Okulda hastalanan bir arkadaşını doktora götürmek için birçok bürokratik işlemle yüzleşmek zorunda kalan Yusuf’un hikâyesini izleyicilerle buluşturan Okul Tıraşı, bu yılki Berlinale’in Panoroma bölümünde gösterilirken bağımsız sinema eleştirmenleri tarafından verilen Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu (FIBRESCI) ödülüne de değer görüldü.
Okul Tıraşı üzerine filmin yönetmeni Ferit Karahan ve senaryoyu birlikte kaleme aldığı Gülistan Acet ile konuştuk.
Ferit Karahan:
İlk olarak Okul Tıraşı’nın arka planında nasıl bir sürecin olduğundan söz etmek iyi olacaktır sanırım. Farklı dönemlerde gündeme gelen ancak bir türlü gerçekleşmeyen proje nihayet filme dönüştü. Bize biraz projenin gelişim sürecinden ve hikâyesinden bahsedebilir misiniz?
İlk versiyonunu 2009 yılında yazmıştım. Sonrasında Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek alamadı ve rafa kalktı. Aslında o dönem birkaç yapımcıyla görüşmüştüm; fakat Türkiye’de çoğunlukla Kürt coğrafyasında geçen; ama bir şekilde Kürtlerin yaşadığı dertlere değinmeyen komedi filmleri revaçtaydı ve hızlı bir şekilde projeyi reddettiler. Sonrasında 2014’te Gülistan ile birlikte yazmaya başladık. Proje çok içime sinmemişti ve bunun nedeni sanırım benim bir türlü içimden atamadığım, yatılı okula karşı duyduğum nefretti. 2015’te Gülistan, yalnız devam etti. Henüz doğru yolu bulduğumuzdan emin değildim. Nihayetinde 2015- 2016’da, Türkiye’nin bir anda Ortadoğu atmosferine angaje olduğu süreç yaşandı. Her tarafta bombalar patlıyor, gençler ölüyordu. Ben 90ların başından neredeyse sonuna kadar, Türkiye’deki çatışmaların çok yoğun olduğu bir süreçte yatılı okul okumuştum ve 2016’daki süreç, 90’lara o kadar benziyordu ki, kendi adıma o duyguya girmem zor olmadı. Oturup 7 günde senaryosunu yazdık ve bir daha da dokunamadık.
Sonrasında 2017’de Kültür bakanlığından proje geliştirme desteği ile birlikte tekrar birkaç yatılı okulu ziyaret etme şansım oluştu. O dönem, yatılı okullardaki küçük ayrıntılar değişse de ana damarın hala aynı olduğunu fark ettim.
2018 yılında yapımcım Kanat Doğramacı ile tanıştık ve filmi yapmaya karar verdik. Başvurduğumuz neredeyse bütün fonlardan destek alıp çekime hazırlandık.
Film bir yandan Ekin Koç, Münir Can Cindoruk, Cansu Fırıncı ve Melih Selçuk gibi profesyonel isimleri bir yandan da Samet Yıldız ve Nurullah Alaca gibi çocuk oyuncuları bir araya getiriyor. Aynı anda hem çocuklar hem de profesyonel oyunculularla birlikte çalışmak nasıl bir duygu? Bu ekip nasıl bir araya geldi ve çekimler sırasında neler yaşandı?
Daha önce çocuk oyuncularla çalışmıştım ve ekip arkadaşlarım, çocukları filmde oynatmada mahir olduğumu düşünüyorlardı. Fakat bu durum o kadar kolay olmadı. Belki bir iki çocuk oyuncu ile çalışmak nispeten daha kolay olurdu; fakat aynı anda yüzlerce çocuğu kontrol etmek sabır isteyen bir durumdu. Her birisinin farklı bir karakteri olmak zorundaydı ve TV’lerde gördükleri şeyler onları zaman içinde yeterince manipüle etmişti. En basit şeyleri bile sıfırdan ele almak zorunda kalıyordum. Örneğin, Samet (Yusuf), yürüdüğünde kabadayı gibi yürüyordu; çünkü TV’de gördüğü karakterler öyleydi. Hepsiyle değil belki; ama birçoğuyla konuşmaya çalışıyordum. Onlara enteresan gelmese de esas önemli olanın, onların kendi doğallıkları ve karakterleri olduğunu anlatmaya çalıştım. Profesyonel oyunculara gelince, çok sevdiğim insanlarla çalıştığımı söyleyebilirim. Karın yoğun ve ulaşımın zor olduğu bir bölgede çekim yapmak durumundaydık ve oyunculardan mümkün mertebe mekânda kalmalarını, programı onlara göre değil, karın yağışına göre yapacağımızı öncesinden söylemiştim ve buna olabildiğince dikkat ettiler. Örneğin Ekin ve Melih, Van’dan hiç çıkmadılar. Bütün gün okulda, öğretmen kıyafetleriyle durmak, bir şekilde onları karakterlere yaklaştırdı. Bu durum, hikâye ve karakterler hakkında daha çok konuşmaya, birbirimizi anlamaya ve onların gözlemlerini yapmasına yaradı sanırım.
Okul Tıraşı kendi içerisinde bir bürokrasi eleştirisi de içeriyor. Çözümsüz, bitimsiz, süregiden bir eleştiri ve süreç bu, öyle ki öğrencilerden hademe ve öğretmenlere kadar herkes bu karmaşık ve çözümsüz sistemin bir parçası. Bu noktada okul, bunca karmaşık yapıyı nasıl içerisinde barındırdı ve nasıl bunca bürokratik meseleyi bünyesinde topladı?
Filmlerde genel olarak öndeki hikâyeden çok, onu çevreleyen yapının bir şeyler anlattığını düşünüyorum. Baktığınız zaman Okul Tıraşı’nın çok basit bir konusu var. Bir öğrenci, arkadaşını yaşamda tutmaya çalışıyor. Ama arka fonunda bir Türkiye panoraması görmek istedim. Benden önce bunu söyleyen birileri oldu mu bilmiyorum; ama bütün filmlerin belli anlamda bir yol filmi olduğunu düşünüyorum. Karakterlerin durakları, hikâyenin ivmelerini belirliyor. Gılgameş ve Odisseus hikâyelerinden önce bile bu hikâye anlatım biçimi vardı. Baş karakterimin bu yolculuğu, birçok kapının aslında duvar olduğunu gösteren bir edimdi.
Film, doğudaki bir okulda yaşananları izleyiciyle buluştururken arka planında farklı göndermeler de barındırıyor. Sözgelimi öğrencilerin okulda Türkçe konuşurken aileleriyle ve kendi aralarında Kürtçe konuşmaları, andımız, yemek duası, okulda uygulanan cezalar, Kürt bölgesi… Tüm bunlardan yola çıkarak Okul Tıraşı üzerinden nasıl bir Türkiye okuması gerçekleştirebiliriz? Dağ başındaki bu okul ile Türkiye nasıl bu kadar iç içe geçti?
Bazen sadece size değen gerçekliği anlatmaya çalışmak, bunda samimi olmak her şeyi kendi içinde eriten bir pota olabiliyor. Yatılı okulun kendi rutini, müdahale gerektirmeden birçok yönden politik okumalara açıktı. Bakış, ritim ve hikâyenin ayrıntıları bizimle ilgili evet; fakat sanatla uğraşan diğer bütün çağdaşlarım gibi günümüz Türkiye’sindeki insanı anlatmaya çalışıyorum: Baskıcı ve dağınık…
Okul Tıraşı’ndaki bitimsiz bürokratik işlemler beni bir yandan Franz Kafka’nın Şato’suna götürürken devletin kahramanların peşini bırakmayan gölgesi Ebru Ojen’in Lojman’ı üzerine düşünmeme neden oldu. Bu noktada filmin arka planında size etki eden herhangi başka bir çalışma, proje, film veya kitap oldu mu?
Kafka’yı çok severim ve ruh olarak da kendime yakın hissederim. Lojman’ı okumadım ve sizden duyduğum esnada hemen edindim.
Kişisel olarak bendeki değişim 2012 senesine dayanıyor. Gülistan’la birlikte 50 maddelik bir manifesto yazmıştık. Bu manifesto, sinemada senaryodan sese kadar bütün süreçlerle ilgili izleyeceğimiz yol haritasını belirlemişti. Açıkçası dönüp tekrar manifestoya baktığımda, Okul Tıraşı’nda neredeyse bütün maddelerini uygulamaya çalışmışım.
İyi bir okur olduğumu düşünüyorum ve Okul Tıraşı, daha çok esinini edebiyattan almış bir film. Her ne kadar kendimi aynı zamanda bir sinefil olarak görsem de, özellikle senaryo çalışırken hiç film seyretmemeye gayret ediyorum. Okul Tıraşı’nı yazarken de Herta Müller’in kitaplarını sayısız defa okuduk. Konu ve biçim benzemese de, atmosferi bizim için ilham kaynağı oldu.
Korku, Yusuf ve Memo aracılığıyla derinlemesine hissettiğimiz ve okul ile iç içe geçen en güçlü duygulardan birisi olarak filmin her saniyesine siniyor. Peki film boyunca özellikle çocuklar üzerinden hissettiğimiz bu korku neden bu kadar güçlü?
Korku bulaşıcıdır da ondan… Korku dolu bir atmosferde, insanlar nefes almak için esnemek ister. Esnemese kırılır zaten. Bunu çoğunlukla yalanla ve küçük hilelerle yapar. Korkudan kaynaklanan yalan, Foucaultvari bir direniş odağı oluşturur. Ama bazen masum görünen küçük bir yalan, bir yıkıma neden olabilir. Filmin tamamını bu fikir üzerine kurduk diyebilirim.
Film boyunca ön plana çıkan temel konulardan birisi de “hep bir krizle yüzleşmek” zorunda kalınılması. Çocuklardan okul idaresine, hademelerden öğretmenlere kadar herkes kendi içerisinde bir krizle karşılaşır ve tüm bunlar ancak filmin sonunda (o da kısmen) bir çözüme ulaşır. Peki filmin kurgusu sırasında yakından hissettiğimiz ve bir dedektiflik hikâyesini de içerisinde barındıran bu krizler, sizin için filmi nasıl yönlendirdi?
Özellikle son yıllarda yenilikçi ve cesur polisiye eserler çıkmış olsa da, genel olarak çizgileri net bir şekilde çizilmiş, şematik ve doğallıktan uzak olan birçok klasik polisiye anlatısının düştüğü tuzaktan kaçınmak için hikâyenin katmanlarını derinleştirmemiz gerekiyordu. Ben de yola çıkarken korku üzerine bir polisiye yapmak istedim; fakat filmi klasik bir polisiyeden uzaklaştırma isteğim, içinde polis olmayan, birçok karakterin sırası geldiğinde hem polis hem suçlu hem de mağdur olduğu bir yapı ortaya çıkardı. Bunun temeli biraz da karakterimizi suçlu- suçsuz, iyi kötü gibi bağlamı ve dolayısıyla öngürülebilirliği açık olan yapıdan koparmaya çalışmamızdır.
Bir diğer sormak istediğim mesele, neden “okul tıraşı”? Film hastalanan bir çocuğun ve bu sayede başlayan bir olaylar silsilesine odaklanırken başlığa neden “okul tıraşı”nı taşımak istediniz?
Bunun birkaç nedeni var: İlki, Okul Tıraşı disiplini ve baskıyı çağrıştırdığı için. İkincisi, tıraşlamak, zayıf olanın bedenden atılması, elemine etmek anlamında kullanmak istedim. Aynı Memo’nun durumu gibi… Bir diğer nedeni ise, bizim toplumumuzda okul tıraşının bir ceza yöntemi olması ve bunun filmin muhtevasına tamamen uygun olduğunu düşünmem… Fakat İngilizcesi için bir türlü buna benzer bir isim bulamadık. Üstelik uzun süre de aradım. Brother’s Keeper, Kanat’ın da önerisiyle bana uygun geldi.
Filmin senaryosunu Gülistan Acet ile birlikte kaleme aldınız. Bu anlamda kolektif bir bilinç ve birliktelikten de söz edebiliriz. Bize biraz da Gülistan Hanım ile birlikte çalışmanın projeye ne tür katkılar sağladığından bahsedebilir misiniz?
Gülistan olmasaydı yazamazdım. Biz uzun süredir evliyiz. Birlikte çocuk büyütüyoruz ve emin olun film yapmak çocuk büyütmenin yanında yaz tatili gibi kalıyor. J Her şeyden önce ikimiz de kendimizi yazar olarak görüyoruz ve birimiz sapa bir yola saptığında, diğeri hemen direksiyonu düzeltiyor. Bir de en önemlisi birbirimizle konuşmaya hala heyecan duyuyoruz.
Sizin için son bir soru olarak, “Doğu Anadolu Bölgesi”nde geçen film, Muş doğumlu Ferit Karahan ve Batman doğumlu Gülistan Acet’in hayatından otobiyografik öğeler de barındırıyor mu?
Ben 6 yıl yatılı okulda okudum ve yatılı okulun atmosferine, insanına, düzenine çok hakimdim zaten. Gülistan da öğretmenlik yapmıştı ve o da diğer tarafa çok hakimdi açıkçası. Bu yüzden otobiyografik öğelerin yoğun olduğu kurmaca bir eser bu.
Gülistan Acet:
Ferit Karahan ile önemli ve güçlü bir sanatsal birlikteliğiniz var. Okul Tıraşı bu noktada birlikte hayat verdiğiniz son proje. Bize biraz filmin ve senaryonun gelişim sürecinden bahsedebilir misiniz?
Yatılı okulda geçen bir hikâye anlatma fikri, Ferit’in zihninde sinemaya başladığı zamandan bu yana vardı sanırım. İlk filmi Cennetten Kovulmak’tan önce, 2009 yılında yazmaya başlamış; ama tamamlamak için uygun şartlar bir türlü oluşmamıştı. 2014’te bu konuyu anlatma fikrine yeniden döndüğümüzde eski versiyonu okuduk ve elimizde işlemeye yetecek kadar malzeme olmadığını fark ettik. Böylece her şeye sil baştan başladık. Uzun günler ve geceler boyu Ferit, yatılı okul anılarını anlattı. Öfkelendik, üzüldük, güldük, ağladık; ama yazdığımız versiyon, bu duyguların hakkını verebilecek kadar derinlikli değildi. Ferit, projeyi yeniden rafa kaldırdı ve ben, tek başıma devam etmeye karar verdim. Yatılı okula dair derlediğim kitaplar, yazılar, filmler, videolar ve tabi Ferit’in anlattığı anılarla bir versiyon daha yazdım. Bu versiyon da yapmak istediğimiz film değildi; ama yeniden başlamamıza yetecek kadar motivasyon sağlamıştı bize. Filmi asacağımız bir fotoğraf arıyorduk aslında. Çünkü bence bir film fikrini düşünürken zihninizde bir fotoğraf canlanır ve siz, o fotoğrafın filmini yaparsınız. Bütün filmi, o fotoğrafa asarsınız. Ferit’in yatılı okulla ilgili zihninde en canlı olan fotoğraf, banyoydu. Hiçbir detayını atlamadan, bir kâbus gibi anlatırdı her seferinde. İlginç olan şu ki; Ferit’in fikir almak için ulaştığımız yatılı okul arkadaşları da zihinlerindeki en net fotoğraf olarak banyoyu anlattılar hep ve böylece fotoğrafı bulduğumuzdan emin olduk. Tüm filmi banyoya astık. Elimizde her versiyonda biraz daha zenginleşen bir fon vardı zaten. Onun üzerine yeni hikâyeyi kurduk. Bir hafta gibi bir sürede sahne dizilimini çıkarıp senaryoyu geceli gündüzlü dönüşümlü uyuyarak yazıp tamamladık.
Filmin senaryosunu birlikte kaleme almakla birlikte yönetmen koltuğunda Ferit Karahan yer alıyor. Peki senaryo ile çekimler arasında herhangi bir farklılık oldu mu veya proje tamamen düşündüğünüz şekilde mi gelişti?
Sanatsal hiçbir projenin tamamen düşünülen şekilde gerçekleşeceğine inanmıyorum; çünkü ürün somutlaşırken zihin, onu işlemeye devam eder ve üzerine bir şeyler ekleyerek son noktaya ulaştırır. Hele de söz konusu olan, bir sinema filmiyse başladığınız yerden çok uzakta bitirirsiniz. Çünkü kontrolünüz dışında çok fazla bileşen; onlarca set çalışanı, hava koşulları, coğrafi dinamikler, teknik ekipmanlar, kısacası diğer sanatların çoğundan farklı olarak öngöremediğiniz ve kontrol edemediğiniz birçok öğe var. Bu yüzden kendi senaryosunu tek başına yazıp çeken yönetmenler bile her zaman beklentilerinden farklı bir sonuçla karşılaşırlar. Çoğunlukla da çekilen film, öngörülenden daha iyi bir noktaya taşınır. Eserin, sahibinden daha zeki olduğuna inanırım. Okul tıraşı, benim zihnimde canlanandan farklı doğal olarak. Neticede Ferit’le yaşanmışlıklarımız, hayata bakışımız, hassasiyetlerimiz ve tabii odaklanacağımız noktalar farklı ve metni işlerkenki perspektiflerimizin de farklı olması beklenen bir durum. Senaryoların birer denklemi olsa da matematik gibi kesin sağlaması yapılabilen, herkesin elinde aynı sonucu veren net kurallı denklemler değiller. Tek bir senaryo, her yönetmenin elinde apayrı birer filme dönüşür ve hatta aynı yönetmen tarafından ayrı zamanlarda çekilen bir senaryo bile her defasında faklı bir film olarak ortaya çıkar. Film zihnimdekinden bazı yönleriyle farklı; ama altında değil. Ferit’in atmosfer kurma becerisi, oyuncu seçimi ve yönetimi, agresif bir görsel dil kullanımı, kısacası tercihlerinin ve elemelerinin filmi çok iyi bir yere taşıdığını düşünüyorum. Çıkan sonuç, oldukça başarılı ve taktire şayan.
Oda arkadaşı Memo’ya yardım etmek isteyen Yusuf’un hayatı bize aslında Türkiye’deki aile yapısı ve çocuklardan beklentiler üzerine de çok şey söylüyor. Yusuf’un annesiyle yaptığı telefon görüşmesi, annenin ondan beklentilerini dile getirdiği sırada Yusuf’un içerisinde bulunduğu durum ve son olarak sessizce bir köşede ağlaması. Başlı başına Yusuf’un bireysel hikâyesi üzerinden Türkiye’deki ebeveyn-çocuk ve tarafların birbirlerinden beklentileri üzerine ne söyleyebilirsiniz?
İnsanlar, içinden çıkılamayacak çaresizlikler ağıyla sarmalandıklarında en ufak umut ışığına bile sımsıkı sarılırlar. Sihre, büyüye, iksire bile inandırabilirsiniz onları. Yaşamını şekillendirme, değiştirme iradesini kaybettiğine inanan, bireysel, toplumsal, politik, ekonomik çıkmazlarda sıkışıp kalmış birinin, çocuğunun okuyup onun da hayatını kurtarmasını beklemesi, çok iç acıtıcı olsa da oldukça insani ve anlaşılır. Burada çocuğunu yatırım nesnesi sayan birini görmek de mümkün, boğulmak üzereyken son yardım çığlıklarını umut bağladığı birine duyurmaya çalışan birini görmek de mümkün. Ben ikincisini görüyorum. Bir zamanlar her şeye gücü yettiğine inandığımız, bizi her koşulda koruyacağına sonsuz güven duyduğumuz anne babamızın son umudu olduğumuzu bilmek, insanı müthiş yalnızlaştıran bir şey. Bir çocuk, başı sıkıştığında ebeveynine koşar, ondan medet umar. Ama eğer ebeveyni de çocuğuna muhtaç olacak kadar çaresizse işte o zaman bu dünyadaki en yapayalnız kişidir o çocuk. Türkiye’de ebeveyn – çocuk ilişkisinde bu karşılıklı beklentilerin çoğunlukla boşa çıktığını, müthiş hayal kırıklıkları yarattığını gözlemliyorum; Burada gelinen noktaya bakarsak, ebeveynlerin yanlış tutumunu sorgulama hatasına düşeriz. Asıl sorgulanması gereken, onları böyle alternatifsiz, çaresiz ve çıkışsız yapan sebepler…
Okul Tıraşı arka planında birçok önemli çatışma da barındırıyor. İzolasyon, kişinin kendisi ve etrafıyla çatışması, bürokrasi gibi. Bu noktada bize biraz filmin arka planında neler yattığından bahsedebilir misiniz?
Benim için bir filmin en önemli öğesi ve ana karakteridir arka plan ve filme dair en doğru sözü söyler. Geriye kalan her şey değişebilir. Okul Tıraşı’nda bir kapatılmanın ve bununla güçlenen otoritenin yarattığı korkunun filmini yapmak istedik. Arka planda gerçeğin de gerektirdiği gibi müthiş bir kuşatılmışlık, yalıtılmışlık ve kontrol görmek istedik. Bunu cezaevi, fabrika, hastane gibi benzer bir atmosfer üzerinden de anlatmak mümkündü; ama daha iyi bildiğimiz yatılı okulu seçtik. Fonda bunlar varken her sahnede kaçınılmaz olarak insani çatışmalar gördük. Yalan, bencillik, korku, işini savsaklama, çalma, göz yumma… Filmdeki öğrencilerden öğretmenlere, hademelerden müdüre herkesin kaybetmekten çok korktuğu bir şey var. En az korktukları şey, belki Memo’nun hayatını kaybetmesi tehlikesi; çünkü orada en bol olan şey çocuk… Bu korkular, onları öyle şuursuzlaştırıyor ki bir yerden sonra meselenin ciddiyetini kavradıklarında epey gecikmiş oluyorlar.
Son bir soru olarak, “Doğu Anadolu Bölgesi”nde geçen film, Batman doğumlu Gülistan Acet ve Muş doğumlu Ferit Karahan’ın hayatından otobiyografik öğeler de barındırıyor mu?
Ben ilkokul üçüncü sınıftan sonra batı illerindeki okullarda okudum ve hiç yatılı okul deneyimim olmadı. Ferit’in de yaşadığı bir olay değil bu hikâyede geçen olay; fakat aslında hepimizin hayatından, eğitim yaşamından kesitlerin toplamı bu film. Herhangi birimizin anılarından çok daha fazlası, gerçekten daha gerçek… Sonuçta hepimiz, kişisel farkları öğüten eğitim tornasından geçtik, benzeştik. Kendimize ait olmayan tercihler arasında bocalamak, birilerini memnun ve tatmin etmeye çalışmakla geçen bir büyüme evresi yaşadık ve bu olay, bu eğitim sisteminden geçmiş herkesin başına gelebilecek kadar sıradan, beklenen bir durum. O yatılı okulda gerçekleşmeyecek hiçbir şey yok filmde. “GERÇEK”ten daha tutarlı bir kurmaca bu.