Serdar Soydan
Suat Derviş 1921 sonunda başladığı gazeteciliği 1935-40 yılları arasında kesintisiz sürdürmüş. Cumhuriyet’te başlıyor bu dönem. Sonrasında sırasıyla Son Posta, Açıksöz, Tan, Bugün, Haber ve Vakit[1] gazetelerinde hem muhabir hem de köşe yazarı olarak çalışıyor. Bir yandan öyküler yazar, romanlar tefrika ettirirken bir yandan da istikrarlı bir şekilde Babıali’nin en bilinen, en sevilen isimlerinden biri haline geliyor.
Bu dönemde hazırladığı röportaj dizileri yahut köşe yazılarında ele aldığı konular, ortaya attığı fikirler pek çok açıdan önem arz ediyor. Yaşadığı şehrin dertlerine, hemcinslerinin özellikle çalışma hayatındaki sorunlarına, çocuklara, işçilere, hastalara, yani ezilenlere, gölgede kalanlara bigane kalmamış hiçbir zaman Suat Derviş. Yazılarında da röportaj dizilerinde de problemleri ortaya koyar, aksaklıkların altını çizerken bir münevver olarak sorumluluğunu yerine getirmiş, adını koymuş, karşı çıkmış, çözüm önermiş.
Suat Derviş’in bu beş yıllık süreçte çalıştığı gazetelerden biri olan Bugün, 3 Ekim 1938-11 Ocak 1939 tarihleri arasında 99 sayı yayınlanmış. Sahibi ve mesul müdürü Türk basın tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Ali Naci Karacan. Suat Derviş imzası gazetenin ilk sayısından itibaren görülüyor. Yazar, röportajları, çeviri öyküleri ve “Adliye Koridorlarında” başlığı altında kaleme aldığı yazılarıyla yer alıyor gazetede.
“Adliye Koridorlarında” adından da anlaşılacağı gibi Bugün’ün adliye muhabiri olarak çalışan Suat Derviş’in mahkeme salonlarında ve koridorlarında görüp duyduklarından oluşuyor. Adliye muhabirliği ve gazetelerin o yıllarda davaları günü gününe takip edip içlerinden seçtikleri bir iki tanesini neredeyse her gün okuyucularına sunması ilginç. Tamam, bugün de medyatik, belli bir öneme sahip davalar takip ediliyor, haber haline getiriliyor ama o zamanki sistem daha farklı. Bir muhabir her gün adliyede bulunuyor ve intibalarını kaleme alıyor. Yani net bir amaçla, şu davayı takip etmeye gidiyorum diye gitmiyor. Ne çıkarsa bahtıma diyerek gidiyor, gözlemliyor, pek çok davayı, olayı, öyküyü görüp duyuyor, sonra da içlerinden bir iki tanesini kaleme alıyor. Bu sayede lalettayin pek çok kişi ve dava, bu yazılar sayesinde gazete sütunlarına geçmiş oluyor. Bu adliye muhabirlerinin Suat Derviş yahut Sait Faik gibi ünlü, önemli edebiyatçılar olması daha da ilginç ve değerli hale getiriyor bu işi.[2]
Ama şimdi gelin şu adliyeden çıkalım ve Suat Derviş’in Bugün gazetesindeki en önemli yazılarını ele alalım.
Neye göre ‘en önemli’, hatta ‘önemli’ diyeceksiniz. Açıklayayım.
Söz konusu yazılar 11-26 Kasım 1938 tarihleri arasında, on tefrika halinde yayınlanmış. Tarihlerinden yola çıkarak da tahmin edebileceğiniz üzerine Atatürk’ün ölümü ardından kaleme alınmış yazılar bunlar. Atatürk’ün ölümü ve sonrasında yaşananlara dair belge değeri taşıyorlar. Suat Derviş, Bugün muhabiri olarak her gün Dolmabahçe Sarayı’na gitmiş, İstanbul sokaklarında dolaşmış, Atatürk’ün na’şı Ankara’ya taşınırken Yavuz zırhlısını takip etmiş. Tüm bunları da günü gününe kaleme almış.
Serde edebiyatçılık da var tabii. Çokça psikolojik ve fiziksel tasvirle okuyanları adeta Dolmabahçe Sarayı’nın koridorlarında, Taksim Meydanı’nda gezdirmiş.
“Erken gelen bir akşam, matemli İstanbul’un üstüne kasvetli ve boğucu bir örtü gibi sarılmaya başladı.
Elektrik lambaları yanmış, alacakaranlıkta yüzlerin bütün çizgisini seçmek mümkün değil.
Taksim Meydanı, abidenin önü bu alacakaranlığa rağmen oldukça kalabalık. Atatürk’ün heykeli karşısında İstanbullular birikmiş, sanki bu abideyi hiç görmemişler gibi dikkatle ona bakıyorlar. Uzak bir yerden gelmişler gibi hasretle ona bakıyorlar.
Herkesin göğsünde bir matem rozeti, herkesin yüzünde aynı solgunluk, herkesin gözlerinde aynı dalgınlık var.
Onu işte akşamın bu alacakaranlığında burada gördüm.
Abidenin etrafındaki tarhları yoldan ayıran alçak parmaklığa oturmuş.
Üstünde koyu renk bir manto, şaşında çenesinin altından bağlanmış bir başörtü var.
Elinde beyaz bir mendil tutuyor. Arada bir bu mendili gözlerine götürüyor. Bakışları onun heykeline takılmış, gözlerine.
Abidenin etrafı kalabalık diyorum. Fakat onda dünya üstünle tek başına kalmış bir insan hali var. Kederi onu o kadar sarmış, etrafına öyle kalın bir duvar örmüş ki, o bunun haricinde olan her şeyle alakasını kesmiş, kimseyi görmüyor, kimsenin kendisini gördüğünün farkında değil.
Lacivert mantolu, siyah başörtülü ihtiyar, çok ihtiyar kadın bu meydanın ortasında tam manasıyla hâli bir adada tek başına kalmış bir insan perişanlığıyla oturuyor ve ihtiyar başı hafif hafif titreyerek ağlıyor.
Ona yaklaşıyorum. Ben de onun gibi alçak demir parmaklığa oturuyorum.”[3]
Suat Derviş’in yazılarını farklı kılan onun bu atmosfer yaratmadaki başarısı. Bir kamera gibi meydanda durup etrafında olan biteni kaydederken ufacık dokunuşlarla, bazen bir niteleme, bir benzetme yahut yarıda bıraktığı bir cümleyle imzasını atıyor.
Örneğin Atatürk’ün bazı hususiyetlerini anlatacağı yazıya âdeta matem evinde geçen bir öykü havası veriyor.
“Oda sıcak, perdeler inik. Sarı abajurlu bir elektrik lambası yanıyor. Odada ihtiyar, genç çocuk muhtelif nesillerden insanlar bir araya toplanmışız.
Odada herkes sanki pek soğukmuş gibi biraz büzülmüş.
Herkesin gözü biraz dalgın, ne şakalı bir bezik partisi, ne bir tavla gürültüsü ne radyodan bir ses ne bir mübahase var.
Herkes susuyor.
Küçük Aynur bile bir köşede büzülmüş elini çenesine dayamış, saat dokuz olduğu halde hâlâ uyumamış, büyük bir insan gibi düşünceli oturuyor.
Gözlerinde öyle derin bir keder var ki, bu dört yaşındaki bebek sanki birdenbire kırk yıl büyümüş gibi.
Odadaki bu boğucu sükûtu bozmak için yaşlılardan biri çocuktan yardım umuyor. Ve ona dönerek ‘Aynur,’ diyor, ‘hani sen, bir kelebek şarkısı söylerdin. Bize onu söylesene!’
Küçük kız hayret ve hiddet dolu gözlerini bunu söyleyene çeviriyor ve ‘Ben beş gündür şarkı söylemiyorum. Bilmiyor musun, Atatürk öldü,’ diyor. Sonra minimini elleriyle yüzünü kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor.
Kimse bu küçük yavruyu teselliye yanaşmıyor. Herkes bu manzara karşısında kendi matemini hatırlıyor, genç kızlar mendillerini gözlerine tutuyorlar.
Erkeklerden biri asabiyetle yerinden kalkarak balkon kapısına gidiyor. Alnını cama dayıyor. Belki de bizlere ağladığını göstermek istemiyor.”[4]
Küçük kızın neden bir adı var? Neden ‘Küçük Aynur’ o? Bu isimlendirme yazıyı bir anda baş karakteri Aynur olan öyküye yaklaştırıveriyor. Böylece onu kuru bir yas yazısı yahut bir biyografik metin olmaktan çıkartıyor. Kurmaca ile kurmaca dışının sınırlarını belirsizleştiriyor. Daha doğrusu bu kurmaca olmayan yazının sınırlarını ve imkanlarını genişletiyor.
Aynı yazıda Atatürk’ün özelliklerini anlatırken tuhaf bir şey daha yapıyor Derviş. Bunu bilinçli mi yapmış, yoksa farkında bile değil miydi bilmiyorum. Ama aralarında bulunan kıymetli bir insan, uzun müddet Atatürk’ün yanında, yakınında yaşamış, onu iyi tanımış, onun hususiyetlerini, ona ait ufak şeyleri bilen bir zat Atatürk’ün “umumiyetle acze karşı nefreti vardı. En sevmediği şey mağlûbiyetti,” dedikten sonra şöyle bir hikaye anlatıyor.
“Atatürk’ün Joli isminde küçük bir köpeği vardı. Bu köpeği çok sever onunla meşgul olur, oynardı. Günün birinde Çankaya’ya birisi bizim Joli’den çok daha iri bir köpek getirmiş. İki köpek kavga ettiler. Joli büyük köpekten müthiş dayak yemiş. Bunu Atatürk’e anlattılar. O, küçük Joli’den nefret etti ve dayak yemek suçundan dolayı Joli’yi çiftliğe nefyettik. O bir daha Çankaya’ya gelmedi. Orada kısa bir zaman sonra hastalanıp öldü.”
Yukarıda da andığım gibi kariyeri boyunca ezilenlerin, gölgede kalanların hakkını savunmuş, yanında durmuş Suat Derviş bu anekdotu neden yazısına koymuş? Atatürk’ün bu yaptığını, bir köpeğin sadece dayak yedi diye ölümüne yol açmasını prensipli ya da olumlu bir şey olarak görmüş olabilir mi? Gerçekten bilemiyorum.
Müzeyyen Senar’ın ilk eşiyle şarkı söylemek üzere Dolmabahçe’ye gittiği bir günü anlatışı geliyor aklıma. Atatürk, Müzeyyen Senar’ın uzun saçlarını ve kocasının bıyığını beğenmiyor ve hemen berberini çağırtıp birinin saçını alagarson kestirirken diğerinin bıyığını kazıtıyor. Müzeyyen Senar bunu heyecan ve gururla anlatıyordu. Suat Derviş de Joli’nin hazin öyküsünü böyle bir duyguyla anlatmış olabilir.
*
Suat Derviş 16 Kasım’da Dolmabahçe’de yapılan törende de bulunuyor. Tören, yeni cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Atatürk’ün tabutunun başına çelenk koymasıyla başlıyor. Sonra siyasetçiler, askerler, akademisyenler sırasıyla saygı ve üzüntülerini sunuyor tabutun önünden geçerek. Ardından sıra halka geliyor.
“Onun tabutu önünden en önce geçmek için geceden beri ayazda bekleşen bir halk kütlesi, sonsuz bir saygı içinde ağır ağır yürüyerek, ayak sesini işittirmemeye gayret ederek tabutun önünden akmaya başladı. Yüzler, ihtiyar, genç, buruşuk, düzgün, güzel, çirkin yüzler.
Bu yüzleri bir kere görenler onların manalarını bir daha akıllarından silip atamayacaklardır.
Hayatları seyrince karşılaşmamış, karşılaşmayacak muhitlerden, semtlerden, nesillerden gelmiş bir insan kalabalığı, ayağı inmeli ihtiyar dedesi, iki kolundan tutulup zorla yürütülen kötürüm ninesi, pahalı bir kürke sarılmış kadını, ökçesi kopuk iskarpinleriyle reji kızı, elleri kireçli yeni işbaşından gelen dülgerleri, mavi gömlekli işçisi, temiz giyinmiş memuru, tezgâhtarı, terzi çırağı, esnafı, seyyar satıcısı, karamela kutusunu kapayıp kolunun altına koymuş küçük çocuğu, akan gözyaşlarıyla yüzüne duvar olmuş boyası, bol bol açılmış bedbaht sokak kadını, çıplak ayak, baldırı çıplak sokak serserisi ile salonun bir kapısından giriyor, ağlaya ağlaya, hıçkıra hıçkıra tabutun önünden geçiyor ve öteki kapısında yarı baygın bir halde bahçeye çıkıyor.
Ve aynı matemin içinde, aynı kederle kıvranan bu halk kitlesi bir tek çehre gibi birbirine kaynamış, kimse kimseyi yadırgamıyor. Istırap feryatlarını zapt etmek için yabancı eller, yabancı ellerden kuvvet ve cesaret arıyor, birbirini sıkıyorlar, herkes birbirine “Kardeş!” diyor. Bir dizi tutmayanın hep birden koluna girip muhafaza etmek istiyorlar.
Muazzam tabutun önüne gelince sinirlerinin tahammül kabiliyeti biten kadınlar içinde bağıranlar ve hatta bayılanlar oldu.
İşçi gömleğinin üstünde bir İstiklal Madalyası taşıyan topal bacaklı, pos bıyıklı pehlivan cüsseli ellilik bir erkeğin bir çocuk gibi hıçkıra, hıçkıra ağladığını gördük. İhtiyar bir nine, gözlerini ellerinin tersiyle kuruladı. Tabutun biraz ötesinde durdu. Ona Fatiha okudu. Genç bir kız salonun ortasında düşüp bayıldı. Onu ayıltırken öğrendim. On beş yaşında imiş.
İhtiyar, genç onu seviyorlar.
Musevi, Hıristiyan, Müslüman bütün Türkler tabutun önünden hıçkırarak geçiyorlar. Üstleri, başları lime lime zenci kadınları dövüne dövüne ağlıyorlar.”[5]
Bir sene sonra İstanbul’un Bir Gecesi adlı romanında bir geceye sığdıracağı “hayatları seyrince karşılaşmamış, karşılaşmayacak muhitlerden, semtlerden, nesillerden gelmiş bir insan kalabalığı”nı bir tabutun başında bir araya getiriyor bu defa Suat Derviş. Yine kuru bir anlatım yerine, duygulu, okuyana edebi haz veren tasvirlerle.
Ve saygı sunma sırası gazilere geliyor.
“Yere muntazam fasılalarla bir değnek çarpar gibi bir ses duyuyoruz, hepimiz o tarafa gözümüzü çeviriyoruz. Bu sesin hangi sıradan geldiğini gözlerimizle araştırıyoruz ve işte nihayet buluyoruz.
Dörder dörder giden üç sıra malul gazi görüyoruz. İçlerinde kolsuzları, içlerinde tahta bacaklıları var. Bu tahta sesi onların yere vuran adımlarının sesidir.
Göğüsleri İstiklal madalyalarıyla süslü bu kahramanlar, büyük bir cebri nefisle hıçkırmamaya gayret ediyorlar.
Şimdi onun tabutu karşısında birdenbire âdeta büyüdüler. Dimdik ve çevik birer vücuda döndü alil vücutları tabutun önüne gelince. On bir el birden alına doğru gitti, hepsi selam verdiler. Bir tanesi veremedi. Sağ eli yoktu başını eğdi.
Meşalelerin alevi üstüne çizilmiş siluetleriyle sağ eli on bir olan bu on iki insan ne heybetli görünüyor.”[6]
Ertesi gün 1935’te Cumhuriyet’te hazırladığı bir söyleşi dizisinden alıntılar yaparak dünyanın çeşitli yerlerinden gelen feministlerin, kadın hakları savunucularının Atatürk hakkında söyledikleri övgü dolu sözlerden müteşekkil bir yazı kaleme alıyor.
Aralık ayında Foto Magazin dergisi için de benzer bir yazı hazırlayacak ve “Dünya Feminizminin Lideri Öldü” diye de başlık atacak. Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi kadın hareketini hiçe sayan, tüm o kadınların emeklerini görünmez kılan bu tavır çoktan terk edildi ne mutlu ki.
Suat Derviş’in yazıları na’şın taşınması ve Ankara’da Etnografya Müzesi’ne konulmasını da anlatıp sona eriyor.
*
Suat Derviş’in Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü üzerine kaleme aldığı bu on yazı, yer yer hamasete kaçışlarına, yer yer politik ve insani olarak sorgulanabilir oluşlarına rağmen önemli. Zira o bir kamera gibi etrafında olanları saptar, hem gazeteci hem de edebiyatçı olduğu için bunları aktarırken ustalığını göstermiş, o günleri sadece hareketle, olup bitenle değil, duygusal olarak da kaydetmiş.
Ayrıca bu yazılar ve Bugün gazetesi sayesinde Suat Derviş’in hiç bilinmeyen, bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış bir fotoğrafına da sahip olduk.
NOT: Külliyat bölümünün Suat Derviş’e ayrılan kısmının da sonuna geldik. Önümüzdeki aydan itibaren Peride Celal bu köşede bizimle olacak.
[1] Haber ve Vakit aynı yayın grubunun gazeteleri. Suat Derviş 1939-40 yıllarında yine bu yayın grubunda yer alan En Son Dakika gazetesi için de yabancı ajanslardan haber çevirdiğini söylüyor.
[2] Sait Faik’in 1942’de Haber’deki “Mahkemelerde” köşesi, daha sonra Mahkeme Kapısı adıyla kitaplaştırılmış. (1956)
[3] “Bugün Başkumandanın Tabutu Önünden Bir Millet, Bir Ordu Halinde Geçiyor” Bugün, 16 Kasım 1938.
[4] “Atatürk’ün Hususi Hayatından Hatıralar” Bugün, 15 Kasım 1938.
[5] “Türk Bayrağı ile Örtülen Tabut” Bugün, 17 Kasım 1938.
[6] “Yüzlerce Kişi Onun Karşısında” Bugün, 18 Kasım 1938.