
Dilek Sarıboğa
Defne Suman’ın ilk kez 2016’da yayımlanan Emanet Zaman adlı romanı; aynı anda Türkçe ve Yunanca iki versiyonuyla çift dilli bir roman olarak okuyucuyla buluştu. “Emanet Zaman” konusunu Kurtuluş Savaşı ve özelde Türk-Yunan Savaşı ile 6-7 Eylül olaylarında İzmir’de -o dönemki adıyla Smyrna’da- bulunan çok milletli halkının yaşadığı süreçten alıyor; İzmir’in 20. yüzyılın başında geçirmiş olduğu çalkantılı tarihine, Smyrna’nın bugünkü İzmir’e dönüşümüne ayna tutacak biçimde kurgulanmış bir tarih roman olma özelliği gösteriyor.
Romanda 1900’lerin başlarındaki İzmir’de biri levanten, biri Rum, biri Türk üç kadının perspektifinden dönemin bir panoraması karşımıza çıkıyor. 1905’ten 2000’lere kadar bir ömür boyunca yeni kimliğine bürünen İzmir’in yaşadığı Yunan istilası, devamında Yunanların İzmir’den denize dökülmesi gibi hadiseler şehrin büyük değişimini yaşamasında dönüm noktalarını oluşturuyor.
Bir yandan ise kimliği belirsiz Şehrazat, Rum kızı Panayota ve levanten bir ailenin kızı Edith… Roman boyunca bahsi geçen tarihi olayların arka planında bu üç kahramanın hayatlarına dair mühim bir tesadüfün gerçekleştiği bir başka kurgu, savaş ve mütareke yıllarına eşlik ediyor. Romanın anlatıcısı Şehrazat, 2000’lerin başında hayatının sonbaharında olan bir kadın olarak geçiyor ve anılarını bu ileri yaşında kayda alıyor. Burada Şehrazat’ın kimliği romanın sonlarına kadar tam olarak açıklanmayıp; roman boyunca geçmişe yönelik anlattıkları ve detaylarla kim olduğu sezdiriliyor. 1905 yılında doğan Şehrazat’ın yaşadığı yılları kaleme almış olduğu defterin ise bir yandan geçen bir asırda İzmir’in yaşadığı serüvene bir temsil niteliği taşıyor diyebiliriz. Şehrazat doğup büyüdüğü coğrafyadan uzaklaşmadığı hâlde yaşadığı bir asırlık ömründe anadili, yaşadığı toprakların ruhu ve resmi kimliği değişiyor, tıpkı İzmir gibi. İleri yaşında kaleme aldığı defterinde de Türkçe, Yunanca ve Fransızca dillerini; Latin ve Arap alfabeleriyle kendine has bir mozaik biçiminde harmanlıyor, yine İzmir gibi…
Romandaki en dikkat çekici unsur ise “Emanet Zaman” ismi gibi zaman kavramı. Romanda, başlayıp biten bir zaman ve sıralı ilerleyen olaylar değil; roman boyunca farklı zaman dilimlerine ait olaylar yaşanıyor ve bunlar tamamen sırasız bir biçimde birbiriyle eklemleniyor. Yazılı olarak 3 ana kahraman olduğu zannı veren roman içerisinde Edith, Panayota ve Şehrazat’la birlikte onların yaşamıyla ilişkili birçok karakter de kurguya dâhil oluyor. Bu karakter yoğunluğu ve geçiş hâlinde bulunan zamanın etkisiyle roman, çözülmesi gereken, ustalıkla tasarlanmış bir bulmaca olduğunu okura hissettiriyor. Unsurlar tamamlandıkça Edith, Panayota ve Şehrazat’ın hayatlarının ne derecede kesişim hâlinde olduğuyla ilgili ipuçları okuyucunun zihninde tamamlanır hâle geliyor. Burada esas anlatıcının gözlemleri ve tecrübelerini anlattığı olaylarla yeniden yoğurması neticesinde kaygan bir zaman geçişi olduğunu görüyoruz. Henüz romanın ilk sayfalarında bile anlatıcının mekânlarla ilgili ileriye dönük anıları sızıyor metinde:
“Ben doğarken, kubbeleri, minareleri, kiremit damlı evleri altın gibi ışıldayan o şehir, on yedi yıl sonraki o gece öfkeli bir canavar gibi alev kusuyor olacak. Ve rüzgâr, şapkasını kapıp genç casusu kızdıran o şakacı rüzgâr, o akşam ağır kokular getirecek geminin güvertesine. Gazyağı kokacak ortalık. Eriyen lastiklerin, yüzyıllık çınarların, sütlü meyvelerini sokaklara döken incirlerin, çöken kiliselerin, piyanoların, yaldızlı kitapların yanık kokusu saracak havayı.” (s.19)
Mekân konusunda tamamen İzmir romanı diyebileceğimiz Emanet Zaman içerisinde şehrin dönem içerisindeki sokakları, evleri, mekânları titizlikle çizilmiş; tablolar hâlinde canlandırılabilecek hatta neredeyse bölgenin haritası çizilebilecek kadar ince detayları gözler önüne seriyor Defne Suman. Dönemin İzmir’ini inşa ederken yalnızca eşyalara, cisimlere değil dönemin insanları ve yaşayışı üzerine de dikkate değer ayrıntılar ve tespitler yerleştirilmiş olduğunu görüyoruz. Döneminde farklı milletlerden halklara ev sahipliği yapan İzmir’de Müslüman ve gayrimüslimlerin farklı sosyal çevrelere ayrılıp kendi kimliklerini nasıl temsil ettiklerine dair kimi ipuçları sunuyor roman:
“Edward Türk mahallesine nadiren, o da annesinin gelin adayı diye Londra’dan İzmir’e davet ettiği kızları turistik geziye çıkardığında giderdi. Kızlar iki katlı arabanın (Edward o labirent gibi yollara kıymetli otomobillerini asla sokmazdı) sımsıkı kapalı perdelerini aralayıp kahvehanelerin önünde nargile içen, ayağı şalvarlı, başı sarıklı adamlara bakar ve kendilerini Binbir Gece Masalları’ndaki prensler gibi tahayyül ederken Edward tarifi imkansız bir tatmin duyardı.” (s.158)

Hâlihazırda soyu Osmanlı tebaasından gelen Rumların Türk-Yunan Savaşı’nda taraf olmaları (ya da olmak istememeleri) meselesi toplumsal kimlik arayışı üzerine düşünmeye iten bir detay oluyor romanda. Milliyetçilik olgusunun yeni yeni filizlendiği bir dönemin insanı için ortak soydan geldiği halka mı yoksa aynı topraklarda yaşadığı halka mı yakın oldukları iç dünyalarında netleşmeden toplar tüfekler eşliğinde hükümetlerin kararlarına göre ayrılıyorlar:
“Ayrıca Bakkal Akis’in babasının yani Panayota’nın dedesinin Kayseri’den Çeşme’ye göçtükleri vakit tek kelime Yunanca konuşmadığına dair bir rivayet de vardı. Hatta Akis’in bile Yunancayı ancak Çeşme’de okula başladığı zaman öğrendiğini söylüyorlardı. Karamanlı dedikleri evde bile Türkçe konuşan Rum’lardandı Akis’in sülalesi. Hürriyete karşı duruşlarına şaşmamalıydı.” (s.225)
Romanda Edith, Panayota ve Şehrazat adlı üç kuşak kadının arasında geçen büyük aile sırrının dışında romanın asıl meselesinin, Osmanlı tebaasına bağlı bulunan azınlıkların temsili meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Farklı kültürlerden gelen bu kahramanlar romanda iç dünyalarıyla değil ait oldukları millete ve sosyal sınıflara bağlı olarak tasarlanmış ve her biri ait oldukları sınıfı yansıtan özellikler gösteriyor. Örneğin Hint asıllı bir İngiliz casusu olduğu bilinen, Edith’e büyük bir aşk duyduğu için ömrünü onunla geçiren Avinaş’ın romanda nasıl bir casus ya da nasıl bir âşık olduğunu değil; İngiliz casusu olarak edindiği istihbaratı görüyoruz. Emanet Zaman her ne kadar tarihi bir roman da olsa tarihi kahramanlardan ve olaylardan sivil halkın ayrı bir hayat yaşadığını görüyoruz. Gündelik hayat ve savaş sürecinin nöbetleşe işlendiği bu romanda konforlu alanlarında yaşayan azınlıkların geleceklerini tayin edecek mühim hadiselere karşı son noktaya kadar ilgisiz kalabildiklerine dair detaylar karşımıza çıkıyor:
“İki yüz bin askerden oluşan güçlü Yunan ordusu nasıl olmuştu da böyle un ufak hâle gelmişti? Edith’in etrafında hiç kimse savaşı gün ışığında büsbütün güzelleşen şehrin ağır temposunun, hayata anlam veren keyiflerin önüne geçecek kadar önemsemiyordu. Tatlı gün batımlarında rıhtımda dolaşan kafelerde, birahanelerde harpten konuşurken böyle büyük bir hezimetin ihtimalinden bahsetmemişlerdi. Mustafa Kemal’in kuvvetlerini Akdeniz’e sürdüğü bile dikkatle bağdaşmayan bir dedikodu, aslı olmayan bir rivayetmiş gibi kafelerde kayıtsızlıkla geçirilmişti.” (s.316)
Yine romanın Türk-Yunan Savaşı’nı, büyük İzmir yangınını ve sonrasında yaşananların etkilerini Türkler dışında kalan halkların bakış açısıyla sunması ayrıca yeni bir bakış açısı getiriyor ve yurtsuz kalma psikolojisini okuyucuya sunuyor. Bir aile gibi birlikte yaşayan halkların hükümetlerin eliyle suni olarak düşmanlaştırılması fakat bunların yine de bireyler tarafından kabul edilmediği, taraf olmanın gerekçelerinin belirsiz olduğu karmaşa dolu bir süreç ve kaygılı zihinler görüyoruz:
“Büyük Facia’nın -İzmir’de yaşadıkları o korkunç günlerden Büyük Facia diye bahsediyorlarmış- üzerinden yirmi yıldan fazla geçtiği hâlde bazıları ne zaman evlerine dönmelerine izin verileceğini sormuş. Erkekler seslerini alçaltıp, “Beyim söyle bize hangi siyasi partiye oy verirsek bizi ülkemize geri yollarlar?” diye Avinaş’ı yoklamışlar. Kimse gül ve yasemin kokulu şehirlerinden sonsuza dek ayrıldıklarını, artık hayatın bu hela kokulu kenar mahallede süreceğini kabullenemiyormuş.” (s.359)

Romanda dikkat çeken bir meselenin de Türk-Yunan Savaşı’nın ardından başlayan saldırı ve yağma süreci olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada yalnız bireyler üzerine değil; taraflar arasında hem Türklerin hem de gayrimüslim azınlıkların toplumsal olarak tahribata uğradığı bu koşullarla kültürel değerlerini yitirdikleri bir dönem oluşur. Savaşlar, işgaller yağmalar ve saldırılar… Bunlar yaşanırken hırsızlık ve tecavüz olaylarının artması ve normalleşmesiyle birlikte bu maddi manevi çöküşün travmatik yanları roman boyunca detaylarıyla sunulmuş ve toplumsal hafızadan zamanla silinip tarihe karışacak gerçeklerin bir panoraması çizilir:
“Kordon’a vardıklarında ikisi de gözlerine inanamadılar. Rıhtımdaki insan sayısı son görüşlerinden bu yana on katına çıkmıştı. Üst üste yığılmış kalabalık Tanrı’dan yardım diler gibi kollarını gökyüzüne kaldırıyor, yaklaşan bir atlıyı gördüklerinde kızlarının üzerine kapanıyorlardı. Kıyıdaki sandallara yüzlerce insan doluşmaya çabalıyor, bazısı oracıkta devriliyor, su üstünde kalanlar ise az ileride demirlemiş Frenk gemilerine hep birden küreklere asılıyorlardı. Suyun yüzeyi yüzme şişmiş ceset dolmuştu. Müslüman mahallelerinden gelen gençler ellerinde bıçaklarla suya atlıyor, cesetlerin boynundan, parmaklarından kestikleri yüzükleri kolyeleri cebe indiriyorlardı. Kalabalığı iki ucunu tutmuş askerler de haydutların işlerine karışmıyordu.” (s.393)
Toplumsal olarak büyük travmalar yaşatan istilaların, soykırımların izlerini yok etmek bazen bilinçli bir politikayla yapılmakla birlikte bazen de dönüşümün doğal bir parçası olarak kendini gösterir. Romanda her iki ihtimali bir arada sunuyor, bununla birlikte söz konusu sivil halk olunca mağdur ve fail kavramlarının geçişken olduğu gerçeği okuyucuyu karşılıyor:
“Avinaş çok şaşırmış, bütün şehir umumi bir hafıza kaybına uğramış gibi boş nazarlarla yüzüne bakmaktaymış. O eski Smirni hiç yaşamamış, yanıp yok olmamış, nüfusunun yarıdan fazlasını yitirmemiş gibi boş gözlerle bakmış insanlar ona. Kiliselerin çoğu yıkılmış, okullar Türkleştirilmiş, eski kayıtlar, kütükler, tapular hepsi yanmış. … Bu şehirde mazinin bir sır, hakkında hiç konuşulmaması gereken bir tabuya dönüştüğünü anlayan Avinaş, Yunanistan’a geçmiş.” (s.358)
Emanet Zaman iki farklı dilden konuşan, iki milletin de insanının acılarından, yaşadıkları kayıplar üzerinden muhakeme yapan, Türk-Yunan Savaşı özelinde savaşların en büyük zararı sivil halka yaşattığını bize bir kez daha hatırlatan bir roman. Bu sebeple Emanet Zaman’ı okurken mesele savaş olduğunda “zafer” kazanmanın ve “fail” tanımlanmanın vicdani yüküyle tanışıyoruz.