
Abdullah Ezik
Ayça Erkol’un ilk kez 2019 yılında yayımlanan öykü kitabı Sonra Sincaplar Geldi, kendine özgü anlatımı, güçlü görselliği, birçok farklı katmandan oluşan öyküleriyle dikkat çeken bir eser.
Ayça Erkol’un öykücülüğünün üzerinde durulması gereken ilk yan, aslında her şeyin insanoğlunun halihazırda çevresinde olup biten, dikkat çekmeyen, kimsenin farkında olmadığı şeylere odaklanması olarak nitelenebilir. Gerek Hiç Aklımda Yokken’in gerekse Sonra Sincaplar Geldi ve Bir Kış Gecesi Misafiri’nin merkezinde yer alan temel durumlardan birisi budur ve bu mesele, Erkol’un öykücülüğünün ana izleklerinden birisi olarak ifade edilebilir. Erkol’un öykülerinde olaylar, belirli bir paralellik ve akış içerisinde kişinin yakın çevresinde yaşanır. Kimi zaman kimsenin farkında olmadığı küçük bir detay, kimi zamansa geçmişte kalmış gibi görünse de aslında bugünü de etkileyen derin bir yara söz konusudur. Ancak nihayetinde her şey, kişinin kendisinden, kendi benliğinden ve yakın çevresi ile geliştirdiği ilişkiden doğar.
Sokaktaki insan ve gündelik olaylar, Ayça Erkol’un öykücülüğünün bir diğer önemli yanı olarak değerlendirilebilir. Erkol’un öykü kişileri toplumun dışında kalmış veya toplum ile bağlarını çözmüş, ondan uzaklaşmış karakterler değillerdir. Tam tersine, her biri kendi hayatları ile toplum arasında belirli noktalarda yakınlıklar kurmuş/geliştirmiş şahsiyetlere sahiptir. Tüm bu keşmekeşin, telaşın, gündelik yaşam ritüellerinin arasında var olmaya, kendi varlıkları üzerine bir kimlik inşa etmeye çalışırlar. Öyle ki karakterlerin ülkeleriyle ilişkileri, ona yaklaşımları da ara ara kimi göndermeleri beraberinde getirir. Toplum gibi ülke de benzer bir ruh hâli içerisindedir ve sık sık kabuk değiştirir: “Yasayı da kesin erteler bunlar. Türkiye burası. On sene konuşur, bin kere fikir değiştiririz. İçime öyle doğuyor ki bence her şey iyi olacak.” (Erkol, 2019: 57) Dolayısıyla toplum ile kişiler arasındaki ilişki ve söz konusu bu iki unsurun birbirlerine olan etkisi de bu noktada ön plana çıkar.

Gündelik olaylar, Ayça Erkol’un öykülerinin arka planında daima kendi akış ve düzeni içerisinde gelişir. Ütopik/distopik, inanılması güç, büyük büyük olaylar yoktur Erkol’un öykülerinde. Aksine, her an herkesin başına gelebilecek türden, gündelik, yer yer sıradan ancak kendi öznelliğini de içerisinde barındıran birtakım olaylardır söz konusu olan. Bu durum da okur ile öykü karakteri veya anlatıcı arasındaki mesafeyi kısaltır. Öykülerin her an her yerde yaşanabilir veya yaşanmış olabilme ihtimali, bu türden bir ilişki geliştirir. Öte taraftan bu noktada ön plana çıkan bir diğer konu, insan hayatının gündelik olaylarla ne derece kuşatılmış olduğu gerçeğidir. İnsan hayatı ister istemez, hayatı idame ettirme gerçeği içerisinde birçok yapılması gereken işi/olayı/edimi zorunlu kılar. Erkol da aslında bu konuya dikkat çeker. Başına ne gelirse gelsin, insan birtakım işler yapmak, hayatını sürdürmek durumundadır, hiçbir trajedi bunu engelleyemez.
Sözgelimi Ayça Erkol, öykü karakterleri, onları etkileyen gündelik olaylar ve sokak ile kurduğu ilişkiye dair şunları dile getirir: “Sokaktaki insan öykülerime sızmakla kalmıyor, öykülerim onların ruhlarını bir ağ gibi sarsın diye ortaya çıkıyorlar. O insanlar benim tüm ilham kaynağım, çünkü gerçekler. Her türlü gariplikleriyle, tezatlarıyla, hırsları, düşleri, başarısızlıkları ve komik halleriyle oradalar. Onlar eşimiz, dostumuz, sensin ve benim. Elbette Ali’nin külah Veli’ye, Veli’nin şapka Ahmet’e takılıyordur, bazı yerlere cila sürülüyordur, ekstradan bir kat boya geçiyorumdur ama yazarın işi de bu, öyle değil mi? Ezoterik bilgilerle ilgili yaptığım okumalardan birinde beni çok etkileyen bir tespitle karşılaşmıştım, farklı boyutlara ve oradaki yaratıklara inananlar (ejderhalar, elfler, periler… vs) şunu söylerler: onlar aslında gerçekten var çünkü insan beyni hiç olmayan bir şeyi hayal edemez! Aynısını edebiyattaki karakterler için de söyleyebilirsin, biz yazarlar onları yaratabiliyoruz çünkü zaten varlar.” (Edebiyat Haber, 12 Nisan 2019)
Yine de küçük yaşantısında herkes, kendi dünyası, varlığı ve çevresi içerisinde birtakım olaylarla yüzleşmek durumundadır. Öykü kişileri ve anlatıcılar, bu noktada ağırlık merkezi hâline gelirler. “Sonra Sincaplar Geldi” öyküsünde de “Amerika’nın Drama Kraliçesi”nde de bu türden bir eğilim söz konusudur. Kişiler, salt bugünleri ile var değillerdir. Onları zaman içerisinde biçimlendiren bir geçmiş ve bu geçmişin ağırlığını kişiye olduğu gibi duyuran birtakım küçük anımsatıcılar vardır. Sözgelimi bahçeden gelen bir sincap sesi, kişiyi bir ânda olduğu ândan koparıp yıllar öncesine götürebilir. Benzer şekilde bir oyuncak ev, kendi içerisinde birçok önemli olaya, sır ve hayal(et)e ev sahipliği yapabilir. Bu, biraz da nesneler ve seslerin kişi üzerindeki etkisinden gelir/kaynaklanır.
“Şeker Bayramı” sınırları içerisinde Deli Kız ile Ali Dede’nin hayatlarına odaklanan, onların başından geçenleri, hayatlarındaki kesişimleri, küçük gibi görünen ancak kendi içerisinde oldukça önemli olayları gün yüzüne çıkaran bir öyküdür. Metin, aslında ilerleyen sayfalara ve öykünün ruhuna da atıf yapan bir biçimde acıyla tatlının kesişiminden yola çıkarak açılır: “Otuz gün açlıkla terbiyeden sonra gelen kutlama halidir. Açlık ne kadar gerekliyse, bayram da o kadar gereklidir. Her şey zıddında güzelleşir. Çile çekmeden kutlayamazsın. Üç gün boyunca tatlı yenir. Tatlı yendiğinde tatlı konuşulacağı düşünülür. Oysa insan bayramdan önce ney- se bayramda da odur. Sözleri acıdır, iğnelidir. Mutlaka birilerini yaralar. Aklı karışık, yüreği fesattır.” (Erkol, 2019: 7) Deli Kız ile Ali Dede, ve nihayetinde onlarla çevresi arasındaki ilişki de aşağı yukarı böyledir. Herkes bir yandan kendisini terbiye etmeye çalışırken bir diğer yandan çevresini de etkilemeye, onları da kendisiyle birlikte dönüştürmeye çabalar. Bu öykü özelinde ise iki farklı kuşak belirli noktalarda birbirleri ile kesişir, belirli noktalarda ise ayrışır. Deli Kız, ismiyle de belirtildiği üzere yer yer başına buyruk bir görünüm sergiler. Ali Dede ise daha cana yakın, olaylara farklı yerlerden yaklaşamaya özen gösteren, doksan küsür yaşına rağmen hâlâ diri bir şekilde ayakta duran, çevresi ile ilişkisini sürdüren bir karakterdir. Bu iki figür arasındaki etkileşim ve ilişki düşünüldüğünde, bazı yaşantıların farklı kuşaklara, mesafe ve tanıklıklara rağmen birçok ortaklık teşkil ettirebileceği de anlaşılır. Aradan onca insan, zaman ve olay geçse de toplum, ülke, coğrafya bu insanlar arasında hep bir yakınlık inşa ettirir. Üstelik bu öyküye zaman içerisinde eklenen komşu Sıtkı, köpek Katil, Kaan gibi yan karakterler ise zamanla metnin genişlemesine, işin içerisine daha sıradan ve gündelik birtakım telaşların girmesine yol açar. Böylece kendi trajedisi içerisinde Deli Kız ile Ali Dede’nin üzerindeki yük belirli noktalarda hafifler.

“Amerika’nın Drama Kraliçesi”, Agnes Booth’tan yola çıkan ve onun üzerinden bir anlatı geliştiren öykülerden. “Yazıya dokunmak ne tuhaf, değil mi, dedi. Bu biraz da renkleri tatmaya ya da ne bileyim, kızgınlığın kokusunu almaya benziyor.” (Erkol, 2019: 59) Ana karakteri sürekli yazı ile ilişki kuran, dokunduğu her şeye kendisinden bir şeyler katan ve ona kendi penceresinden yaklaşan “Amerika’nın Drama Kraliçesi”, bütün kurguyu bir ev üzerinden geliştirir. Ev üzerinden kişisel yaşantılar, dünyaya yaklaşma meselesi, yazı ile kurulan/geliştirilen diyalog yeni yeni tartışmalara zemin hazırlar. Böylece anlatıcı, kendi dünyası içerisinde hep yeni bir tartışma alanı üzerine varlığını kurar. Söz, hiçbir zaman bitmez, sürekli kendisini yenileyerek yoluna devam eder.
“Django Reinhardt, Kurtar Beni”, anlatıcı ile okuyucu arasında farklı türden bir ilişki geliştiren, onları birbirleri ile karşı karşıya getiren bir öykü. Anlatıcı burada doğrudan okura seslenir gibidir ve bütün bir öykü yolu böyle alınır. Anlatıcı ile okuyucu arasında imzalanmış gayriresmi bir anlaşma vardır ortada. Herkes birbirinin varlığını bilir, hisseder, anlar; ancak kimse bunu oyunu ihlal edecek bir biçimde kullanmaz. “Kafanın içinde yine Django Reinhardt çalıyor. Fantasie. Huzursuz, yarı trajik ama aynı zamanda komik durumlarla karşılaştığında hep olduğu gibi. Neredeyse çıplak sayılırsın. Gece mavisi bir kanepenin ucuna ilişmiş, bacak bacak üstüne atmışsın,” ve oyun başlar. (Erkol, 2019: 81) Bir yanda kişinin kafasında çalan trajik parçalar, diğer yanda kişisel yaşantıda var olan sıkıntılar varlığını/etkisini öykü boyunca çoğaltarak artar. Öyle ki öykünün bittiği yerde bu kez yeni bir ruh devreye girer. Başlanılan nokta ile varış çizgisi arasında anlatıcı da okur da kendi hayatına dair birçok şey öğrenmiş olur, belirli bir yüzleşme silsilesi ile bugünlere ulaşır.
Ayça Erkol’un 2019 yılında yayımlanan kitabı Sonra Sincaplar Geldi, kendi küçük ve kişisel yaşantısında birçok olaya ev sahipliği yapmış, acısını, komedisini, trajedisini kendi içerisinde tutmuş karakterlerin öykülerine ev sahipliği yapan, Erkol’un kendi öykü dili ve anlatı dünyasını daha da genişlettiği bir eserdir.