
Garpta yaptığı seyahatler Halide Edip’i hiç değiştirmemiş; konuşması ve edası tamamıyla bizden. Yalnız saçları biraz daha beyaz, o kadar…
Tekrar yeni bir seyahate çıkıp çıkmayacağına dair sorulan bir suale romancı heyecanla şu cevabı veriyor:
“Artık hiçbir yere gitmeyeceğim; buraya geldim; vatanıma, memleketime…”
Mülâkatı Yapan: Neriman Hikmet
Türk edebiyatına Sinekli Bakkal gibi bütün milletler edebiyatı ölçüsünde büyük bir eser kazandıran Halide Edip’in evini arıyorum.
O, birkaç günden beri İstanbul’da bulunuyor. Bunu herhalde artık bilmeyen, duymayan kalmadı.
Halide Edip’le karşı karşıya bulunmak, onunla yan yana durmak, sesini duymak en yeni nesle ne büyük bir heyecan verici andır!
O bir milletin “edebiyat” aleminde hakiki ve büyük değeri almış ve gene dünya kadınlığı arasında zekâsıyla, şahsiyetiyle en mümtaz bir mevkiye sahip olmuş…
Düşünüyorum: Kendi kendime, “Kim bilir Halide Edip’in fizik görünüşü, sesi, kaşları, gözleri, çehresi, çizgileri ve heyeti umumiyesi nasıldır?” diyorum.
Beyazıt’ta Soğanağa Mahallesi’nde bulunan hemşerisinin evine indiğini işittim. Fakat Soğanağa Mahallesi’nin hangi sokağında ve kaç numaralı evinde olduğunu bilmiyorum.
Büyük saatin tam karşısına düşen manavın köşesinden saptım. Az ilerledikten sonra birisine Soğanağa Mahallesi’nin nerede olduğunu sordum.
“İşte şu üçüncü sokak!”
Üçüncü sokağa kıvrıldım. Şimdi ne yapacaktım? Boylu boyuna geniş sokağın iki tarafına sıralanmış evlerin, apartmanların hangisinin kapısını çalıp da Halide Edip’in bu evde olup olmadığını anlayacaktım. Doğrusu bu çok müşkül bir işti.
İşe lalettayin başladım. Ne çare ki onun adını bilen çok, fakat oturduğu yeri bilen yoktu. Ümitsiz bir aşağı bir yukarı dolaşıyordum.
Gittikçe hava da kararıyor, ortada çokluk kimse görünmüyordu. Bu defa hiçbir kapının ziline dokunmadım. Yoldan geçen bir genç bayana:
“Halide Edip’in oturduğu evi biliyor musunuz,” diye sordum.
Heyecanla:
“A…” dedi, “şu sokağı kıvrılın. İleride beyaz bir ev göreceksiniz. Onun karşısında da büyük ahşap, bahçe içinde sarı boyalı bir konak var. Orası…”
Teşekkür ettim, tarif üzerinde yürüdüm.
Kapıyı yaşlıca ve köylüden hizmetçi bir kadın açtı.
“Kimi istiyorsunuz?”
“Halide Edip evde mi?”
“Evet!”
“Onu göreceğim; kendilerine söyleyin, bir gazeteci geldi. Kabul etmenizi rica ediyor, deyin.”
“Kimseyi kabul etmiyor; çok meşguldür.”
“Fakat gazeteci olduğumu haber verin…”
“Sizin gibi gazeteci olanlar pek çok uğradılar; lakin hiçbirini kabul etmedi. Kimse ile konuşmuyor.”
Bu arada genç bir bayan göründü. Kendisi Halide Edip’in yeğeni oluyormuş. Ona da rica ettim.
“İmkânsız!” cevabını verdi. Yazı odasında olduğunu, rahatsız edilmek istemediğini söyledi.
“Lütfen,” diye ısrar ettim ve bir gazeteci olmanın sabrı, tahammülü ve kuvvetiyle inadım arttı, yerimde durdum.
Bu vaziyet karşısında genç bayan bana bir haber getirmek üzere yukarı çıktı. Artık müspet, menfi bir cevap bekliyordum. Ne ise o tekrar göründüğü vakit istediğim olmuştu:
“Buyurun,” dedi.
Beni aldı, ikinci kata çıkardı; misafir odasına girdim.
İçeri ufak tefek, gayet sade giyinmiş, olgun yüzlü bir kadın girdi. Onu gözlerinden hemen tanıdım. Bu Halide Edip’ti…
“Buyurun, sefa geldiniz yavrum,” dedi. “Fakat boşuna zahmet ettiniz, hiçbir gazeteci ile konuşmuyorum; mülakat vermiyorum, mamafih memnun oldum.”
Oturduğum yerde ayağa kalkmıştım. Birdenbire ona bir tek sual sormama meydan bırakmayan sözleri karşısında:
“Zarar yok, sizi sade görmek de benim için ehemmiyetlidir,” dedim.
“Ben de gençlerin her sahada yetişmelerini istiyorum, onları çok seviyorum.”
“Onlar da sizin bu gelişinizden fevkalade bahtiyardırlar.”
“Demek siz gazetecisiniz.”
“Evet.”
“Çok iyi, çok iyi…”
Hayret ediyordum ve bu hayretim onunla bulundukça, konuştukça artıyordu.
Meğer Halide Edip ne kadar bizdenmiş! Onu Avrupa, Amerika, Afrika hiç mi hiç değiştirmemiş. Üstündeki elbise yerli biçimde ve sade! Başını tıpkı annelerimiz gibi yerli bir tarzda bağlamış. Kenarından beyazları çoğalmış saçları görünüyor. Konuşması yerli, edası yerli. Onun bizden olmayan hiçbir şeyi yok.
Fakat hareketlerinde müthiş bir dinamizm var. Bu sert ve seri hareketleri ile yüzünün kuvvetli ifadeleri derhal şahsiyetini tebarüz ettiriyor…
Asıl işte şimdi Sinekli Bakkal romanındaki ruh, canlı ve karakteristik olarak karşımda şekillenmişti. Onlar birbirlerini ne kadar tamamlıyor!…
Konuşmak, açılmak istiyordum. Asla o kapıdan girer girmez söyledikleriyle cesaretimi zayıflamıştı. Suallerim bir hudut dahilinde idi. Mevzuların çerçevesi dapdaracık olmuştu, kısalmıştı.
“Mebus olacağınız rivayeti doğru mudur?”
“Hayır, böyle bir şey bilmiyorum, yok… Hiçbir şeyle meşgul değilim. Mütemadiyen yazıyorum.”
“Hangi gazeteye yazı yazacaksınız?”
“Şimdilik her gazete için hazırım…”
Bu cevabı verince sustu. Artık benim de burayı terk etmem icap ediyordu. Nasıl olmuştu da böyle hiçbir şey konuşmadan vakit daralıvermişti. Fazla kalamazdım. Ayrılırken:
“Ne zaman geri döneceksiniz,” diye sordum.
Hayretle yüzüme baktı:
“Ne zaman mı geri döneceğim?!” dedi.
“Evet.”
“Artık bir daha hiçbir yere gitmeyeceğim. Buraya geldim, memleketime, vatanıma yerleştim… Vatanıma…”
Bunu öyle bir kuvvet ve heyecanla söyledi ki bundan sonra Halide Edip’i hiçbir kuvvet başka illere çekemeyecek.
O şimdi vatanında… Toprağı, havası, suyu içinde. Anasından uzun bir müddet uzak kalmış küçük bir çocuk gibi yurduna sarılmakta…
(Vakit, sayı: 7613, 23 Mart 1939, s.10)