Fuat Köprülü, Yedigün’e Anlatıyor…

Yazan: Kandemir

Kitap, kitap, kitap… Duvarlarda kitap, masalarda kitap, raflarda kitap yerlerde kitap…

Ve sakin ufuklarda evvela dumanı, sonra direklerin ucu, gövdesi görünen bir gemi gibi. Kitap yığınlarının ardında süzüle süzüle yükselen bir ince duman sütunun altından yavaş yavaş Köprülüzâde’nin başı, omuzları beliriyor. Nihayet kahverengi pijaması ile ve güler yüzü ile işte onu karşımda buluyorum. Artık vakit bulup da eskisi gibi sık sık uğramadığı Babıali’den açılan bahisler uzayıp gidiyor.

Şehrin gürültüsünden, hareketinden, her şeyinden uzak, Marmara’nın bu ölgün kıyısında bir kartal yuvası gibi yükselmiş çalışma odasında kalem, kendi kendini hatırlatan bir ihtiyaç ve kâğıt kucak açmış bir sevgili gibi özlenen bir zevk oluyor.

Fakat işte, daha ilk satırın, ilk kelimesinde sevimli profesör kırıyor:

“En sevmediğim, korktuğum şey yazmaktır. Yazı beni çok yorar. Vakıa yazdıktan sonra keyiflenirim. Fakat yazarken çektiğim azabı sormayınız. Zor değil, yavaş yazarım. Yazılarımı bir daha ancak basıldıktan sonra okurum.”

Ya okumak… Onu da sevmez misiniz?

Dudaklarının arasından eksik olmayan sigarası bir buhurdan gibi ağır ağır tütüyor.

“Okumak mı?” diyor. “Okumayı sevmemek mi? Fakat o zaman hayatın ne manası kalır. Ben okumadığım zamanlar hastaya dönerim. Okumayı öğrendiğim zamanlardan beri elimden kitap düşmemiştir. Bu, artık öyle bir ihtiyaç ve itiyat hâlini almıştır ki muhakkak son nefese kadar sürecektir. Yalnız unutmayınız ki okumaktan okumaya fark vardır. Çalışma okuması başkadır, vakit geçirmek için rastgele bir şey okumak başkadır.”

Neler okuyorsunuz?

Koltuğuna biraz daha yaslanıyor. Sağ gözünü yumarak yavaş yavaş konuşuyor:

“On altı, on yedi yaşımda iken edebiyata bilhassa Fransız edebiyatına çok meraklı idim. Hele tenkidi çok severdim. Bu yaşta esasen Tanzimat edebiyatını ve daha evvelkileri okumuştum. Sonraları felsefeye, sosyolojiye daldım. Hele sosyoloji beni çok alakadar etti.”

Size mütalaa merakı veren ve bu sahada yol gösterenler var mı idi?

“Hiç kimse yoktu… Kendi kendime okudum. Bu yolda hatta bir arkadaştan, kafadardan bile mahrumdum.”

Naçar, profesörün en sinirlendiği bahsi tazelemek mecburiyetinde kalıyorum:

Yazmaya ne vakit başladınız?

“Yine o yaşta,” diyor, “on yedi yaşımdayken kendi kendime şiirler ve tenkitler yazardım. Ama bunları neşretmezdim. Ancak meşrutiyetten sonra yazılarımı bastırmaya başladım. On sekiz yaşımda umumi sosyolojiye ait ilk makalem, Tevfik Fikret’in de başında bulunduğu Tanin‘de çıkmıştı. Sonra Servet-i Fünun’da şiir ve tenkitlerim basıldı. Ve bilmem nasıl oldu… Birdenbire bıraktım… Ta… Yeni Mecmua‘ya kadar. Hatırlarsınız Yeni Mecmua, yeni lisan için mücadeleye girişmişti. Ben de şairlik iddiasıyla değil, sırf bu maksatla M.F. imzası ile orada şiirler yazdım. Biraz sonra da Mercan, Kabataş idadileri ile İstanbul ve Galatasaray sultanilerinde hocalığa başladım. 1913’te de Darülfünuna edebiyat tarihi hocası oldum.”

 Gayriihtiyari dilimin ucuna gelen suali saklayamadım:

Kaç yaşında idiniz?

“Yirmi üç… Fakat Darülfünun…

Bilmem o vakit ki, hele biraz daha evvelki, yani benim talebesi olduğum 1907 Darülfünun’unu bilir misiniz? İslam hukukunu okutan hocalardan istifade etmediğimi söylemem. Ancak yeni Avrupa ilimlerini okutanlar lisan bilmezlerdi. Ellerine geçmiş yalan yanlış tercümeler, eminim kendileri de bir şey anlamayacak, ders verirlerdi ki, ben bu eserlerin elimde bulunan asıllarından okumayı bin kere tercih ederdim. Böylece, bir gün geldi, bu berbat mektepten nefret ettim. Bir daha da semtine uğramadım.”

Alacağım cevabı bile bile soruyorum:

Mücadeleleriniz?

“Mücadeleyi zaten sevmem… Sinirlenmem ki mücadeleye atılayım…”

Biraz düşündükten sonra ilave ediyor:

“İlmî mesail mutlak sükûnet ister. Küçük iken de böyle idim. Kavga nedir bilmezdim. Fakat eğer mücadele denebilirse, bir sırada yeni lisan ve aruzun bırakılması için, sonra millet meselelerini münakaşalara ben de karıştım. Ama kimlerle? Şimdi farkında bile değilim. Karşımızda bir kalabalık vardı… Ancak kuvvetsiz, zayıf, aciz bir kalabalıktı.”

Üstadın biraz da hususi hayata temas etmek niyetiyle yorucu çalışması arasında nasıl vakit geçirdiğini anlamak istiyorum.

“Spor mu?” diyor. “Hayatımda spor namına ayağımı kaldırmak külfetine bile katlanmadım. Bundan gayri memnun da değilim. On dört saat fasılsız çalıştığım günler çoktur. Çok şükür hiçbir hastalığım, arızam, eksikliğim de yok. Midem de mükemmel… Ne bulursam yerim. Her türlü zahmete meşakkate katlanabilirim. Bol bol yürürüm.”

O hâlde, gençlerin spora merak ve iptilaları…

Köprülüzade, küçük bir el hareketiyle sözümü kesti:

“Zannediyorum ki, gençlerimiz spora lüzumundan fazla vakit veriyorlar. Ve temenni ederim ki fikri sporlara şimdikinden çok ama çok fazla ehemmiyet vermek dirayetini göstersinler.”

Ya sinema, üstadım?

“Sinemaya pek az giderim. Dansı pek beceremem. Musiki severim, ama bilhassa alaturkayı… Alafranga da hafif eserleri… Mesela şöyle İtalyan operaları filan… Çünkü ağır, klasik musikiyi anlamak bir terbiye meselesidir. Yüksek edebiyattan anlayanların kıtlığını düşünürseniz, edebiyattan daha güç, daha yüksek bir şey olan musiki anlamanın güçlüğü kendiliğinden meydana çıkmaz mı?”

Eski fakat genç profesöre nasıl çalıştığını soruyorum. Bir müddet gözleri dalıyor. Masanın üzerindeki kocaman kutudan bir sigara daha alarak dudağındakinden yakıyor:

“Muayyen bir çalışma tarzım yok. Her hoca gibi çalışırım. Yirmi beş senedir üzerinde işlediğim, notlar topladığım muhtelif mevzular vardır ki henüz neşredilmedik zamanları gelmemiştir. Yıllarla çalışmadan ortaya eser atmak doğru olamaz. Hayatım bugüne kadar hazırlık devresi içinde geçmiştir.”

Yeni âlimleri ürküteceksiniz üstadım…

O, ne yapayım, der gibi boynunu bükerken, ben sualimi tamamlıyordum:

Peki, bu hazırlık ne zaman sona erer dersiniz?

Gülümsüyor. Sonra yüzüne yine eski sükûn ve ağırlık çöküyor:

“İnsan hazırlıktan ilelebet kurtulamaz. Ancak benim hazırlanmış bazı şeylerim de vardır ki, artık onları yavaş yavaş meydana çıkarmak zamanın geldiğini zannediyorum.”

Şöyle kısacık bir görüşme diye başladığımız bu mülakatın uzayıp gidişinin yorgunluğunu sezdirmemek gayretiyle, çöken sükûtu hemen bozuyorum:

Kaç eser yazdınız?

“Bilmem ki sayısını… Durun bakayım…”

Eserleri için bir bibliyografinin sahifelerini karıştırarak cevap veriyor:

“1913’ten 1934’e kadar ilmî makale, risale, kitap adedi 290’dır. Bunların hepsi Türkçe değildir. İçlerinde başka dillerde yazılmış olanlar da var.”

Avrupa ilim âlemine temasınız?

“Bu oldukça eskidir. Ve Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar‘la başlarlar. Ondan, yani 1919‘dan sonra muhtelif Avrupa ilim mecmualarında neşriyatım başlamıştır. Şimdi, hesabını doğru düzgün bilmiyorum ama birçok ilmî teşekküllerde de aza bulunuyorum. 1925’te Sovyetler Birliği Ulum Akademisi’nde aza seçildim. 1927’de de Haydelberg Üniversitesi’nde felsefe doktorluğu verdiler.”

Biraz yazı yazmaktan başka hiçbir şeye sinirlenmediğini söyleyen profesörün, şimdi en hoşlandığı şeyi öğrenmek istiyorum. Keyifli keyifli arkasına yaslanıyor:

“Talebemden birinin iyi bir eser yazmasıdır,” diyor. “Bu bana sonsuz bir saadet verir. Hamdolsun arada sırada da olsa bu saadete ermek nasip oluyor. İtiraf etmem lazımdır ki talebemiz çok istidatlıdır. Çocuklarımızda şayanı hayret bir zekâ var. Mesela liselerden zayıf, az hazırlıklı gelen talebe, üniversitede üç dört sene okuduktan sonra Avrupa talebesine faik mahsuller verebiliyorlar. Yalnız bu neticeye varabilmek için onlarla meşgul, çok meşgul olmak, onlara çalışma zevkini aşılayabilmek gerektir. İyi yetiştikleri takdirde talebemiz dünyanın herhangi milletinden ileridedir. Ama ihmal edilirse, kabahat onlarda aranmamalıdır.”

Hocalık tarafının bu ezeli derdi üzerinde biraz durmak lüzumunun hisseden değerli profesör, masaya yaklaşarak devam ediyor:

“Çocuğun kafası boş bir gramofon plağı değildir. Ezbercilik iflas etmiştir. İlk mektepte de ortada da, hatta yüksekte de eskiden bu zihniyet vardı. Bizim zamanımızda mektep kitabından başka kitap okumayı da menederlerdi. Şimdi bu zihniyeti taşıyan mektep kaldığını zannetmiyorum. Varsa, onlara cidden acımak lazımdır. Ve her şeyden evvel, çocuğa okumak zevkini veremeyen hoca bence hoca değildir.”

Biz kalkmaya davranırken, o da yine önündeki kutuya davranıyor ve sigarasını -bilmem kaçıncı defa olarak- tazelerken gülüyor:

“Çok içiyorum değil mi? Paket hesabını şaşırmak için de işte böyle sigarları bu kocaman kutuya koyuyorum. Ne yapayım sigaramla kahvem… Kahveyi de galiba çok içiyorum. Bazen günde on fincanı geçer. Fakat hiç zararını gördüğüm yok. Sonra da bu kadar fazla içtiğim hâlde tiryaki sayılamam. Mesela seyahate çıktığım zamanlar, alıştığım sigarayı ve alaturka kahveyi bulamayınca her ikisini de aramam, bırakırım. Böylece haftalarla kahve, sigara içmediğim olur. Esasen zararını görmeyi başladığım gün kesip atmam da mukarrer…”

Acaba?

“Gayet basit” diyor ve ilave ediyor: “İradesine sahip, normal bir adam için iptila yoktur, olamaz. Sigarayı bırakabilir miyim, bırakamaz mıyım, diye düşünmem bile abes olur.”

Şimdi, çalışma odasına açılan terasa da ılık bir bahar havası içinde, ayaklarımızın altında sessiz ufuklara doğru uzayıp giden Marmara’ya dalan gözlerini çevirmeden, kendi kendine konuşur gibi cevap veriyor:

“Dünya’ya yeniden gelsem, yaşamaya yeni baştan başlasam, aynı yolda yürümekte bir lahza tereddüt etmezdim. Asla hayatımdan gayri memnun, yaptığıma nadim değilim.”

Yanına sokulan yavrularını gösteriyorum.

“Onları da öyle yetiştirmek isterdim ama… Bu, benim bileceğim iş değil, bakalım ne yapacaklar?”

Bilgi dünyasına köprü kurmuş bu sakin odanın yorulmak bilmez adamını yine yavruları ile ve o kadar aziz ve sevgili kitaplarıyla baş başa bırakıyorum.

                                                                                  Kandemir

Yedigün, 1 Nisan 1936

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*