.

Mükerrem Yılmaz: “Yazmak, bir tür soluklanma, bir nevi hayata tutunma şekli.”

Elif Şahin Hamidi

Mükerrem Yılmaz’ın “Zamansız Kadınlar” adlı ilk öykü kitabında, bu coğrafyada var olmaya çalışan kadınların hikâyeleri dile geliyor ve hepimize çok tanıdık gelen bu zamansız kadınların ayak izlerine basarak onların içsel yolculuklarına eşlik ediyoruz. Edebiyatın derin sularında kendi sesini arayan Yılmaz, öykülerinde kadınların varoluş mücadelelerini, kimlik arayışlarını, travmalarını, en zayıf anlarında bile güç bulma çabalarını göze görünür kılarken, mekânların ve zamanın izini de sürüyor.

Yılmaz’ın “Üç S” olarak andığı Sevgi Soysal, Selçuk Baran ve Sevim Burak’tan Virginia Woolf’a uzanan edebi yolculuğunda, kelimelerin sadece birer araç değil, birer özgürlük ve direnç biçimi olduğunu anlıyoruz. Her bir öyküde, bu coğrafyada var olmaya çalışan kadınların kimi zaman sesini duyuyor, kimi zamansa sessizliklerine kulak veriyor, onların hikâyelerinde kendi hikâyelerimizi görüyoruz. “Zamansız Kadınlar’da, kadının yaşamına, bedenine ve cinselliğine dair bir duygu yoğunluğu var. Ancak, bu duyguların anlatımı daha çok içsel bir arayış, bir özgürlük isteği, kimlik sorgulaması üzerinden gerçekleşiyor” diyen Mükerrem Yılmaz’la okuyup yazma serüvenini, beslendiği kaynakları, öykülerindeki mekânları, kadın olmayı, edebiyatta cinselliği konuştuk.

Kurmaca olsun ya da olmasın, yazıya dökülmüş hemen her şeyde bir insanın hayat boyu heybesinde biriktirdiklerinin tortusu vardır sanırım. Bu öykülerde de Mükerrem Yılmaz’ın biriktirdikleri, yaşadıkları-yaşamadıkları, hayatına temas eden zamansız kadınlar ve kendinden izler var. Dolayısıyla bu coğrafyada varolmaya çalışan kadınların hikâyesi var. Bu öykülerin doğum yolculuğunu anlatır mısın?

Öykülerin doğum yolculuğu, tıpkı insan hayatın kendisi gibi aslında. Bazen karmaşık, bazen yalın ama çok katmanlı bir sürecin sonucu ortaya çıktılar. Her bir öyküde, insan yaşamının gereği ve sonucu olarak edinilen birikimleri, içsel çatışmaları, geçmişin gölgesiyle şekillenen kimlikleri işlemeye çalıştım. Kadın karakterler üzerinden, özellikle de bu coğrafyada var olmaya çalışan kadınların yaşamlarından kesitler sunmak istedim. Kadınların kimlik arayışları, mücadeleleri, fiziksel ve psikolojik olarak en zayıf anlarında bile güç bulma çabaları bu öykülere de yansımış durumda. Öte yandan kadınların değil, aynı zamanda toplumun tüm bireylerinin travmalarını, direncini ve duygusal derinliklerini de göstermeye çalışan öyküler.

Bazen “bunları yaşadınız mı?” diye soruyorlar. Bu sorudan rahatsız olmuyorum, aksine yaşanmış bir gerçeklik gibi hissettikleri için mutlu oluyorum. Çünkü bu öyküler bireysel bir deneyimin değil, toplumun izlerini taşıyan, toplumsal gözlemlerin ve içsel birikimlerin etkisiyle ortaya çıkan birer anlatı. Aslında hepimizin birikimleriyle ortaya çıkan öyküler diyebilirim.

Öykülerin doğum yolculuğu ifadesine tekrar dönersek, zaman zaman kurmacayı bir araç olarak kullanmak, bazen de hayatın kendisini olduğu gibi yansıtmak, hikâyenin özgünlüğünü artıran bir unsur diye düşünüyorum. Az önce de belirttiğim gibi, bu öykülerdeki her karakterin ve her sahnenin gerçek bir yolculuğun parçası olduğunu hissettirmek istedim. Yani bu öyküler kurgusal bir yolculuk sonucu orta çıkmış olsa bile aynı zamanda hayatın gerçek ve bazen acımasız olan yolculuğunun bir izdüşümü.

Son tahlilde, öykülerdeki zamansız kadınlar, farklı ailelerden farklı kentlerden olsa bile ortak bir nokta etrafında birleşirler: Kadın olmanın ne demek olduğu, bu dünyada var olmanın, hayatta kalmanın ve bir kimlik inşa etmenin zorlukları. Bu kadınların yaşadığı her an, kişisel bir deneyimin ötesinde, tüm toplumun bir yansıması olarak da okunabilir.

Kitaplarında otobiyografik ögelere de yer veren Leyla Erbil, başka türlü yaratma olmayacağını söyler. Sen ne düşünüyorsun bu konuda ve bu on öykünün doğumunda senin kişisel hikâyenin rolü ne?

Leyla Erbil’in “başka türlü yaratma olmayacağı” ifadesi edebiyatın, yazarın bireysel dünyasının bir yansıması olduğuna dair güçlü bir görüş sunmaktadır. Bu düşünce, yaratıcı sürecin -kaçınılmaz olarak- kişisel deneyim ve gözlemlerden beslendiğini vurgular. Elbette yazarın yaşadığı dünya, algıları, hisleri ve düşünceleri yazdığı metinlere yön veren temel unsurlardır.

Esasen her bir öyküyle yazar olarak ben de bambaşka bir dünyayı, farklı bakış açılarını ve yaşamın karmaşıklığını anlamaya çalışıyorum. Bu anlamda, yazmanın sadece bir anlatı değil, aynı zamanda içsel bir keşif süreci olduğuna inanıyorum. Öykülerde kişisel hikâyemin rolü, bazen doğrudan bazen de dolaylı bir şekilde ortaya çıkıyor. Olaylar, karakterler, hatta ortamlar… Hepsi, içsel dünyamı yansıtan birer öğe olabilir. Ancak önemli olan, bu öğelerin bireysel deneyimlere dayansa da evrensel bir değer taşımasıdır. Sonuç olarak, yazarlık sürecinde kişisel hikâyelerin rolü kaçınılmaz olsa bile bu unsurların özgün ve evrensel bir şekilde yapılandırılması, eserin derinliğini ve anlamını artırır.

Öykülerindeki şehirler, mekânlar da sana şekil veren yerler sanki: Safranbolu, İstanbul (Kurtuluş, Feriköy Mezarlığı, Maçka Parkı vs.), apartmanlar, ev içleri, parklar, çarşı pazar… Yer, yurt, yurtsuzluk, aidiyet, aidiyetsizlik ile ilgilisinde Safranbolu, İstanbul, mekânlar ne ifade ediyor senin için ve yazınsal yaratıcılık açısından? Bir de öyküler mi mekânları çağırıyor yoksa bir mekân mı öyküyü çağırıyor, ne dersin? 

Mekânlar, hem yazınsal yaratım sürecinde hem de kişisel yaşamımda çok belirleyici bir yer tutuyor.  Kişisel olarak da aidiyet duygusu benim için önemli. Zaman Kadınlar’da da görüleceği gibi, mekânlar yalnızca birer fiziksel varlıklar değil, karakterlerin ruh hallerini, içsel dünyalarını şekillendiren, onlara anlam yükleyen öğeler. Safranbolu, İstanbul, Maçka Parkı gibi yerler, benim için sadece birer şehir veya semt olmanın ötesinde. Bu mekânlar, kişisel bir hafızanın, bir geçmişin, bir aidiyetin sembolü.

Özellikle Safranbolu, geçmişe dair bir bağın, zamanla kurulan bir ilişkinin yeri oluyor benim için. Annemin, babamın, dedemin, babaannemin doğduğu kent olmasının yanı sıra zamanla bireysel olarak etkileşim kurduğum bir kent. O taş sokaklar, eski evler ve dar geçitler hem tarihsel bir sürekliliği hem de bireysel hafızamı şekillendiriyor. İstanbul ise benim dünyamda, doğduğum büyüdüğüm kent olmasının yanı sıra, sürekli farklı kültürler ve yaşam biçimleriyle etkileşim halinde olan, değişen ama bir o kadar da geçmişin izlerini barındıran bir mekân olarak öne çıkıyor. Feriköy Mezarlığı, geçmişten günümüze aynı kalabilen bir mekân, aynı zamanda farklı kimliklerin, kültürlerin ortaklaşabildikleri bir yer. Ve bugünün şartlarında orada yer edinmek çok zor. Maçka Parkı, İstanbul’un karmaşası içinde sakin bir sığınak, bir huzur alanı. Bu tür yerler, öykülerimde zaman zaman karakterlerin ruhsal durumlarını yansıtan birer zemin haline geliyor.

Sorunun diğer kısmına gelecek olursak: Öykülerimde mekânlar, her zaman bir karakter gibi işlev görüyor. Yani bir anlamda iki yönlü bir ilişki var: Mekânlar öyküleri çağırır, öyküler de mekânları. Mekânlar, bir anlatının içindeki duyguları, çatışmaları, karakterlerin değişimini daha derinlemesine yansıtabilecek birer araç. Öykünün gelişimiyle mekânlar şekillenir, karakterlerin değişen iç dünyaları ile mekânlar arasındaki ilişki de birbirini tamamlar. Bu nedenle, yazınsal yaratıcılığımda mekânlar yalnızca birer arka plan değil, aynı zamanda hikâyenin şekillenmesine yön veren, onun ruhunu taşıyan ögeler olarak işlev görüyor.

Mekânlar yazınsal bir yaratıcılığın hem yansıması hem de kaynağı. Onlar, öykülerin gelişiminde bir çağrı gibi gelirler, ancak aynı zamanda öyküler de onları biçimlendirir. Bu karşılıklı ilişki, yazınsal dünyamda mekânın derinlikli ve çok katmanlı bir şekilde yer bulmasına neden oluyor.

“Gassal” adlı öykü dikkatimi çekti. Şimdilerde bu adı taşıyan bir dizi de var. Ölüm, ölümlü olmak meselesi insanın ve elbette edebiyatın, sanatın dert edindiği ana meselelerden biri. Bu öyküde hiç olmayacak bir şey oluyor: erkek bir gassal, bir kadının cenazesini yıkayıp, onu son yolculuğuna uğurluyor. Bu öyküyü sana yazdıran ne oldu?  

Gassal adlı öyküyü ben dizi çıkmadan önce yazmıştım. Mart 2023’te yazmaya başladığım bir öykü. İlk taslak zamanla değişti. Ve öyküyü Aralık 2023’te, TÜRSAV ve Deniz Bank ortaklığıyla hazırlanan “İlk Senaryo Yarışması”na gönderdim. 2024 yazında Ümraniye Belediyesi tarafından düzenlenen öykü yarışmasına da gönderdim. Sonrasında dizi ortaya çıktı. Bunun bir tesadüf olduğunu düşünmek istiyorum.  Ve deprem döneminde ilk şu soru aklıma gelmişti: “Bir kadını bir erkek yıkayarak son yolculuğuna uğurlayabilir mi?” Bu sorudan ortaya çıktı aslında öykü. Dizide ise başka bir soru sormuşlar. Dediğim gibi tesadüf olduğunu düşünmek istiyorum, ama…

Öte yandan öyküye dair sorun bana, bir insanın en derin korkuları ve en karanlık sırlarıyla yüzleşme anlarını hatırlatıyor. Gassallık meselesi, hem gerçeğin hem de hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir alan. Çünkü ölüm, yaşamla en doğrudan ilişki kuran, aynı zamanda ondan en uzak kalan olgu olarak hayatımızın bir parçası. Ölüme dair ne kadar çok şey söylense de bu bilinmeyeni anlamak, tanımlamak mümkün değil. Bilinmeyen olarak kalması, bir gölge gibi hayatımıza sokulması da bizim tercihimiz aslında. Zira yok saymak istiyoruz. Bir gassalın bir kadının cenazesini yıkaması, onun ölümüyle hesaplaşması, bana hayatta kalanın ölümü yeniden biçimlendirmeye ve ona dair anlamlar yaratmaya çalıştığı bir anlatı gibi geliyor.

Zamansız Kadınlar’da ölüm ve yaşam sadece “Gassal” adlı öyküde karşımıza çıkmıyor aslında. Farklı öykülerde bazen bir kuytuda, bazen de gündelik yaşamın ortasında ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgiyle umudu-umutsuzluğu sorgulamak mümkün.  

Bir kadının ölümüne karşı bir erkeğin tavrı da kadın ve erkek dünyasındaki karmaşık ilişkilerin bir yansıması bence. O gassal, sadece bir bedenin değil, kadınlığın, yaşamın, belki de kaybolan bir zamanın taşıyıcısı oldu. Bir kadının cenazesi, yıkama işlemi, bazen bir sonun değil, bir başlangıcın habercisi olabilir. Zira ana karakter olan gassal da ölümü bir son olarak görmüyor. Hatırlasan işim bir nevi “styling” diyor. Ölüm, hepimiz için eşit bir yoldur ve bu yolda erkek ya da kadın olmanın, yaşanmışlıkların ya da kimliklerin ne kadar anlam taşıdığı, bazen birer yanılgıdan başka bir şey değildir. Öte yandan, adı ile tezat bir yaşam şekline sahip Gassal’ın kendisiyle yüzleşmesini ve içsel yolcuğunu hatta adı ile tanışma halini görmekteyiz.

Bu ülkede cinsellik hâlâ bir tabu ve hâlâ “namus cinayetleri” işleniyor ya da sessizce, bir köşede kendi eliyle canına kıyıyor kadınlar. Türk edebiyatında da kadın yazarların cinsellik konusuna uzak durduklarını, kadın kahramanların kurgu bir yapıtta bile cinselliklerini yaşadıklarını/yaşayamadıklarını pek göremiyoruz. Bunun nedenlerinden biri, yanlış anlaşılma kaygısı sanırım. Yani bazı okurların, hikâyedeki bir karakterle yazarı özdeşleştirebilme ihtimalinden dolayı yazar, alacağı tepkilerden çekinebiliyor. Senin öykülerinde de böyle bir çekiniklik sezdim. Edebiyatta bu tabu nasıl aşılabilir sence? 

Edebiyatın tabu kırma gücü, kelimelerin ve anlamların birbirine nasıl dokunduğu ve ne kadar cesaretle yazıldığından geçer. Ancak, özellikle Türk edebiyatında, cinsellik gibi karmaşık ve çok katmanlı bir konunun işlenmesi, gerçekten derin bir toplumsal yankı uyandırabilir. Bunu başarmak, edebiyatçıyı sadece okuruyla değil, toplumun geleneksel değerleriyle de yüzleştirir. Bu yüzden, kadın yazarlar ve kadın karakterler cinsellik gibi konularda, çoğu zaman kendilerini temkinli tutarlar. Zira burada sadece bir cinsellik değil, aynı zamanda kimlik, toplumdaki yer, ahlaki değerler ve bazen bir neslin bile hayat görüşleri tartışmaya açılmaktadır.

Zamansız Kadınlar’da da bu tür bir temkinlilik yer yer görülür. Zamansız Kadınlar’da, kadının yaşamına, bedenine ve cinselliğine dair bir duygu yoğunluğu var. Ancak, bu duyguların anlatımı daha çok içsel bir arayış, bir özgürlük isteği, kimlik sorgulaması üzerinden gerçekleşiyor. Cinselliğin bazen dolaylı anlatımlar ve metaforlarla yansıması, kadının dünyasında bu konunun ne denli karmaşık ve çok yönlü olduğunu da işaret eder. Burada bir çekiniklik ya da temkinlilik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır, ancak bu çekingenlik bir kaçış değil, bir derinlik yaratma çabası diyebilirim.

Bunun ötesinde, belki de edebiyatın tabu kırma gücü, her şeyden önce toplumdaki cinsellik anlayışını ve kadınların bedenlerine dair sahip olunan katı bakış açılarını sorgulamaktan geçer. Kadın yazarların, kadın kahramanlarının cinselliklerini, içsel ve toplumsal baskılarla paralel bir biçimde, ancak dikkatli ve cesur bir biçimde işlemeleri, hem edebiyatın derinliğini artırmasına hem de toplumun bu tabuları aşmasına yardımcı olabilir. Çünkü edebiyatın en önemli işlevlerinden biri, insan ruhunun gizli köşelerine dokunarak, görünmeyeni görünür kılmak ise, kadınların cinselliğini anlatma meselesi, sadece cinsel bir eylem olarak değil, bir kadının kendi kimliğini ve varoluşunu keşfetme süreci olarak görülmeli.

Sevgili Jale Sancak, yıllar önce kendisiyle yaptığım bir söyleşide öykü türüyle ilgili şöyle demişti: “Öykü herkesin bildiği gibi okunan, değer bulan bir tür değil. Hatta yazanı çok, okuru yok bir tür diyebiliriz. Gerçeği bu. Öykü az anlatması, kısalığı, biraz da kapalılığı nedeniyle okurdan özel bir katılım bekler.” Öykü ve roman ile ilgili hep süregiden tartışmalarla ilgili sen neler söylersin?

Öykü ve roman, aslında çok farklı iki dünyanın kapılarını aralar; her biri kendi yapısal diline ve anlatım biçimine sahip. Bu yüzden sürekli olarak birbirinden ayrılmaya, birinin diğerine göre daha değerli ya da daha önemli olduğuna dair tartışmalar süregeldikçe, bu meselenin daha da derinleştiğini düşünüyorum.

Jale Sancak’ın da dediği gibi, öykü genellikle bir “azlık” halidir; bir kırılma noktasıdır. Kısadır, yoğun bir anlam taşır ve okurun, yazarın sunduğu dünyayı anlaması için belli bir dikkat ve katılım gerektirir. Okur daha aktif olmak durumundadır. Roman daha geniş solukludur, karakterlere, zamana, mekâna daha fazla yer verir. Bu, hem yazan için hem de okur için başka bir deneyim alanı yaratır.

Zamansız Kadınlar’da zamanın, mekânın, hatta karakterlerin dışındaki boşlukları ve sessizlikleri okura sunmak istedim. Okurun, bir anlam inşa etmek için o boşluklara ve suskunluklara yaklaşması beklenir. Bu, hem zorlu hem de cezbedici bir durumdur çünkü öyküde anlatılmak istenen şeyin bütünselliği, kısa bir metinde kurulan küçük, bazen dağınık bir yapının içinde gizlidir.

Romanın ise, daha açık uçlu ve bazen belirgin bir anlatı yapısına sahip olması, okurun daha kolay bir şekilde hikâyeye dahil olmasına olanak verir. Roman yazarken, yazar birçok yolu ve olasılığı bir arada tutar, ancak öyküde bir karar verilmiştir, bir şeyin en yoğun haliyle yakalanması gerekmektedir. Bu yoğunluk, bazen daha az ama daha derinlemesine bir anlatımı gerektirir.

Her iki türün de kendine özgü zorlukları ve güzellikleri var. Öyküdeki “kapalılık” aslında onun anlamını derinleştirirken, romanın genişliği ise daha fazla yer açar okurun zihninde. Benim için, öykü yazmak, bazen bir anın, bir duygu dalgasının ya da bir bakış açısının tüm derinliğini yansıtmaya çalışmak gibi. Öykü, bir tür kırılma noktasıdır, o anı yakalamaktır. Roman ise, bir yolculuk, bir keşiftir, karakterlerin ve olayların zamanla gelişmesini izlemenin verdiği o geniş özgürlük hissidir.

Sonuçta, her iki tür de kendi biçimsel ve anlatımsal avantajlarına sahipken, hangi türün daha değerli olduğu meselesi bence daha çok yazarı ve okuru ilgilendiren bir tercih meselesi olmalı. Ancak öyküdeki “özel katılım” gerekliliği, onun büyüsüdür, çünkü o, okuru yazının içine sadece bırakmakla kalmaz, düşünmeye ve anlamaya zorlar.

En başa dönmek istiyorum: Hep “çok kitabım olsun” diye dua eden küçük kız çocuğuna, geçmişten bugüne okuma yazma yolculuğunda kimler rehberlik etti, hangi yazarlar, hangi kitaplar elinden tuttu?

“Çok kitabım olsun” diye dua eden küçük bir kız çocuğu olarak başladığım bu yolculuk, zamanla yalnızca kitapların sayısıyla değil, o kitapların içindeki seslerle, anlatılan hayatlarla şekillendi. Her kitabın beni başka bir dünyaya taşıdığı, her yazarın bana yeni bir bakış açısı kazandırdığı, en derin duygularımı en basit cümlelerle açıklamamı sağladığı bir serüven oldu. Okuma yazma yolculuğumda, birçok yazarın elimden tutmuş olduğunu söyleyebilirim, fakat bunlar sadece kitapların yazarları değil, aynı zamanda hayatıma dokunan, bana yeni yollar açan ve her biriyle farklı bir dilde iletişim kurduğum rehberlerdi. Okuma yolculuğumda hem Türk edebiyatı hem Batı edebiyatı önemli bir yer tutuyor. Sophokles’in “Antigone” adlı eseri, insanın ahlaki değerleriyle toplumsal düzen arasındaki çatışmayı derinlemesine işleyerek, bana edebiyatın hem bireysel hem de toplumsal bir yansıma olduğunu öğretti. Antigone benim rehberim gibi. Virginia Woolf, bana yazının derinliklerini ve bir kadının dünyayı nasıl farklı bir bakış açısıyla anlatabileceğini gösterdi. Ayrıca Franz Kafka’nın varoluşsal sancılarını, Albert Camus’nün insanın anlam arayışını sorgulayan eserleri beni derinden etkiledi. Batı edebiyatındaki bu isimler, kelimelerin gücünü daha fazla hissetmeme yardımcı oldu.

Türk edebiyatına gelince, Sait Faik Abasıyanık’ın toplumun kenarındaki insanları derinlemesine ele alan öyküleri de benim için çok kıymetli.

Kadın yazarlara geldiğimizde, elbette benim de yazarlık yolculuğumda etkisi olan pek çok isim var. Türk edebiyatında, Peride Celal’in toplumsal cinsiyet meselelerini cesurca işlediği eserleri, Latife Tekin’in çağdaş Türk kadınlarının sesini duyurduğu romanları, kadın olmanın yazınına dair çok şey öğretti. “Üç S” diyerek kendime rehber edindiğim üç kadına değinmeden geçemeyeceğim: Sevgi Soysal, Selçuk Baran, Sevim Burak. Sevgi Soysal benim için bir dönüm noktasıdır. Üniversitede lisans öğrencisiyken “Üç S” ile tanışmıştım. İlk olarak Sevgi Soysal kitapları okudum. Kadınların toplumda karşılaştığı zorlukları cesur bir şekilde ele alan ve bu konularda toplumsal yapıyı sorgulayan eserleri, kadınlık deneyiminin daha derinliklerine inmeme yardımcı oldu.

Selçuk Baran’ın toplumun alt sınıflarına dair derinlikli gözlemleri, küçük ayrıntıları fark edip insanın içsel dünyasını yansıtma biçimi bana örnek oldu. Sevim Burak ise dilin sınırlarını zorlayan, alışılmadık ve bazen absürd bir üslupla yazdığı eserlerinde insanın yalnızlığını ve varoluşsal sancılarını çok etkili bir biçimde işler. Dilin ve anlatım biçiminin ne kadar özgürleştirici olabileceğini fark ettirdi. Bunlar sadece okur olarak değil, yazar olarak da beni derinden etkileyen kadın figürleriydi. Kadın yazarlardan aldığım ilham, kadın olmanın ve yazmanın zorluklarıyla yüzleşirken bir yandan da yazma cesaretimi artıran bir kaynağa dönüştü. Benim okuma ve yazma serüvenimde önemli birer ışık oldular. Hem Batı edebiyatından hem de Türk edebiyatından aldığım ilham, kelimelerin sadece birer araç değil, birer özgürlük ve direnç biçimi olduğunu kavramamı sağladı. Her kitap, her yazar, insanın dünyasına bir pencere açar ve bazen o pencereyi aralayan bir kadının kalemi olabilir.

Edebiyata ve resim, müzik sinema gibi sanatın diğer dallarına sığınmak, hayatı daha yaşanılır, katlanılır kılıyor, delirmemeye yardımcı oluyor hiç kuşkusuz. Mükerrem Yılmaz neden yazma ihtiyacı duyuyor ve beslendiği diğer kaynaklar neler?

Benim için yazmak, bir tür soluklanma, bir nevi hayata tutunma şekli. Kültür ve sanat, edebiyat ruhumun ihtiyaç duyduğu bir alan gibi. Her kelime, her cümle bir arayış, bir yansıma. İçimdeki dünyayı anlamlandırmanın, dış dünyaya dair hissettiklerimi aktarabilmenin tek yolu gibi geliyor. Yazarken, yalnızca kendi içsel yolculuğumu değil, aynı zamanda toplumsal dokuyu, insanın kırılganlıklarını ve gücünü de incelemeye çalışıyorum. Bu anlamda, edebiyatın yalnızca kelimelerden ibaret olmadığını, bir arada yaşadığımız, paylaştığımız anların izlerini taşıdığını düşünüyorum. Ressamlar, müzisyenler, sinemacılar gibi sanatçılarla besleniyorum. Resim, müzik, sinema… Hepsi birer penceredir benim için. Her biri farklı bir duyguyu uyandırıyor ve bu duygular biriktikçe yazı ile kendini gösteriyor. Duygularımızı, düşüncelerimizi tam anlamıyla ifade etmek ne kadar zor olsa da, bu sanatsal alanlar, kelimelerin arkasındaki derinlikleri görmeme yardımcı oluyor. Hayatın karmaşasında, bir şekilde delirmemek için bu sanat dalları bana bir tür sığınak, bir nefes alma alanı yaratıyor. İnsan, hayatta kalabilmek için bazen kelimelere, bazen de bir melodinin veya bir fırça darbesinin arkasına sığınmak zorunda kalıyor.

Bundan sonrası için planlar, projeler neler?

Benim geleceğe dair belirgin planım yok sevgili Elif.  Son yıllarda benim için her şey anlık ve anın içinde şekillenen bir hâl almakta. Eskiden “içimdeki Almanı susturamıyorum” diyerek kendime takılırdım, çünkü çok planlı ve programlıydım. Son yıllarda anlık yaşamayı, kısa planlarla yaşamayı, hatta hiç plan yapmadan yaşamayı tecrübe ettim diyebilirim.

Yazarlık ise, bir yazarın dışındaki dünya ile kurduğu o ince ilişkiyle var olur. Bugün yazmak isteyebilirim, ki şu sıralar yoğun bir şekilde yazıyorum, yarın belki bir suskunluğa bürünürüm. Her şeyin bir zamanı olduğuna inanıyorum. Bugün yazdıklarım, dün düşündüklerimin eseri, yarın yazacaklarım ise bugünlerimin izinden gidecek. Uzun vadeli planlar yapamıyorum artık, açıkçası yapmamayı da seçiyorum. Zihnim, gönlüm ve kalemim, yaşadıklarımın izini sürer. Ancak söyleyebilirim ki, yazmak ve düşünmek, benliğimi bulduğum bir yolculuk. Bu nedenle ne şekilde ve nasıl devam edeceğimi zaman gösterecek. Okumak ve yazmak benim için terapi gibi.