Dilek Karaaslan: “Öykü yazmanın en güzel kısmı ve farklılığı, deneyimleyerek görmek ve yazmak oluyor.”

Aynur Kulak

Çağdaş edebiyatımıza ikinci öykü kitabı Hayatımızın En Uzun Kışı ile yeni öyküler kazandıran Dilek Karaaslan; “Benim için kendi yaşamımın ve yaşamına tanık olduğum tüm canlıların, doğanın her ânının bir öyküsü var.” diyor. Birbirinden farklı öyküler okuduğumuz kitapta aile, geçmiş, yüzleşme, göç ve travmalar tematik yapıyı belirliyor. Tüm ayrıntıları kapsamlı şekilde konuştuğumuz söyleşimiz için buyurun lütfen.

Sohbetimizi bir durumu hikâyeleştirme konusu üzerine konuşarak başlatmak istiyorum. Olayları, durumları hikâyeleştirmeye tam olarak nasıl başladınız veya soruyu biraz farklılaştıracak olursam hikâyeleştirmenin sizin için karşılığı ne?

Öncelikle bunun çok güzel bir soru olduğunu söylemeliyim Aynur Hanım. Hikâyeler her an ve her yerde. Bize düşen yalnızca hikayeleri fark etmek, tıpkı arılar gibi etraflarında dolaşıp inceleyerek özlerinden alacağımız zerreleri toplamak. Yazmaya başladıktan sonra okuduğum, izlediğim ve etrafımda gözlemlediğim her şeye bu gözle, ‘yazılsa, nasıl bir öyküsü olur,’ yaklaşımıyla bakmaya başladım. Benim için kendi yaşamımın ve yaşamına tanık olduğum tüm canlıların, doğanın her ânının bir öyküsü var.

Hayatımızın En Uzun Kışı ikinci öykü kitabınız. İlk öykü kitabınız Tatlı Bir Şey Yok mu’dan bugüne nasıl bir yolculuk sonrası Hayatımızın En Uzun Kışı öykü seçkiniz oluştu? Zamanla kendiliğinden yazılan ve biriken öyküler mi mevzu bahis yoksa böyle bir öykü seçkisi hep aklınızda var mıydı?

İlk kitabım Tatlı Bir Şey Yok mu’nun oluştuğu zaman aralığı 2014 ile 2020 arasıydı. Hayatımızın En Uzun Kışı ise 2020’den sonra 2024 yazına dek yazdığım öykülerden oluşuyor. Ama öykü yazma fikri her zaman aklımda oldu, üstelik ülkemizde çok da tercih edilmemesine rağmen ben yine yola öykücü olarak devam etme arzusundayım. Bana göre öyküler, çok özel romanlar haricinde, kendi gerçekliğini yaratma konusunda yazara daha fazla alan ve olanak tanıyor. Hâlâ öyküsünü yazmak istediğim en az iki dosyayı dolduracak izlekler notlarımda duruyor.

Hayatımızın En Uzun Kışı içerisindeki öykülerin ortak odak noktası ne diye sormak istiyorum, fakat diğer yandan sizin farklı hikâyeleri yazmayı sevdiğinizi biliyoruz. Kitabınızdaki öykülerde tematik ve yapısal olarak yine birbirinden farklı rotalar görüyoruz amma velakin daha derinlemesine, bu sefer daha katmanlı sanki. Hatta bu katmanlılığı çevre, nesne, mekân betimlemelerinde dahi görebiliyoruz.

Sizin de belirttiğiniz gibi ben öykülerimde belirli bir tema izlemiyorum ama tamamen birbirinden farklı konuları aynı dosyaya almanın da okurun ilgisini dağıtabilme olasılığı nedeniyle çok uygun olmayacağını düşünüyorum. Benim için yalnızca ana izlek değil olay örgüsü, zaman, mekân ve atmosfer bütünlüğü de çok önemli. Eğer bir travma ya da kırılma yazılacaksa kurgunun kendi gerçeğini oluşturacak, okura gerçeklik duygusunu yaşatacak unsurlar çok önemli. Zaman, çevre, mekân, eşya ve doğa. Kendimce bir yönetmenin sahneye baktığı gibi bakmaya çalışıyorum öyküye. Kendim de bir okur olarak neyi ne kadar bilmek ve görmek isterim, ona göre hareket ediyorum. Hemen bütün öykülerimde odağım çatışma, travma, yüzleşme, kırılma üzerine oluyor.

Öykülerin tematik yapılarına baktığımızda aile ve çocukluk, yoksunluk ve direniş, toplumsal travmalar, bireysel arayışlar mevzu bahis. Siz bu yapıyı öykülerin tamamında yetişkin bakış açısıyla yazmayı tercih etmişsiniz. Yani aile, toplum, çevre veya ikili ilişkiler, kurulan bağ ne şekilde olursa olsun çocukluktan bakış değil de yetişkinlikten çocukluğa bakış veya yetişkin olarak toplumdaki rolümüz ne, buralardan konuları ele almışsınız desem, ne söylemek istersiniz?

Hayatımızın En Uzun Kışı dosyasında yalnızca iki öykü bir çocuğun gözünden anlatılıyor, diğer öyküler yetişkin anlatıcılar tarafından aktarılıyor. Bunun özel bir sebebi yok. Anlatıcının yaşına, cinsiyetine ya da birinci tekil ya da üçüncü tekil şahıs dilinden anlatılması gerektiğine deneyerek karar veriyorum genelde. Bir öyküyü birkaç farklı zaman kipi ve anlatıcı tercihi ile yazıyorum önce, sonra hangisi bana daha doğru geliyorsa onunla devam ediyorum. Bence öykü yazmanın en güzel kısmı ve farklılığı, deneyimleyerek görmek ve yazmak oluyor. Sonra zaman içinde yeni bir öyküye başlarken kendiliğinden seçilecek anlatıcının türü ve zaman kipi konusunda bir ön fikriniz oluşmaya başlıyor. Bunu bir tür fikir jimnastiği gibi görüyorum.

Karakterlerin gelişimlerini, büyümelerini, değişimlerini aile dinamikleri üzerinden ele alıyorsunuz ve tabii ki toplumsal dinamikler de bu gelişimde önemli bir rol oynuyor Mesela Drina Nehri’ndeki Sara ya da Zürafa Sokağı’ndaki Cansu. Karakterlerinizin büyümesine özellikle önemli dönemeçler, aldıkları keskin virajlar ekseninde vurgu yapıyorsunuz. Değişiyor olmaya, bunun tüm sebeplerine yaptığınız vurgulara çok önem veriyorsunuz gibi geldi, özellikle de karakterleriniz kadın olduğunda, ne dersiniz?

Hepimizi büyüten, hayata farklı bakmamızı sağlayan en önemli motivasyonlar, olumlu ya da olumsuz, sizin de belirttiğiniz gibi, keskin dönüşler, kırılmalar, kayıplar. Elbette bunun kadını erkeği yok ama, bizim ülkemizde kadınlar daha hızlı büyüyüp yetişkin olmak zorundalar. Çünkü üstlendikleri sorumluluklar, toplumsal roller, erkek egemen toplum yapısının dayattıkları, kız çocuklarının erken yaşta büyümelerine neden oluyor. Oysa tam da aynı sebepten erkekler biraz daha fazla çocuk kalma hakkına sahip gibi geliyor bana. Bu onların hakkıymış ya da doğal bir süreçmiş gibi görülüyor. Ama esas meselemiz, cinsiyetten bağımsız, bu kırılmalardan sonra dönüşen karakterlerin, kişiliklerin, sürdürdükleri hayatlar ile arzu ettikleri hayatlar arasında açılan makaslar.

Kitapta birbirinden çok farklı öyküler mevzu bahis. En dikkat çekenler kitabın açılış öyküsü de olan Ramo, Drina Nehri, Zürafa Sokağı, Prenses Karolin, Topuk gibi. Bu farklı öykülerde sanki bireysel psikolojiler ön planda gibi ama toplumsal yapıyı da ortaya koyan, bu durumlara dair de çok şey söyleyen, hatta toplumdaki sınıfsal hiyerarşiye ilişkin de derdi olan öyküler öyle değil mi? Öyküleri biraz bu yönüyle de konuşabilir miyiz?

Bana göre bireyin psikolojisi, toplumun ortak sosyolojisinden ve psikolojisinden çok da bağımsız değil. Bireysel olarak özel çabalar verilmiyorsa, toplumun ortalama değerleri, ortalama psikolojisi ve ortalama sosyolojisine sıkışıp kalmak çok mümkün. Bireyin kendi derdi çoğu zaman ülkesinin, içinde yaşadığı toplumun ona dayattığı rolden, hayattan ve dertten uzak olmuyor. Dolayısıyla aslında kendimiz için bir şey yaptığımızda ya da yapmadığımızda etkilenen yine toplumun bütünü oluyor. Bugün en demokratik en zengin ülkelerin toplumlarında bile adı konmamış sınıfsal hiyerarşiler var. Sorsanız, konuşurken bu durumun gerçekliğini kimse açıkça kabul etmez. Ama herkes bilir ki, toplumun genelini etkileyen her tür siyasi, politik ya da ekonomik ilerleme ya da kırılma ve gerilemeyle sonuçlanan durumlarda, her birey içinde yer aldığı sınıfa göre bu yeni durumdan etkilenir. İyi ya da kötü biçimde.

Betimlemelere çok önem verdiğinizi görüyoruz. Bu durum dil kullanımınızı ve anlatımınızı da etkiliyor. Betimlemeleriniz, buna üslubunuz da diyebiliriz öykülerin duygu atmosferini de etkilemiş desem ne söylemek istersiniz? Betimlemelerde üslup her şey noktasından konuşabilir miyiz bu soruyu? Çünkü simgesel anlatım da devreye giriyor sık sık ama, öykünün anlatım odağında kayma yaşamıyoruz.

Öykülerde detaycı olmayı seviyorum. Okurun gözünde bir sahneyi en iyi biçimde canlandırabilmek için ne gerekli ve mümkünse onu eklemeye çalışıyorum. Detayların ve iyi betimlemenin okurun gözünde öykünün kendi gerçekliğinin kurulmasına ve inandırıcılığın artmasına hizmet ettiğini düşünüyorum. Kendimce bunu bir üslup olarak geliştirmeye çalışıyorum. Elbette detayların ya da betimlemelerin, anlatımı izlekten betimlemelere kaydırmayacak bir ölçüde yapılmasına dikkat etmek gerekiyor.

Başucu veya kaynak kitaplarınız neler? Kimleri veya hangi ülke edebiyatının kitaplarını okumayı seviyorsunuz?

Başucumda ya da çalışma masamda tuttuğum çok fazla öykücü ve öykü kitabı var. Hemen bütün dünya öykücülerini okuyorum. Hiç vazgeçemediklerim, Alejandro Zambra ve tüm kitapları, Ralph Rothmann, David Constantine, Rachel Seiffert, Claire Keegan, Samanta Schweblin, Henrietta Rose Innes, John Cheever, Hemingway, Cortazar, Sait Faik, Bilge Karasu, Vüsat Bener, Onat Kutlar, Ethem Baran, Behçet Çelik, Sema Kaygusuz, Melisa Kesmez, Barış Bıçakçı, Kadri Öztopçu, Aslı Erdoğan ve Semih Gümüş’ün öykü üzerine yazdığı bütün kitaplar ve edebiyat eleştirileri. Daha bunları artırabilirim ama bu yazarlar ve kitapları gerçekten çalışma masamda duruyor.