Yağmur Yıldırımay
yagmuryildirimay@gmail.com
“İfade edemediğim bir eksiklik hissi var içimde […].
Sanki her şey başka türlü oynanabilirdi.”
Tehlikeli Oyunlar
Edebiyatın tanımı herkese göre değişir; kimi bunun bir sığınak olduğunu söyler, kimi bir ifade biçimi, kimi sadece bir üretme edimi… Bunlar arasından doğrusunu seçmek gibi bir kaygımız yok. Cevapların çok olması, aksine, edebi güzergâhın rotasının da belirlenmesinde etkili. Okur/yazar için çoğu zaman, sadece yolda olmak bile değerlidir. Bireyi eyleme sürükler, düşündürür, halının altına süpürdüklerini gün yüzüne çıkarır ya da tam tersi; daha da biriktirir. Dünyayı sözcüklerle yorumlamak hep bir kapı aralığının içinden girmektir; kapanmayan, sağından solundan altından ışık saçan kapılardan. Ayça Güçlüten de Uykusuz ile yaşama dair olan muhtelif kapılardan içeri girer, muhtelif varlıkları-yoklukları keşfeder, anlatır, gösterir ve kendi edebi güzergâhını belirler. Bu güzergâhta okurlar, edebiyatın nasıl da “asıl” hayatın içinde olduğunu ama kırılganlıklarını, dayanılmazlığını, aldatıcılığını da bir kenara bırakmamanın gerekliliğini alımlar. Çünkü “gördüğümüzü sandığımız veya düşündüğümüz şey ne olursa olsun, bunun sonucunda ne yaparsak yapalım her şey söylemlerle dokunur”. Uykusuz, her okurun kendi “söylem denizi”nde kulaç atmasına yardım edecek, farklı söylemleri görünür kılmayı sağlayacak bir romandır.
Uykusuz, hayatını kuşatan bir durağanlığın içinde kendi yolunu bulmaya çalışan, yeri yurdu olmayan, olamayan Levent ile kendini evine, çocuklarına, zaman zaman “gösterişe” adamış Çiçek’in hikâyesinden yola çıkılarak kaleme alınmış. Roman boyunca Levent’in “asıl” dünyasını bulmaya çalışırken etrafında olup bitenlere göz atıyor, esasen kimsenin olduğu yere ait olmadığını görüyoruz. Bu keşif sürecinde aile, geçmiş, saatler, modern hayat, cinsellik, çocuk gibi çözülmesi çetrefilli meselelere de dokunuyoruz. Tüketim dünyasının her biri birbirinden farklı bu insanlarıyla birlikte tıpkı Levent’e roman boyunca eşlik eden o sesle irkilip duruyoruz: “Ben neyim, neden varım?”
Levent, yaşadığı “somut” dünyadan pek haz etmeyen, zorlamalarla ayakta durmaya çalışan, kendi dünyasını arayan bir karakter. Onun hayat güzergâhı “koşmak” üzerine kurulu; geçmişi eskide bırakarak, gününü hiçe sayarak, “koşacak takati değil, daha ileri gidecek bir yer kalmayıncaya kadar koşmayı hayal” ettiği bir koşmak. Çünkü özgürlüğü ancak “hiçliğe zincirlendiğinde” hisseder. Fakat hayat öyle kolay değildir; evliliği, onun bir adım dahi ileri koşmasında hep bir takoz işlevi görür. Levent, Çiçek’e ne zaman baksa bir boşluk görür. Kendi de büyük bir “varlığın” içinde değildir ama bu boşluk, ona uzaktır. Öyle ki bu uzaklığı anlatmaya bile uzaktır. Bu yüzden Çiçek’in karşısında sadece susar; hem bedenen hem ruhen; Çiçek artık “kurtlanmış aydınlığında yuvalanmış bir duygu”dur. Bu cendereden “biricik gerçekliği” olan rüyalarıyla çıkar Levent; rüya mefhumu böylelikle kurguda Levent’in “asıl yaşamı”na ev sahipliği yapan bir alan hâline gelir. Çiçek ile olan evliliğinde mutsuz olan, cinsel duygularını kaybettikleri, sadece bedenen paylaştıkları yataktan “var olmaya” açılan rüyalar, Mine ile “yaşadığı” rüyalardır. “Puslu Rüyalar” ara başlığıyla yazılan bu bölümlerde Levent, başlığın aksine, belki de bir tek burada net görebilir kendini. Aslında normalde de planlı, programlı olan, heyecanı aptallık olarak gören, muğlaklığı sevmeyen Levent’in iş-eş-çocuk olarak hayatı karma karışıktır. Oturtamadığı bir düzen, hesabını alamadığı bir öfke, içini kusamadığı bir nefret vardır. Bu hâller onda, her daim dalgın, yalnız, içine kapanık, iç sesiyle konuşan, hatta iç sesinin hiç susmadığı bir hâl yaratır. Böyle olunca rüyaları, onun içinden geçenleri açıkça söyleyebildiği, sevişirken haz duyabildiği, sevdiği, sevildiği bir yer olur ve asıl netlik kendini buralarda gösterir. Somut dünyası, sürekli kontrol altında tutmaya çalıştığı, tedirgin olduğu bir yerken rüyaları “aklım yok artık” dediği, hayata tutunabileceği bir kurtuluş alanı olur. Levent buraya pek müdahale etmez; rüyalarındaki hayatı âdeta akıp gider, kontrolü elinde tutmaya çalışmaz, sürprizlerle doludur. Sonsuz koşma isteğinin vuku bulduğu; “Gitsem, ben de gitsem bir yere. Gidebilsem. Unutsam. Herkes unutsa beni. Ben kendimi unutsam. Belliğimi burada bırakıp sıvışsam ben de. Eşyasız, amaçsız, kimsesiz toz olsam. Bir satır yazmadan, kimseye dokunmadan görünmez olabilsem,” dediği yerdir. Bu sebeple kendine geldiği yer olması bakımından Uykusuz’da rüyalar önemli bir işleve sahiptir. Romanın ilerleyen sayfalarında bu hayatı yitiren Levent, uykusuzluk hastalığına yakalanır. Normalde bir huzursuzluk yaratacağı düşünülen bu durum, onun için yeni kapıların aralanması anlamına gelir; Levent buradan da kendine, yalnızlığına sığınacak bir alan yaratır.
Levent, rüyalardaki hayatına alıştıkça somut dünyasında da bir değişimin içine girer. Bu değişimi tarif etmek güçtür fakat onun “garip renklere bürünmüş taşlara” benzeyen, yok olan biri hâline geldiğini söylemek mümkün: Uykusuz, siyaha düşkün, yalnız, rüyalarına meftun, arayışsız, silik, durağan, hantal, karanlık: “Gündüzleri, iyiden iyiye sevmez olmuştu. Kir, olanca çıplaklığıyla gözlerini kör ediyordu.” Rüyanın beraberinde getirdiği bu hâl, bu ayakları yere basmama durumu, roman boyunca müzik ile yan yanadır. Normalde konuşmayı sevmeyen, kendi iç sesiyle muhatap olan Levent, sözsüz müzikleri dinler, özellikle de Chopin’i. Onun bestelerindeki renk ve armoni, Levent’in somut dünyadaki karanlık hâline içten içe ışıltı verir, saflığı, derinliği, doğallığı, kelimelerin olmadığı bu yerde bulur. Dışı ne kadar yılgınsa içi kıpır kıpırdır, tıpkı rüyalarında olduğu gibi. Zaten bir gün kelimelerin öleceğine inanan birinden bunları görmek pek de tuhaf değildir: “Beğenmişti bu parçalanmayı, sonlanmayı, batışı, tükenişi, çöküşü, göçüşü… Bu harap edici kelimeler her saniye içinde cirit atıyordu. Kelimeler… Evet, nasılsa onlar da öleceklerdi bir gün…”
“Bir Çıkmaz Var. Ben Oradayım”
Levent’in roman boyunca bir nevi saplantılı olduğunu düşündüren mesele, geçmiştir. Ona göre “eski geçmiştir, geçmiş eskidir, tozludur ve gereksizdir”. Bu sebeple üzerine düşünülmesi gereken bir zaman dilimi değildir. Unutmak istediği ama bir türlü ensesinden nefeslerini kesemediği ölmüş anne babası da onun için bu zaman dilimi içindedir. Unutmak istemesinin sebebi sadece geçmişte kalmaları değil; çocukken uğradığı baskılardır. Anne babanın çocukta açtığı yaraların kolay kolay iyileşmediği malumumuz. Levent’in iyileşmeyen yaraları da “korku, öfke, cezalısın” kelimeleri içinde saklı. O, ne zaman içinden babası ile konuşsa bu kelimeler zihnini meşgul eder; korkmayı, çekinmeyi sürdürür. Levent, asıl acıyı verenin bedenin değil, içinden gelenin olduğunu bilir. Ve bu sebeple geçmişi her düşündüğünde göğsünde biriken ağrıyı def etmeye çalışır. Çiçek’in de ailesiyle olan bağı bundan farklı değil. Rahatsızlığından dolayı yanlarında kalan annesi Sabiha’ya “midesi kalkarak” bakar, babasının cennetten çıkma olduğuna inandırdığı dayağın acısını hâlâ bedeninde hisseder. Ailesinden göremediği her şey -özellikle sevgi ve bağlılık-, onun üzerinde Levent’tekinden farklı olarak, çocuklarına ve evine aşırı bağlanma tepkisi oluşturur. Kendini var ettiği, “aile” olmaya çalıştığı alan evin içi, özellikle mutfağıdır. Evliliğine dair pişmanlığını dile getirirken bireysel alanına müdahale edildiğini düşünerek şöyle der: “Sen bu dünyaya çocuklar getirdin. Neden? Yapmamalıydın. Mutfağına sokmamalıydın. Ve yatağına. Almamalıydın işte. O seni almadı.” Yine başka bir yerde şunları anlatır: “İyi yemek yaparım ben. Mutfağım da çok güzeldir. Orası benim. Başka kimse giremez. Ütüde iyi değilim ama. Olamadım bir türlü. […] Çocuklar geldiğinde yemek hazır olmalı.” Her yemek pişirişinde kendini “yeniden doğurur”. İçine hapsolduğu bu alan Çiçek’in “kadınlığını” tanımladığı yer olarak belirirken aynı zamanda ailesinden göremediklerini inşa ettiği yerdir. Erkeğin istediği zaman gidebildiği, susabildiği, “evine” döndüğü yerde Çiçek “Bilmediğim yerlere kalkıp gidemem. Benim çocuklarım var. Onlar benim yüklerim. […] Sen yüksüzsün. Hiçbir şeyin yok. Benim çok şeyim var. Ben gidemem,” der. Kendi yokluğunu, evine, çocuklarına sıkı sıkıya bağlı kalarak doldurmaya çalışır. Romanın sonunda görüşür ki ailenin yarattığı travma, Levent’te hissizliğe, yalnızlığa, sorumsuzluğa yol açarken Çiçek’te tam tersi durum yaratır.
Uykusuz, bir girdap içinde döner durur; sorular sorduran ama sonuçlanamayan, yerinde saydıran ama ileriyi gösteren. Sürekli bir devinim hâli vardır; maksat yenilenme değil, karakterlerin kendi hayatlarına yetişme derdidir. Bu derde romanda dijital saatler eşlik eder. Saat, her an koşar -tıpkı Levent’in sonsuzluğa koşmak istemesi gibi- ve Çiçek de Levent de buna ayak uydurmak ister. Bir gün düzenin de göstergesi olan saatlerin bozulması, şehrin de insanların da bir panik havasına girmesine sebep olur. Zaman savaşına giren insanlar hayatı yakalamak istedikçe debelenir dururlar. Ne zaman ki akrep yelkovanı takip eder, nefes alırlar. Günün ilerlediğini görmek, belki sonun yaklaştığının da göstergesi olduğu içindir bu çırpınışlar. Hem yakalamak hem bitirmek istemek… Çelişki, zaten her insanın girdabıdır ya, roman da bize bunu aksettirir.
“Cevap bekleme. Beklenti iyi bir şey değil,” diyor Uykusuz okuruna baştan sona. Anlamsızlığın ortasında kaldığımız, akıl yitimlerine uğradığımız, umut etmekten yorulduğumuz şu zamanlarda bir oyunun içine sürüklüyor bizi; farkında olduğumuz ama denemekten vazgeçmeyeceğimiz: “Çok sık göründün, fazla gördün. Yetmedi mi? İçindeki cesetler fazla birikmedi mi? Yak artık onları. Bu bir oyun. Bu bir rüya. Bu bir aldanma. Bir yalan. Bir deneme. Evet, en çok da deneme. Denedin ve olmadı. Yenisine yol al. Yeni nedir? Çok önemli değildir. Ama iyidir.”