacıyla tercih edilebilir. O sahnede, izleyiciye olayın ciddiyetini ve acısını hissettirmek için oyuncunun beden performansını kendi eliyle ön plana çıkarmak istedim. Bu, sahnenin daha etkileyici ve gerçekçi olmasına yardımcı olabileceğini düşündüm. Tabii ki oyunumuz biçimin ve hikâyenin iç içe geçtiği bir yapıya sahip. Geleneksel dramatik tiyatro geleneğinden farklı olarak, tiyatroda metnin, tek ve mutlak bir otorite olmadığı postdramatik bir oyun. Biz bu bağlamda, geleneksel dramatik gerilim ve çatışma yerine, belirsizlik ve anlam oluşturma sürecinin rastlantısal doğasını ön plana çıkarmaya çalıştık. Gerçeklik somut bir olay veya durum olarak değil, parçalı ve soyut bir algı olarak sunuldu.
Oyunun bitişindeki Umay Umay’ın Düşmedim Daha şarkısı. Sizce bu şarkının öznesi avukat mı yoksa mahkûm mu?
Hiç uzatmadan ve lafı dolandırmadan söyleyebilirim ki bu şarkının ve hatta bu oyunun öznesi: Mahkûm.
İzleyicilere oyunun ardından içine düşen soruların belki cevabı olur diye önereceğiniz bir kitap, film ya da tavsiye edeceğiniz bir şey var mı?
Tabii ki öncelikle Ervin Goffman Damga & Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar, John Berger “Yedinci Adam”, İtalo Calvino “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”, Albert Crossey “Kibirliler ve Dilenciler”, Andrey Zulawsk, Szamanka (1996), Bernardo Bertolucci, Luna (1979), Jürs-Munby, David Cronenberg, Spider (2002), Mike Leigh (1993) Naked, Marc Rocco, Murder İn The First (1995), Denniz Villenuve İncendies (2011). Liste çok uzun ama şimdilik bunlar söyleyebilirim.
Wœrktheater; siz, Esra Hanım, Şeyma Hanım, Uzay Gökhan Bey’in bir araya gelerek kurduğunuz yeni bir tiyatro yolculuğu. Bize dördünüzün bir masanın etrafına toplanma, Wœrktheater ’un doğuşundan bahsedebilir misiniz?
Yollarımız yüksek lisans sürecinde kesişti, Woerktheater’ı Aralık 2022’de kurduk. Konservatuvardan mezun olduktan sonra İstanbul’da farklı farklı tiyatrolarda çalışan ve yüksek lisans sınıfında tekrar yolları kesişen dört arkadaşız. Her birimiz yıllardır bu sistem içerisinde, ülkemizde mevcut şartlarda tiyatro yapmaya çalışan emekçileriz aynı zamanda. İdeolojilerimiz, dünyaya bakış açımız ve tiyatroya baktığımız pencerenin ortak oluşu, karşılıklı fikir alışverişlerimizin uyması bizi harekete geçirdi. Kendimize sorduk, biz neden bu biçim içerisinde yol almıyoruz, madem yol alacağız neden bir yön vermiyoruz, madem yön vereceğiz neden bu fikir ve tecrübelerimizi insanlara/seyirciye aktarmıyoruz? Tüm bu soruların cevapları bizi bir oluşumun içine götürdü. Ve tam da bu noktada “Woerktheater” bizi buldu. Çalışmalarımızdaki performatif yapı ve multidisipliner yaklaşımımız, bizim üslubumuzu oluşturdu. Gelişimi ve arayışı merkeze alarak gerçekleştirdiğimiz çalışmalarımızı, özellikle “oyuncunun fiziksel araştırmalarının performansı üzerindeki etkisi” bağlamında yeni biçimler deneyimleyerek sürdürmeyi amaçladık. Bir laboratuvar niteliği kazandırmak istediğimiz topluluğumuzda, daha geniş bir ekiple deneyip keşfetmeyi; bazen bir noktada derinleşmeyi, bazen bulduğumuzu düşünsek dahi tekrar aramayı hedefliyoruz. 19 Mart 2023’te Kadıköy’de yeni açılan Tiyatro Mid, Wœrktheater’ın atölyeleri ve oyunları için kapılarını açtı. Bu destek bizim atölyelerimizi katılımcılarımızla buluşturabilmemizin yanı sıra, sahnelemeyi planladığımız oyunlarımızın seyirciyle daha erken buluşmasına da vesile oldu.
Zaman ayırıp soruları cevapladığınız için teşekkür ederim. Alkışınız bol, rahatsız ettiğiniz seyirciniz çok olsun. J
Çok teşekkür ederim. Keyifli bir sohbetti. Görüşmek dileğiyle.