.

Marguerite Duras 110 Yaşında

marguerıte-duras-pasıfık'e-karsı-bır-bent-esrık-gemı

Nedret Öztokat Kılıçeri

4 Nisan 1914’te doğan 3 Mart 1996’da ölen Marguerite Duras için

Marguerite Duras’ın Çocukluk Yurdu: Pasifik’e Karşı Bir Bent

Marguerite Duras 4 Nisan 1914’te doğdu. Matematik öğretmeni olan babası Henri Donnadieu ve ilkokul öğretmeni annesi Marie Legrand Saygon’da sömürge yönetiminde öğretmen olarak görevliyken tanışmışlardı. Bu evlilikten üç çocukları oldu. İki oğul ve kızlarıyla 1915-17 arasında Fransa’ya geldiler. 1918’te tekrar Hanoi’ye gittiler. Baba sıtmaya yakalanınca tedavi görmek üzere Fransa’ya gitti ve burada öldü. Anne için güçlüklerle dolu bir dönemin başlangıcıdır. Çeşitli aralıklarla anne, çocuklarını alarak Fransa’ya kocasının ölmeden ev satın aldığı kasabaya gelse de çeşitli görevlerle tekrar Hindiçin’e dönmüştür, Phnom Penh, Sadec gibi şehirlerde öğretmenlik ve kız okulu müdürlüğü yapar.

Marguerite Donnadieu liseyi Saygon’da yatılı okur. Anne 1927’de Prey Nop’ta devletten arazi satın alır. Burayı ekip biçmeyi planlamaktadır. Ancak çok geçmeden arazinin ekime müsait olmadığını anlarlar. Pasifik’e Karşı Bir Bent annenin yiten umudunu, sönen hayalini ve çocukluğunun bu uzak yurdunu anlatan otobiyografik bir romandır; Duras’ın tüm yapıtı içinde özel bir yer tutar.  Marguerite Duras 1933’de de ailesiyle birlikte Hindiçin’den ayrılır ve bir daha buraya dönmez. Anne ve ağabey ise iki kıta arasında yaşarlar.

Pasifik’e Karşı Bir Bent 1950 yılında Goncourt Ödülünü az oy farkla kaçırır. 1984’te Sevgili Duras’a Goncourt ödülünü getirir. Romanlarının yanı sıra senaryoları ve oyunlarıyla üretken bir yazardı Marguerite Duras; siyasal ve yazınsal cesareti ve angajmanıyla, yaşamındaki iniş çıkışlarla, anneyle, ailesiyle ve kendiyle olan meseleleriyle adından çok söz ettiren bir yazar oldu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Natalie Sarraute ile birlikte Fransız edebiyatının önemli kadın yazarı olarak özel bir yere sahiptir.

Girişte değinildiği gibi Marguertie Duras’ın çocukluğu kısa Fransa dönemleri dışında Hindiçin’de geçmiştir. Kendisini “kreol” olarak görmüş, bunu dile getirmekten de keyif almıştır. Daha sonra, yaşadığı topluma kendini yabancı hissetmesi ve dille olan ilişkisini bu kreol çocukluğun belirlediği konusunda uzmanlar birleşir.

Gelelim Pasifik’e Karşı Bir Bent, Sevgili ve Kuzey Çinli Sevgili’de anlatılan olay örgüsünün geçtiği Saygon deneyimine:

“Beni bir kadın büyüttü, iki kardeşimle beraber. Çok zor koşullarda büyüdük, çünkü annem yerlilerin gittiği bir okulda öğretmendi, toplumun yoksul sınıfıydı, paramız hiç yoktu, sömürge memuriyetinin en aşağı basamağı demekti bu. Annemin maceracı ruhu vardı, devletten toprak aldı, yirmi yıllık birikimini bu topraklara gömdü. Bereketsiz kötü bir topraktı burası. Benim ilk anılarım anneme karşı yapılan bu korkunç adaletsizliğin izini taşır.  

Annem bu toprağı aldığı zaman yirmi yıllık birikimini kullandı. Kuzeyli bir çiftçi ailesinden geliyordu. Buraya öğretmen olmak için gelmişti. Bu toprağı aldı, peş para etmez yerler olduğunu çok geçmeden anladık. Bu iflastan sonra aile savruldu. Bunlar Siyam’a doğru, Kamboçya bölgesinde kalan ekilmez yerlerdi. Bütün parasını burayı almak için kullandı. Ailece kapkara bir sefalet yaşadık. 12 yaşındaydım o zaman. Bu felaket başımıza geldiğinde biz beyazların sefaletini yaşadık, tabii yerlilerin sefaletini de. Onların yoksulluğu çaresizliği yanında bizimki hiçbir şeydi.” (José Pivin ile 19 Mart 1967 tarihli söyleşi)

Marguerite Duras Vietnam yıllarını yoksulluk yılları olarak anlatmıştır hep. Sömürge yönetiminin zenginleştirdiği Beyazların yanında ailesinin yoksulluğundan utanç duymuştur.  Romanda bu sınıfsal ayrımı ince ince işlemiştir. Aslında o dönemde çekilmiş fotoğraflarda ailenin o kadar yoksul olmadığı, temiz ve bakımlı iyi giyimleri dikkat çeker. O halde yazarın anlattığı haliyle bu geçmişin romansal kurguya göre biçimlendiği düşünülebilir. Duras anneyle arasındaki sevgi nefret ilişkisinin gölgesinde, annenin tüm birikimini su baskınlarıyla bataklığa dönen bir toprağa gömmesinin hepsine yaşattığı travmayı kendisiyle yapılan röportajlarda sıklıkla anmıştır; romanında olduğu gibi gerçek hayatta da ağabeyine bu denli düşkün, öfkesini ise kızından çıkaran annesini çile çeken bir figür olarak görmüş ve öyle yazmayı tercih etmiştir.

Yoksulluk ve çıkışsızlığın romanı

Roman (Pasifik’e Karşı Bir Bent) bir atın ölümüyle başlar. Anne, Joseph ve Suzanne ellerindeki parayla alabilecekleri en ucuz atı, yaşlı ve halsiz bir atı- bir arabayla birlikte satın almıştır. Joseph yerlileri taşıyarak para kazanmayı ummaktadır. Ancak at ancak kendini taşımaktadır, birkaç gün hizmet ettikten sonra iyice halsizleşmiştir. Roman tam bu noktada başlar. Atın ölmeye hazırlandığı noktada.

Anlatı boyunca sadece para kazanmayı ve günün birinde zengin bir kadının arabasıyla kaçıp gitmeyi hayal eden Joseph (ağabey) sabırsızlanarak, atın biraz ot yerse, kendine geleceğini düşünür. Annenin cevabı, bu giriş bölümüne yerleştirilen atın ölümünün daha derin anlamını okura duyurur:

“At yemiyordu. Joseph atın belki de veremli olduğunu söylemeye başlamıştı. Annesiyse veremli olmadığını, kendisi gibi onun da yaşamaktan bıktığını ve ölmek için rahat bırakılmayı yeğlediğini söylüyordu.” (s. 13)

Romanın ilk sayfaları böylece, atla beraber iki yüz franklarının ve umutlarının uçup gitmesinin bu üç kişilik ailede uyandırdığı çaresizlik ve haksızlık duygusu ile annenin yaşamaktan yorulmuş ruhunu okura duyurur. Baştan sona olay örgüsüne eşlik edecek temel izleklerdendir.

Anne sırtında yerlilerin giydiği türden eprimiş solmuş bol bir elbise, saçında iç lastikten bozma bir toka ve çıplak ayaklarıyla betimlenir. Joseph’e bu kadar yaşlı bir atı almakla iyi etmediğini söyleyince Joseph kadına o bildik tehdidini savurur. “Çeneni kapamazsan defolur giderim”. (s. 13). Suzanne ise ağabeyinin gitmesinin iyi olacağını söyleyince, bu kez anne kızına doğru atılır ve ona tokat atmaya kalkar. Böylece, üçünün bıkkınlıkla, nefretle dillerinden dökülen sözler bir yolun sonuna geldiklerini, buradaki hayatlarının belki de en güç dönemecinde olduklarını hissettirir.

Ailenin özellikle gençlere hiçbir gelecek vaat etmeyen bu yere mahkûm olduğunu daha baştan anlarız. Kuru tehditlerle uzaklara gitmeyi hayal eden başı bozuk Joseph, yaşamaktan bıkmış yaşlı anne ve ikisinin arasında kalmış Suzanne.

Bu çatışmalı duygusal atmosfer romanın başından sonuna kadar çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar. Anne sürekli ağabeyi kollar, ona laf ettirmez, kız ise anneden gelecek bir sevgi işareti bekleyedursun, annenin acımasızlığına maruz kalan sessizliğiyle karşımıza çıkacaktır.  Marguerite Duras’ın ağabeyiyle geçimsizliği, ağabeyin Saygon’da karıştığı yasadışı işlerden ve annenin sürekli ağabeyi koruma gayretinden bıktığı ve Donnadieu soyadını bırakarak Duras’ı benimsediği de rivayetler arasındadır.   

Yaşadıkları yer toz toprak içinde yolu olmayan bir düzlüktür. Annenin kendi parasıyla yaptırdığı ve parasızlıktan tamamlayamadığı bungalov onlar için evden öte, sanki bir barınaktır. Burada geçirdikleri on yılın sonunda anne biriktirdiği parayla devletten bir arazi alarak para kazanmayı ve kazandığı bungalovunu tamamlamayı planlar. Ancak daha ilk yıl temmuz ayında sular yükselir ve ova su baskınına uğrar. Ektiği ne varsa sular altında kalır.  Anne bunun bir kerelik bir talihsizlik olarak görür ve ertesi yıl yine arazinin bir kısmını eker.

“Deniz yeniden yükseldi, o zaman gerçeği görmek zorunda kaldı. Arazisi ekilemez bir alandı. Her yıl denizin altında kalıyordu. Denizin her yıl aynı oranda yükselmediği gerçekti. Ancak doğrudan ya da sızmalarla her şeyi yok edecek kadar yeterli bir yüksekliğe ulaşıyordu her zaman. Yola bakan ve bungalovunu yaptırdığı beş hektarın dışında, on yıldır bir kenara koyduğu parayı Pasifik’in dalgalarına savurmuştu”. (s. 19)

Annenin anladığı bir şey daha vardır: Ekilebilir araziler rüşvet karşılığı, fiyatının iki katına tapu memurları tarafından zenginlere satılmaktadır. Bu gibi ekilemez alanlara ise tapu memurları yıllardır yüzlerce aileyi yerleştirmiş, onları zarara uğratmış ve ödenemeyen borçlar karşılığında hacizlere giderek bu aileleri buralardan kovmuşlardır. Anne kendi ailesinin de bu talihsiz gruba ait olduğunu anladığında, Tapu Müdürlüğünün kapısını aşındırmaya, onlara mektuplar yollamaya başlar, küçücük de olsa ekilebilir bir başka arazi talep etmektedir. Borçlarını ödemenin başka yolu kalmamıştır.

Pasifik'e Karşı Bir Bent

Pasifik’in sularına direnmek

Tüm çaresizliği içinde anne, gelgitlerle sular altında kalan arazisinde tarım yapma inadını bırakmaz ve topraklarını yazın yükselen sulardan korumak üzere bir bentle çevirmeye karar verir; yerlileri de bu (çılgın) projeye ikna eder, toprakları ekilir duruma getirmek üzere hiçbir teknisyene danışmadan, sadece inancına güvenerek köylülerle birlikte işe koyulur.

“Bentlerin yapımı için uygun zaman geldi. Adamlar yoldan denize kadar kütükleri taşımışlar ve işe koyulmuşlardı. Şafakta anne onlarla aşağı iniyor, akşam ise onlarla aynı zamanda dönüyordu. [Çocuklar] Annelerinin girişiminin başarılı olacağına inanıyorlardı: Ürün kaldırılır kaldırılmaz kente uzun bir yolculuk yapabilir ve üç yıl kesinlikle ovadan uzaklaşabilirlerdi.” (s.41)

Böylece anne geçmişinden kurtulacak ve Tapu Kadastro’nun memurlarından intikamını alacaktır. Yağmur mevsimi geldiğinde fideler boy atmıştır. Ancak büyük Temmuz baskınında bentler bir gecede çöker. Pirinçliklere dadanan cüce yengeçler bentleri kemirmiştir. İşte bunu hesaplamışlardır. Bentlerin inşasında oraya yerleşen tüm köylüler evlerine dönerler. Kimse anneye kızmaz, öyle masum ve öyle derin bir inancı vardır ki. Ertesi yıl bentlerin ayakta kalan kısmı da yıkılır.

Bentlerin yıkılması para kazanma, şehre gitme umudunun yıkılmasıdır. Bu olaydan sonra annenin sık sık krizler geçirdiğine, hıncını kızını dövmeye kalkışarak dindirmeye çalıştığını okuruz. Yıkım ruhunda kocaman gedik açmıştır.

Ufukta beliren umut: Mösyö Jo

Anne, Joseph ve Suzanne moral toplamaya gittikleri Bart Baba’nın kantininde Mösyö Jo ile tanışırlar. Mösyö Jo Suzanne’ı dansa kaldırır, sonra da onları limuziniyle eve bırakmayı teklif eder. İşte böyle hayatlarına girer.

Mösyö Jo sömürgenin zenginlerinden işini iyi bilen bir spekülatörün tek oğludur. Babası toprak spekülasyonundan sonra yerliler toplu konutlar yaparak daha sonra da kauçuk işine el atarak servetine servet katmıştır. Mösyö Jo ise bu iş bilir adamın beceriksiz oğludur. Suzanne’a duyduğu ilgi başta annenin, sonra da Joseph’in iştahını kabartır.

“Mösyö Jo ile karşılaşmak hepsi için son derece önemliydi. Her biri kendine göre Mosyö Jo’ya umudunu bağlamıştı. Daha ilk günlerden başlayarak düzenli olarak bungalova geleceği kesinlik kazanır kazanmaz anne ondan evlilik beklediğini hissettirdi. Mösyö Jo annenin baskıya dayalı bu dolaylı isteğini reddetmedi. Suzanne’a getirdiği armağanlar ve sözlerle annenin heyecanını hep uyanık tuttu”. (s.49)

Anne zaman içinde iki genci kontrollü şekilde baş başa bırakmaya başlar, amacı Suzanne’ın baş göz olmasıdır. Annenin baskısıyla Suzanne arada sırada evliliğe ilişkin sorular sorarak kendine atfedilen rolü sürdürür. Genç kız önceleri Mösyö Jo’da istek uyandırmaktan hoşlandıysa da zamanla sıkılır. Yine de ailenin geleceği için bu tuhaf beğenilme oyununa devam eder.

Bu ilişki sırasında annenin manipülasyonları, Joseph’in geride durarak bu oyuna seyirci kalmayı seçmesi, Suzanne’ın bu baskıya boyun eğmekten başka çaresi kalmaması çarpıcı biçimde anlatılır. Genç kız Mösyö Jo’nun önüne atılmış narin bir av gibidir. Joseph ise eve gelen hediyelerle, özellikli de pikapla son derece mutlu, bir gün buralardan dönmemecesine gideceği günün hayaliyle müzik dinleyerek, silahlarını temizleyerek günlerini geçirir.

Annenin baskıları karşısında Mösyö Jo Suzanne’a elmas bir yüzük hediye eder. Evlilik yoktur ufukta ama annenin yüreği biraz olsun ferahlar. Vakit kaybetmeden şehre inerek yüzüğün değerini öğrenmek ve arazisinin borcunu ödemek üzere satmak ister. Tabii yüzüğün kusurlu çıkması, Mösyö Jo’dan beklenecek bir çapsızlık gibi görülse de sonuçta bir miktar para ellerine geçecektir.  Aslında annenin barajların yıkımından sonra yaşadığı ikinci hayal kırıklığıdır. Ama defolu da olsa yüzüğü paraya çevirmeye niyetlidir.

Ellerinde yüzükle kuyumcudan kuyumcuya şehirde geçirdikleri birkaç gün, sömürgede beyaz nüfusun yaşadığı zengin semtin betimlenmesi açısından çok önemlidir. Valinin sarayı, villaları, zengin ailelerin havadar, temiz ve bakımlı mahalleleriyle onların yaşadığı ova uzaktan yakından birbirine benzemez. Zengin semtte yalnızca servet sahibi beyazlar ve iktidar sahipleri yaşamaktadır.

Sömürgenin adaletsiz düzeni

Roman sömürgenin iki yüzünü yüzüğün hikâyesinin yer aldığı bölümde çarpıcı biçimde anlatır. Ancak romanda çocuk ölümlerinin anlatıldığı bir bölüm daha vardır ki o da sömürge topraklarında yaşayan yerlilerin sefaletini iç burkan bir tarzda betimler.

“Çünkü öyle çok sayıda ölüyorlardı ki, susığırlarının sırtında şarkı söyleyecek zamanı bulmuş çocuklardan çok daha fazla çocuk ovanın çamurunda yatıyordu. Öyle çok ölüyorlardı ki artık onlar için ağlanmıyordu ve uzun zamandır onlara mezar yapılmıyordu Yalnızca, baba işten dönerken kulübenin önünde küçük bir çukur açıyor ve ölen çocuğunu içine yatırıyordu”. (s.86)

Yoksulluğun böyle yaygın olduğu coğrafyada Anne, Joseph ve Suzanne beyazların en yoksul, en güç durumdaki sınıfına aittir. Sömürge düzeni hayaller satarak, para kazanmak, çocuklarına iyi bir gelecek sunmak isteyen orta halli çalışkan onca aileyi buralara çekmiş ve onlara değersiz evler satan, ekilmez topraklar kiralayan, borçlarla hacizlerle onların sırtından geçinen bir yönetimi başarıyla var etmiştir.

Zengin mahallere ait olmadıklarının bilincinde, doğumların doğal bir felaket gibi yaşandığı çocuk ölümlerinin de kanıksandığı bu coğrafyada, son bir umutla borçlarını kapatmayı, bu uğurda beş para etmez bir sömürge zengininin iştahından yararlanmaya çalışırlar. Annenin ölümü bu sonu gelmez çabayı sonlandırır ve iki kardeş buradan ayrılırlar.

Marguerite Duras’ın Hindiçin cyclus’unun en çarpıcı, en içten ve en etkileyici romanıdır. Annenin tüm mücadelesi, kadastro memurlarına meydan okuması, ovadaki yerlilerle dayanışması, ölen her çocuk için tuttuğu sonradan tutmaktan vazgeçtiği yas, kızına karşı sertliği, ölene kadar bir çıkış yolu arama saplantısı, yavaş yavaş bir insan enkazına dönüşmesi ve giriş bölümündeki yaşlı at gibi ölmekten başka çıkış yolunun kalmaması umutla gelinen ancak yoksulluğa esir olan bu insanların hikâyesini eşsiz bir dille anlatır. 

Marguerite Duras, Pasifik’e Karşı Bir Bent, çev. Nedret Öztokat, Can yayınları 1996.