
Abdullah Ezik
Abdullah Ezik, Canavar ile Versus Art Project’te ziyaretçilerle buluşan “Herşey Yolunda” başlıklı ilk kişisel sergisi ve sanat anlayışı üzerine konuştu.
İlk kişisel serginiz “Herşey Yolunda” geçtiğimiz günlerde Versus Art Project’te izleyicilerle buluştu. Öncelikle sanırım serginin başlığından başlamak iyi olacaktır. Biz aslında her şeyin yolunda olmadığını serginin ismindeki göndermeden anlıyoruz ama sizin için “Herşey Yolunda” mı?
“Her şey yolunda”nın hep ters giden ama belki de olması ve mücadele edilmesi gerekilen durumların içinde telkin amaçlı kullanıldığını görüyoruz. Bunu daha da vurgulayabilmek için “Herşey Yolunda”.
Farklı dönemlerde gerçekleşen çeşitli karma sergilerin ardından bu kez kendi işlerinizle izleyicilerin karşısına çıkmak nasıl bir duygu?
Yeni bir alanda olmak orayı işlerin arasındaki bağlam ve hikâyeye göre kurgulamak ilginç bir süreçti. Yoğun düşünce ve fikirlerle başlayıp rafine bir denkleme dönüştüğünü düşünüyorum.

Bir sanatçı olarak salt “sprey boya” ile çalışmak sanırım oldukça dikkat çekici ve özel bir durum olsa gerek. Bu durumu sprey boyanın sizin kişisel yaşantınızla olan bağı üzerinden de yorumlayabiliriz. Peki uzun yıllardır üretim yapan bir sanatçı olarak, hiç farklı bir malzeme ile çalışmayı düşündünüz mü yoksa bu sizin kimliğiniz mi?
Sprey boyanın kazaya, tesadüfe açıklığı kesinlikle beni kendine bağlayan bir etken oldu. Hayatın içinde tesadüfleri, beklenmedik ve hata gibi gözüken şeyleri takip etmeyi dönüştürme çabamla çok ilişkili. Başka malzemelerle çalışıyorum fakat sprey boyanın ayrı bir yeri olduğu kesin.
Sergi kapsamında 60’a yakın sprey boya çözümlemesi, pentür, gravür ve duvar üzerine gerçekleştirdiğiniz performatif uygulamayı görmek mümkün. Tüm bu eserleri bir araya getirirken nasıl bir bütünlük gözettiniz?
Bu bütünlüğü işler kendisi belirledi diyebilirim. Temel üretimim doğrudan yaşadığım, maruz kaldığım durumlardan yansımayla var oldukları için kendiliğinden yerleri buluyorlar.

Sanatın ortadan kaldırması gereken, en azından böyle bir fonksiyonu olduğu düşünülen meselelerden birisi de aslında sınıflamalardır. Çoğu kişi Canavar’ı hâlâ bir mural sanatçısı olarak görüyor ancak bu sergi ile daha da yakından fark ettiğimiz şey, üretimlerinizin salt mural, sizin de salt bir mural sanatçısı olarak tanımlanıp sınıflandıralamayacağınız. Bu konu üzerine ne söylersiniz?
Ben hep şunu tekrarlıyorum: Ben sokak sayesinde sanatla tanışan bir sanatçıyım, (yüceleştirmeden) ve üretimlerimi doğrudan sokağa da uyguluyorum. Yarın nasıl bir medyum, teknik ve alanla karşınızda olurum bilinmez. Bu değişken deneyimi yaşamak istiyorum ancak değişmeyecek tek şey sokakla olan temasım.
İnsanın şehirdeki varoluş veya var-olamayış hikâyesi serginin de en önemli konu başlıklarından biri. Arka planında sokaklardan gelen bir mural sanatçısı da olarak, şehir ile insanoğlu arasındaki ilişki üzerine ne söylersiniz? Şehir sizi nasıl etkiliyor?
Metropol hayatının kalabalıklığında varlığının ispatı için bir iz bırakma istemiyle doğduğunu düşünüyorum. Beni başlatan ve çeken şey en temelde bu olmuştu. Şu an ve gelecek için yaşananları arşivleme amacıyla şehrin bize yaptıklarını onun duvarlarına kazımaya çalışıyorum.

Uzun yıllar boyunca işlerinize yansıyan ve beden-kimlik yabancılaşmasının bir temsili olan hamam böceği figürü yine bu serginin de önemli parçalarından birisi. Sizi onca hayvan, kavram ve ifade varken “hamam böceği” üzerine düşünmeye yönlendiren ne oldu? Hamam böceğinin hikâyesi nereden geliyor?
Gezi direnişinde sıkça işittiğim bir tabir vardı. “Böcek gibi zehirleniyoruz.” Tam da o sıralar sırf hamamböceğinin şehirde var olmasıyla ilgimi çekmesi ve onu resmetmeye başlamamla denk düştü. Evet, böcek gibi zehirleniyorduk. Neyse ki hamamböceği gibi dayanıklıyız. Tahmin bile edilemeyecek kadar her yerdeyiz. Direnmeye ve dayanmaya devam ediyoruz.
Bıçağın keskin yanını yalayan adam’da (İsimsiz, 2019) olduğu gibi büyük bir baskı ve çöküşle karşı karşıya olan figürler/kahramanlar, farklı üretimlerinizde farklı şekillerde kendisini gösteriyor. Peki bu figür ve kahramanlar kökenini nereden alıyor?
Bireyin kendini oluşturma sürecini etkileyen ona yüklenmek istenen misyonlar görevler ve bunların oluşturduğu travmalardan geliyor. Sıkışmışlıkla o bıçağı bileyip keskin tarafını yalıyorsunuz.

Üretimleriniz özellikle Kafka’nın Dönüşüm ve Babaya Mektup, Nietzsche’nin ise Böyle Buyurdu Zerduşt’una çeşitli noktalarda referans veriyor ve söz konusu tüm bu eserler karanlık atmosferinin yanı sıra içerdiği problemlerle de dikkat çekiyor. Sizi Kafka ve Nietzche üzerine bunca düşünmeye iten nedir?
Kafka ile çocukluk sürecimle alakalı büyük benzerlikler ortaklıklar buluyorum. Bu sebeple bir şekilde benzer bakış açısı gelişmiş, buda işlere yansıyor. Nietzche’nin sorgulama biçimi, felsefesi kötücül gözükse de genelde insanlara bence gerçekçi beni bu kısmından yakalıyor.
Sergi alanına girdiğimizde karşımıza çıkan ilk iş, Franciz Bacon’dan referans alan, erillik, babalık ve sorumluluk gibi farklı konuları tartışmaya açan “C1”. Neden sergiyi ziyaret eden izleyicilerin ilk olarak bu eseri görmesini istediniz? “C1”in sergi çerçevesinde bir kilit taşı olma görevi üstlendiğini söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle, en temelde çocukluktan yüklenen başlangıç sahnesi, etten bir taht. “Güce sahip olmak nedir?” “Gücün bize sahip olması mıdır?”

Yine bir önceki eser ve sorunun devamı olarak, “baba”nın sizin üretimleriniz ve sanatçı kimliğinizde önemli bir kavram olduğunu söyleyebilir miyiz?
Babayı iktidar olarak tanımlarsak. Ona itaat ederken onun gibi olmanı bekleyen ve her yere nüfus etmiş eril erk olduğunu görebiliyorsak. Kesinlikle önemli bir yeri var.

Son bir soru olarak, sizin sanatınızı besleyen başat faktörler kültürel baskı, kişisel travma ve yaşantınız mıdır? Sanatçı, sanatındaki ana malzemeyi nereden alır?
Nereye bakar, mercek tutar, yakınlaşır, inceler, irdelerseniz oraların izlenimini yaşar ve yansıtırsınız. Kendi üretimlerimi insanın, kentin kanserli hücrelerinin tomografisi gibi tanımlıyorum.