Serdar Soydan
serdarsoydan@gmail.com
Temmuz 1929’da İçtihad dergisinin 277. sayısında ‘Nesir’ türüne dair düşüncelerini yazar Nahid Sırrı. Bu düşünceleri aktarmadan önce İçtihad‘ın 277. sayısına değinmek istiyorum. Bu sayıda Abdullah Cevdet dergiyi genç bir ekibe teslim etmiş, bunun duyurusunu da bir sayı önceden yapmıştır.
Gerçekten de 277. sayı “277-1” olarak çıkar. Yeni bir dönem, yeni bir seridir söz konusu olan. Kadroysa pırıltılı isimlerden oluşmaktadır. Yusuf Ziya Ortaç, Kemalettin Kamu, Ahmet Kutsi Tecer, Fahri Celalettin Göktulga… Yaşar Nabi, Sabri Esat, Ziya Osman, Cevdet Kudret, Kenan Hulusi ve Vasfi Mahir “Yedi Meşaleciler” grubunun kalan altı üyesidir. Zira Muammer Lütfi daha topluluğun kurulduğu sene arkadaşlarından ayrılmıştır.
Gelelim Nahid Sırrı ve Yedi Meşaleciler arasındaki bağa… Nahid Sırrı ilk olarak 1928 yılı sonunda Milliyet gazetesinin sanat ve edebiyat sayfasında bu ekiple bir araya gelir. Daha sonra İçtihad‘da ve sonrasında Yaşar Nabi ve Sabri Esat’la Varlık‘ın kuruluşunda iş birlikleri sürer.
Lakin Milliyet‘te olduğu gibi İçtihad’da da ömürleri kısa olacaktır. Çok değil, iki sayı sonra tüm bu pırıltılı, genç kalemler dergiyle bağlarını kopartır.
Nahid Sırrı’nın bu iki sayıda dört yazısı yer almaktadır.
Bu yazıların birinden, “Bir Nev-i Edebiye Dair Mülahazalar” ve Nahid Sırrı’nın nesirlerinden bahsetmek istiyorum.
Nesir, mensur şiir ya da mensure adı verilen edebi türün basit ve yazılması kolay bulunduğunu belirterek başlar Nahid Sırrı yazısına.
“Türkçeye ilk numuneleri Edebiyat-ı Cedide devrinde ve en çok Mehmet Rauf Bey tarafından verilen kısa nesir veya mensure nev’i, belki o devr-i edebî mensuplarının tarzı biraz fazla kullanmaları ve bahsedilmesine hiç hacet olmayan şeyleri birer mensure ile tespit ve tasvire kalkmaları yüzünden, bazılarınca enva-ı edebiye arasında en basit ve en kolay saha görünmekte, layık-ı iltifat bile sayılmamaktadır.”
Fakat o tersini düşünmektedir.
“Kuvvetle sanıyorum ki, böyle düşünenler çok aldanıyorlar ve edebiyatın en halis ve en öz sahifeleri mutlaka böyle nesirler olmak icap eder. Mademki edebiyatı ruhun heyecan ve ihtirasını tebliğ için bir vasıta olarak kabul ediyor, mademki bu ruh heyecan ve ihtiraslarını taşıyan ve tattıran şeylere edebiyat diyoruz, niçin düşünmüyoruz ki, işte bu heyecan ve ihtirasları taşıyan şeylerin çoğu: roman, tiyatro, hikâye, hatta şiir, birçok ecnebi kayıt ve şartlarla doludur. Halbuki, mensurede ne uydurulacak vakalar ve entrik ne de vezin ve kafiye kayıtları vardır ve ilhamıyla, derinliğiyle baş başa, kalan sanatkâr, bütün kudretini ve bütün enginliğini bize tamamen gösterebilir, bize tamamen verebilir.”
Nahid Sırrı’ya göre en halis ve öz edebi sahifeleri oluşturan nesirleri yazmaksa oldukça zordur.
“… mensurede ruhunuzun bütün üryanlığıyla karinin karşısındasınız. Tekmil hakikatiyle görülebilmesi için boyaları silinerek ve ipekleri ve elmasları alınarak esir pazarlarında alıcının huzuruna çıkarılan o eski zaman cariyelerine benzersiniz. Ve şayet ruhunuzda derin bir ürperme, gözlerinizde başka bir görüş, söyleyişinizde yeni ve ta ruha giden bir eda yoksa, kendinizden ve kendi his, arzu ve elemlerinizden bahsetmenizi dinlemezler ki! Bilmem hangi derdinizi ve hangi fikr ü hissinizi anlatmaya çalıştığınız beş on satır veya birkaç sahife içinde, saz âlemlerinde bet değilse bile alelade seslerle gazel okuyan biçare hanendelere dönersiniz. Birdenbire bağırmaya başlayarak, boynunun damarları çatlayacak gibi kabara kabara, iltiyam bulmaz aşk dertlerinden kurtulmak için ölümü avaz avaz çağıran o adamlar kadar gülünç ve biçare olursunuz.”
Nahid Sırrı, yerlere göklere sığdıramadığı nesir türünde eser de vermiştir. Cumhuriyet‘teki “Aşk Kitabından Sahife” ve “Kin”, Servet-i Fünun‘daki “Benim Sabahlarım”, Resimli Ay‘daki “Mesut Zannedilen Bir Rakkasenin Duyduğu Acı ve Istırap” ve “Sarışın Bir İtalyan Kızı”, Milliyet’teki “Bir Romancının Defterinde Okunmuş Olacak” ile Hayat‘taki “Hintli Bir Rakkase” adlı metinleri mensur şiir yahut nesir türüne girer. Nahid Sırrı’nın adı geçen metinleri henüz yayınlanmamış, daha doğrusu kitaplaşmamış, okuyucuyla buluşmamıştır.
Aşağıda Nahid Sırrı’nın yazarlık kariyerinin başında, 1928-30 arasında kaleme aldığı bu nesirlerden iki tanesini paylaşacağım.
Aşk Kitabından Sahife
Vücudu kaplayan ihtiras çılgınlığı geçince, tiksinme ve nefretle, adeta adavetle [düşmanlıkla] bırakılan vücutlara vücudumdaki cinnet-i ihtiras yüzünden hiç tenezzül etmedim. Bu adem-i tenezzül, kırmaya muvaffak olduğum bir zincir değil, mağlup ettiğim bir arzu ve heves bile olmadı. Çünkü ben hiçbir heykeltıraşın mislini yapmamış olduğu o misalsiz sinene başımın ateşini bıraktım. Artık hangi omuza ve hangi sineye başımın şu saatteki ateşini terk edebilirim? Senin dudaklarından yetim kalalı, dudaklarım mermer bir mabedin alın ve dudak yetişmez irtifalarına [yüksekliklerine] döndü!
Senin ellerini, Kuran’ı taşıyan bir mümin huşusuyla ellerime alırdım. Artık ellerim tabiidir ki müebbeden boş kalacaklar!
Evet, tabii bu, fırtına kadar aşk ile ve ihtiras ile yanıyorum! Senin aşkınla, seni görmek ve seni sarmak aşkıyla yanıyorum! Sevişmiş olduğumuz üç senenin, o her senesi bir saat kadar seri ve her dakikası bütün bir ebediyet kadar nihayetsiz olan üç aşk senesinin hatıraları; seni kollarımla sararak ve senin rayihanı [kokunu] teneffüs ederek ve vücudunun ateşini cildimde hissederek geçirdiğim o ilahi senelerin hatıraları şimdiye kadar pür-kudretti. Ben o zamanları, o semavi, o ilahi geceleri, yalnız düşünmekle, yalnız hatırlamakla ne can-suz [can yakıcı], ne gaşyeden [zevk verici] ve çıldırtan saatler geçirdim. Fakat heyhat, seni kollarımın arasına almayalı, senin rayihanı teneffüs etmeyeli ve teninin ateşini cildimde hissetmeyeli şimdi o kadar zaman oldu ki, vaktiyle Allah’ın cennetlerini hayatıma getirmiş olan o saatlerin ve buselerin tahatturu artık eskisi gibi beni mest etmiyor, çıldırtmıyor, yakmıyor. Evet, hiç mest ve mecnun etmiyor! Vaktiyle ziyayı ve elvanın [renklerin] sayısız haşmetlerini ve nefasetlerini bütün bilip tanımış bir âmâya benziyorum ki, muhayyilesinde yaşayan o ziyalardan ve o renklerden her geçen sene biraz daha revnak [parlaklık] ve hayat almış! Bir âmâya benziyorum ki, artık müebbeden kapalı gözlerinin tahayyülle gördükleri şeyler de hep, hep soluk ve silik! Şimdi yaşamak, yaşayabilmek için zevk ve sevda hatıralarımı muhafazaya dimağım ve tekmil varlığım nevmidane [ümitsizce] çalışırken, bu say-i nevmidane [ümitsizce çaba] ile ben kaplanlara, zavallı kaplanlara benziyorum.
O hasta, çok hasta kaplanlara benziyorum ki, nihayetsiz çöller ortasında mevte mahkûm, sade kemikleri kalmış, son gıdalarının lezzetini ve zevkini derin homurtularla tahayyül ederek ölümü beklerler.
Cumhuriyet, 14 Temmuz 1928
Benim Sabahlarım
Zulmetle [karanlıkla] ziyanın mücadelesinden sabahın muzaffer ve gecenin mağlup çıkacakları anlaşıldığı anda uykudan uyanıyorum.
Saadetin matrut olduğu [terk ettiği] yatağımda, zulmetle ziyanın cidalinden [savaşından] sabahın zaferle çıkmaya hazırlandığı ve âşıkların bir daha sevişmek için kendi kendilerine uyandıkları dakikada ben de uyanıyorum. Ve o zaman, gözlerim açık, saadetle aşkın artık matrut olduğu boş yatağımda uzun uzun düşünüyorum. Sevgilisi uyanınca birkaç nevazişten [okşamadan] sonra belki hiç dönmemek üzere gideceğini hesap ederek ağlayan kadını, bir tek gecesini daha satın almaya iktidarı kalmamış olduğu maşukasını başkalarına bırakmamak için öldürmeyi düşünerek uykusunu yaşlı gözlerle seyreden erkeği ve gözler açılır açılmaz, sanki iki yüksek dağdan hızla düşmüş birer büyük su gibi birbirlerine kavuşacak bahtiyar çiftleri hatırlıyorum. Yatanların ipeklere serildikleri ihtişamlı yataklardan, kemikler sızlayarak uzanılan ince ve murdar şiltelere kadar, nice yatakta arzu ve aşkın zaferlerini düşünüyorum. İhtirasın sihriyle miskin ve amelimanda [tembel] erkeklerin bir an için zinde ve tüvana [canlı] kesilerek çirkin ve ihtiyar kadınların güzel ve taze göründükleri yerlerden, ilâhî bir bedia gibi ziyanın kendilerini tenvir ettiği [aydınlattığı] enfes aşk çiftlerine kadar, hayalimle her tarafı dolaşıyorum.
Ve sevgiliyi gösterdiği için bazı odalarda bu ziyaya derin bir minnet duyulduğu halde, bazı odalarda “Eyvah sabah oldu! Eyvah, ne kadar da çabuk sabah oldu!” diye edilen tazallümleri işitir gibi oluyorum.
Evet, âşıkların bir daha sevişmek için ihtiyarlarıyla uykudan uyandıkları saatte ben de boş ve zevkin ziyaret etmeyeceği yatağımda uykudan uyanıyor, artık bir daha uyumuyorum. Ve bu geçmiş bir alüftenin, uzun ihtimamlarla hazırlanıp süslendikten sonra, hiçbir arzu ve heves uyandırmayacağını bile bile bir zevk meclisine iştiraki kadar hazin, elim oluyor!
Servet-i Fünun (Uyanış), sayı 1702 – 17, 28 Mart 1929