Abdullah Ezik
Mustafa Çiftçi, Bozkırda Altmışaltı (2014, İletişim Yayınları) ile okuruna taşrada geçen, büyük şehrin gürültüsünden uzak, kendi içine kapanmış, doğunun “hikmet” düşüncesini yansıtan, babalarla oğulları ortak paydada buluşturan, iyimser, tatlı hikâyeler sunuyor.
Çiftçi, kitabıyla beraber Türkçe hikâyeyi Türkiye’nin bambaşka bir coğrafyasına, Yozgat’a taşıyor ve orada yaşayan ahalinin yöresellikten evrenselliğe evrilen dertlerini, geçim sıkıntısını, yaşama biçimlerini sunuyor. Hiçbir zaman bitmeyeceği düşünülen dostluklardan sonunda vuslata erilen aşklara kadar birçok konu metinlerde kendine yer buluyor. Bu sırada bozkırın kendine has deyimleri, kelimeleri, atasözleriyle örülen dil, okuyucu için yerel unsurların ne kadar güzel kullanılabileceğine örnek teşkil ediyor.
Kitap boyunca “babalar ve oğulları”yla “erkekler ve sevgilileri” arasında benzer bağlar kurularak babalarla oğullar arasında paralel, birbirine koşut bir ilişki olduğu görülür. Babalar, doğu geleneğindeki “hikmet burcu”nu temsil eder gibi davranıyor. Oğullarsa hep babalarının işaret ettiği yere, çizdiği yola, gösterdiği konuma geliyor. Bir süre sonra burada, acaba bu, yazarın tercihi mi yoksa taşradaki “baba” otoritesinin bir karşılığı mı, sorusu akıllara düşer. Her ikisinin payı olmakla beraber yazarın tutumu asıl belirleyici faktör olarak kendini gösteriyor. Birbirini takip eden metinler boyunca hep paralel olarak ilerleyen bu ilişki sonunda yazarın ortaya uyumlu babalar ve oğullar koyduğunu gösteriyor. “Bir İğne Bin Kuyu” hikâyesindeki Şahin karakterinin bile sonunda babanın istediği kişiye dönüşmesi buna net bir örnek. Kitapta, kendisine çizilen yolun dışına çıkmış ve orada kalmayı sürdürmüş bir oğla rastlanmaz.
“Oğullar ve sevgililer” kitap boyunca dikey bir görünüm kazanır. Onlar arasındaki ilişki yer yer çetrefilleşir, erkeği rayından çıkarır. Bazen toparlanma söz konusu olsa dahi unutul(a)mayacak şeyler de söz konusu olur. “Elif, Tina, Tolga”da Elif’in, “Handan Yeşili”nde Handan’ın artık kendini aşan, âşığında bitimsiz bir yaraya neden olan gölgeleri bunun göstergesidir. Öte taraftan bu ilişkiler boyunca düzen sarsılmaz, her şey kitabına uygun bir şekilde gerçekleşir. Örf ve âdetler sarsılmaz. Handan’ın evli olduğu öğrenilince hemen vazgeçilir, aynı şekilde Elif’in evli olduğu duyulunca onun düzenini sarsmamak açısından görüşmekten kaçınılır. Bu, karakterlerin ve onlara yön veren yazarın belli sınırlar gözettiğini göstermesi bakımından önemli. Bu ilişkiler ağı boyunca genellikle mutlu son okuru bekler. “Piç Sevi”, “Elif, Tina, Tolga”, “Bir İğne Bin Kuyu” bu türdendir.
Metinlerde esnaf kesimi dikkati çekici. Çerçi, ticaretle uğraşan, dükkânı olan yahut bir tezgâhta iş yapan karakterler hep vardır. Terzi, eczacı, sülükçü, bakkal… Ayrıca bu karakterler başları dara düştüğünde başvuracakları bir “okumuş etmiş” kişiyi daima bulur, yol gösteren biri hep vardır. Hikmeti kendinde barındıran bu şahıslar onlara başvuranlara hemen yardımcı olmaya çalışır, yol yordam öğretirler. Buna paralel “efendi”ler kitap boyunca eksilmez, sürekli birileri okurun karşısına çıkar.
Mustafa Çiftçi’nin kullandığı dil ayrıca bahsedilmeye değer. Atasözü ve deyimleri yerli yerinde kullanan, yerel dilde karşılaşılan ifadeleri metinlerine taşıyan, diyalogları abartısız ve kıvamında bırakan bir dil bu. Üstelik alabildiğine canlı, kıvrak, okuru kendine katan ve eğlendiren.
Dostluk, bu çok değerli ve az rastlanır kavram, özellikle “Ensesi Sararmış Adamlar”da özenle işleniyor. (Çıbık) Haydar ve (Öpçe) Sadi’nin giderek destanlaşan dostluğu okurun belleğine kazınıyor. Onların küçük bir şehirde evreni dolaşıyormuş gibi uzayan, tükenmek bilmeyen dolaşmaları, bu geziler sırasında yaptıkları, konuştukları, birbirlerine açtıkları dertleri metnin sonuna doğru yaşananlarla iyice keskinleşiyor. Üstelik ardından iyice yalnız, (kim-siz) kimsesiz bir adama dönen Haydar’ın Sadi’nin yokluğunu imleyecek, iyice altını çizecek biçimde beraber yaptıklarını gözden geçirmesi, aslında her şeyin ne kadar da dar bir alanda çok geniş biçimde yaşandığına şaşması bunun iyi bir örneği. Keskin ve dönüşü olmayan ayrılıklarla son bulan dostluklar gibi ölümden sonra bile ayrı düşen bu iki yoldaşın yaşadıkları barındırdıklarıyla diğer metinlerden ayrılıyor.
“Ankara’daki Evlatlar” ve “Piç Sevi” isimli metinler yazarın kullandığı dil ve anlatım biçimiyle diğerlerinden farklı. Çiftçi’nin bu iki metinde bir “masal dili” kullandığı, anlattıklarının gerçekliğine anlatıcının gerçekliğe yaklaşımını ve sıcak, samimi üslûbunu dâhil etmek gerek. –mIş dili bu iki metin boyunca alabildiğine kullanılırken yazarın varlığı daima hissediliyor. Yer yer araya girip; işte böyle, ne sandınız, bu konuya sonra dönelim; diyen yazarın olaylar ve zamanlar arasındaki sıçramaları farkını ortaya koyuyor. Üstelik bir sohbet havasında yazılmış, içtenliğini koruyan bu iki metin Yozgat’tan Ankara’ya, oradan Bursa’ya dek uzanarak gurbet duygusunu da bir yandan okura duyuruyor. Küçük bir yerden büyük bir şehre doğru açılan hikâyeler bu dil ve üslûpla sarmalanıyor.
“Kara Kedi” isimli hikâyede toplumca uğursuzluğuna inanılan kara kedi gibi her şey ters gider. Aziz Efendi’nin elini attığı ne varsa “kara kedi kokusu” yüzünden kuruyup gider. Danıştığı akıllar onu bir yere kadar götürür, sonra her şey kesintiye uğrar, aksar. Ardından geriye onun bölük pörçük edilmiş, hırpalanmış bedeni kalır. Yine de iyimser olmakla beraber diğerlerine göre biraz daha hüzünlü bittiği söylenebilir, “Handan Yeşili” gibi. “Ankara’daki Evlatlar” ve özellikle Güldane’yle Refet Efendi’nin geçmişiyse metinler arasında hüznün en yoğun hissedildiği yerlerdendir.
Mustafa Çiftçi, Bozkırda Altmışaltı’yla okura Yozgat gibi başka bir coğrafya, içten, sıcak bir dil, yerel söylemlerden güç alan bir uslûp sunuyor ve iyimser anlatımıyla hikâyelerini bir çırpıda okutuyor.