.

Sait Faik Hikâye Armağanı: “Kaçakçı Şahan”

bakır-yıldız-kacakcı-sahan

Dilan Darğa

Bekir Yıldız, göçmenlik, gurbet, işçilik, köy-köylü-ağa ilişkisi gibi konuların ekseninde sunduğu eserlerle okuru çaresiz karakterlerin umut arayışıyla baş başa bırakır. Özellikle köyde ekonomik olarak geçinemeyip gurbet yoluna düşmüş kahramanlar onun okurlarla çokça buluşturduğu konulardandır.

Yıldız, yoksulluğa hapsedilmiş ve törelerle cezalandırılmış insanları dünyanın görülmeyen bir yüzünde kanayıp duran bir yara olarak görür. Kendi yaşamına da gurbeti yerleştirmiş ve Almanya’ya bir akınla giden gurbetçilerle soluk almıştır.

1971 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görülen Kaçakçı Şahan eserinde sırasıyla Gaffar ile Zara, Büyük Yas, Zırhlı Şamı, Güzel Parmaklar ve esere adını veren Kaçakçı Şahan hikâyeleri yer alır.

Gaffar ile Zara’da, Gaffar’ın annesinin bir türlü söz sahibi ve oğluna dur diyecek hakka sahip olamayışı ve sessizce, adeta bir gölge gibi eşinin yamacında yaşayışı; köylü kadınlarının temsiline dönüşmektedir.

“O pek az konuşurdu. Hele erkeklerle konuşmamayı, ağzını kilitleyip dinlemeyi, töresel bir erdem sayardı.” (s.8)

Gaffar’ın, annesi kadar bir köşeye itilmiş ve sessiz bir yaşama mahkûm edilmiş eşi Zara vardır. Köyün diğer kadınları gibi “er işine” karışmayan, kendisine töreyle biçilmiş kılıflardan başka hiçbir şeye göz ucuyla bakamayan Zara… Eşini gurbete gönderirken, okuma yazma bilmediği için ondan gelecek mektupları okuyamayacak olan Zara… Gaffar’ın kurduğu hayallerin gölgesinde sadece damının akıtmamasını düşleyen Zara…

Gaffar artık yüzleşmekten korktuğu vedaya yaklaşırken bu gidişin köyde büyük ses uyandırması, özgürlükler konusunda köylülerin bakış açısını açıkça sunmaktadır. Bu noktada eş olmanın, baba olmanın ve bir erkek ırgat olmanın tüm yükümlülüğü görülmekte ve Gaffar’ın köylü olma yazgısının bedelini ödediği hissedilmektedir.

“Er olan, ancak asker ocağına, ya da namusu yere düşende, kan akıtıp mapushaneye gitmek için obasını boşlar. Yoksa senin gibi keyfi gurbete gitmek soyumuzu lekeler.” (s.9)

Bekir Yıldız, köylerde erkek olmanın yüceliğini ağayla karşı karşıya gelene kadar tüm ihtişamıyla duyurmaktan çekinmemiş ve ağanın karşısında tüm gücünü kaybeden Gaffar’ın babasıyla bu zıtlığını açıkça sunmuştur.

Gaffar’ı Almanya gurbetine gitmeye cesaretlendiren şey büyük bir şehirde askerlik yaptığından dolayı başka bir dünyayla çoktan karşılaşmış olmasıdır. Kendini adeta insanlıktan soyutlayan biri gibi hissettiği bu tecrübe, aslında büyük bir çaresizliğin meyvesidir. Büyüdüğü köyün dışında gördüğü bu dünyada sular başka yöne akıp kuşlar rüzgâra karşı uçabilmektedir. Gaffar bu yüzleşmeden pay biçip Almanya’da yaşayacaklarını göğsünde yumuşattığında; okur, traktörün onun için ne anlama geldiğini bir kez daha görür. O, kendisini ezip geçen dünyanın kendisine olan borcunu traktörle ödemesini dilemektedir.

“Oradaki insanları ilk kez gördüğünde şaşırmış, gerçek insanoğlunun kendileri mi, yoksa büyük kentlerdeki insanlar mı olduğunu uzun bir zaman çözememişti.” (s.13)

Gaffar yüreğine gömdüğü korkuyu umutlarıyla örtüp, ailesiyle vedalaşıp yola koyulduğunda köyün tüm renkleri Gaffar’ın bakışlarıyla görülebilen bir resme dönüşür.  Bir eşekle asfalta varana kadar oğlunun ona eşlik edişinin kendisine güç verdiği esnada yazar, Gaffar ve oğlu Zülküf’ün vedasını bir bıçak gibi hikâyenin sonuna yerleştirir. Son sürat gelen kamyona kendinden büyük bir hayalle binen Gaffar’ın bundan sonraki hayatı okurun dünyasında şekillenir.

“Kamyon sessizlikten çıldıran doğanın içinde, gazı yiyince, gücünden daha güçlü bir homurtuyu yaydı çevreye. Ve hain bir üvey ana gibi, baba-oğul arasına girdi.” (s.33) 

Okur, Gaffar’ın aklına koyduğu traktörle Fırat’ın kıyısında sulak bir toprağa sahip olup olamayacağını hiçbir zaman bilemez. Ağanın karşısında dimdik duracağı günlerin hayaliyle herkese karşı gelerek gittiği Almanya’da diğer göçmenlerle neler yaşayacağını da bilemez. Yazar okurunu, Zara’nın eşini beklerken okuma yazma öğrenmesini temenni etmeye ve bir traktörün tüm köylüleri ağanın yamacından çekmesini Gaffar gibi hayallerinde yeşertmeye sevk eder.

Büyük Yas, Gülsün’ün gülümsemesiyle örülen ve saçlarını yolmasına uzanan kederinin-kaderinin hikâyesidir.

Şehmuz ve Nevres karşılıklı silah atışıyla köy düğününde eğlenirler. Nevres’in defalarca tetiği çekmesine rağmen ateşlenmeyen silahı iki arkadaşın rekabetine dönüşür. Şehmuz, şakalaştığı arkadaşı Nevres’in gururunu incitecek şekilde davrandığı esnada Nevres tabancasını Şehmuz’a yöneltir ve ikinci tetikte ateşlenen kurşun Şehmuz’un göğsüne isabet eder. Nevres, oracıkta can veren arkadaşının katili olur. Bir gelenek uğruna avuçlarından kayıp giden nice hayattan biridir Şehmuz. Bu sebeple okurda acı uyandırabilecek şey Şehmuz’un ölümü değil; bu ölümün diğer ölümlerden farksız oluşudur.

“Damdaki kadınların çığlığı, az önce atılan gazelleri, güveyinin şerefine gökyüzüne salınan kurşunların patlamalarıyla şekil ve yer değiştirdi.” (s.38)

Düğündeki silahlar kadar bütün eğlenceyi bir damdan izleyen kadınlar da yörenin törelerinin bir yansımasıdır. Eşlerine uzaktan bakan, eğlenceye uzaktan dahil olan bu kadınlar kendilerini göstermeden düğünü izleyebilmenin savaşını verir, kimseyi rahatsız etmeyen sessiz bir varlığa dönüşür. Kadınların payına yine öte bir dünyada, öteki olmak düşmüştür. Gülsün’ün, yanındaki kıza nişanlısını sorması bile ketum duvarların dibinde çoğalan bir isyandır. Gülsün’ün bu sorusu yüreğini kesip derinlerinden aldığı bir gençlik resmi gibi sesini kese kese duyulmaktadır çünkü Gülsün eşini hiç tanımadan evlenen o köylü kadınlarındandır. Şimdi gencecik bir kızın nişanlısını tanıması, yüreğinin bir yerinde kimseye söyleyemediği bir yaraya dönüşmektedir. Bu yarayı mutlu evliliğiyle sessizce sarıp, geceyi yanındaki kadınlar gibi geçirmeye mecburdur. Gülsün buna göğüs gerse de itildiği bu öte dünyada gökyüzünün altında yapayalnız kalmayı alacaktır payına. Gülsün’ün bu kalabalık düğünden geriye, cenazesi ve feryadı kalır yanına.

“Sabırsız birkaç horoz öttü dışarıda. Böylece yeni bir günün ilk müjdesi alındı. Fakat odadakiler için bu yeni günde yaşanacak güzel hiçbir şey yoktu. Sadece toprağa gömecekleri ölüm vardı.” (s.39)

Gülsün’ün yazgısı tümüyle kadın olması üzerine yazılmış ve elinden bu yazgıyla yaşamaktan başka bir şey gelmemiştir. Eşini tanımadan evlenişi, bir düğünde dağ eteklerindeki bir ağaç gibi çakılı oluşu ve ona sunulan bu küçücük dünyada yapayalnız kalışı için saçlarını yolup yasını tutmaktan başka seçeneği yoktur.

“Odada bulunanlar şimdi Şehmuz için değil, saçları yeniden yeşerip belki de güzel omuzuna yaslanıncaya kadar, evden dışarı çıkmamaya and içen Gülsün için ağlıyorlardı.” (s. 39)

Gülsün’ün feryatlarına eklenen saçları, sayfada yumak yumak beliren betimlemelerle örülüdür. Gülsün aslında bir tek eşinin ölümüne değil; elinden kayıp giden bir hayata, kendi hayatını da eşiyle birlikte uğurlayışına -uğurlamak zorunda bırakılışına- feryat etmektedir. Artık kadın olmanın, köy yerinde dul bir kadın olmanın mücadelesi başlayacak ve bu savaşım onu -öteki- kadınların da ötesinde bir yerde soluk almaya mecbur bırakacaktır. Aslında Gülsün, tüm köy kadınlarının kendilerine yazılmış kaderine ağlamaktadır. O odada aynı sonu paylaşacağı kadınlaradır tüm gözyaşları. 

Zırhlı Şamı, hırsla boyanan bir rekabetin, kinle yıkanan yüzleşmesinin hikâyesidir. Kuşlarını türlü eğitimlerle güreştirmeye hazır hale getiren Vakkas Emmi ve Kuşçu Mansur arasında geçen ve bütün köyde bir seyir haline gelen bu yarış Vakkas Emmi için bir erkeklik ispatına dönüşür.

“Kuşun hüneri avucun içinde değil gökyüzünde belli olur.” (s.44)

Köy yerinde böylesi rekabetlerin bir seyre dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu seyirde kadınların yeri, erkeklerin yarış için terk ettikleri tarlalardır. Bitmek bilmeyen yükümlülüklerin içinde bu denli yalnızlaşırken nefes kadar ruhlarına ait saydıkları bir kabullenmeyle yaşamaktadır kadınlar. Onların sesini duyan, tükenişini gören ve hüznüne ortaklık eden yoktur. Eserdeki her hikâyede kadınlar ya yalnızlığıyla vardır ya da yalnızlığa sürüklendikleri olaylarla…

Kuşçu Mansur’un, Vakkas Emmi’nin kaçan kızı hakkında söyledikleri tüm köyde duyulur. Vakkas Emmi kaçan kızının abisi tarafından öldürülüp bu lekenin silindiğini söyler. Ölümün bir lekeyi aklayacağı kara yazılı törelerin içinde çırpınıp duran hayatların hikâyesi burada kendini gösterir. Vakkas Emmi, bu yarışı itibar meselesi haline getirir ve bir Zırhlı Şamı’ya sahip olmak için parasının üstüne buğdayını da ekleyerek varını yoğunu harcar.

Yarışmak üzere köy meydanına gelen Vakkas Emmi ve Kuşçu Mansur kuşlarının kanatlarının altını boyayarak gökyüzünde hangi kuşun ne yaptığını, kimin kuşunun daha gönülçelen olduğunu izlerler.

“Zırhlı Şamı özgürlüğü sahibinden koparır koparmaz, kanatlarını gerdi, kapadı. Sonra tekrar gerip gökyüzünün çukurlarına doğru hızlandı. Göğüslerinin ve kanatlarının altındaki boyalarla birbirinden ayrılabilen, iki bölük kuşun arasında dolanmaya başladı.” (s. 46)

Vakkas Emmi, kazanmanın gururunu yanına alırken kaçan kızının zedelediği itibarını da kazanmaktadır. Canından bir parça olan kızının köy yerindeki söylentilerle böylesine bir yokluğa dönüşü törelerin acımasız yüzünün bir yansımasıdır. Kuşçu Mansur ise bu ağır yenilgiyi yanına alıp gittiğinde gökyüzü artık sadece Vakkas Emmi’nin himayesine bırakılmış bir kazanımın göstergesidir.

Emmi’nin gökyüzünü bu telaşlı seyrinde, kuşu satırlarda çırpınıp durmakta, kuşun peşindeki koşturmacasında damla damla dökülen telaşı bu gökyüzünden düşen bir yağmur gibi hikâyenin orta yerinde birikmektedir. Artık Zırhlı Şamı’nın gittiğini anladığında eşi bu kuşun üstüne verdiği bir çuval buğdaya, Vakkas Emmi ise kızı gibi onu terk edip giden kuşuna yürek burkmaktadır.

“Vakkas Emmi’nin başı öne yıkıldı. Nutku kurudu. Tıpatıp kızının kaçtığını duyduğu andaki gibi…” (s.48)

Kuşçu Mansur ise oğlunun avuçlarına sıkıştırdığı Zırhlı Şamı’yı Vakkas Emmi’nin avlusuna attırıp sessiz sedasız bir intikam alıp Vakkas Emmi’yi ezip geçmiştir. Kuşçu Mansur’un bu davranışı bir erdem midir yoksa kininin dayanılmaz hamlesi midir bilinmez ama okur, Vakkas Emmi’nin eşi gibi o bir çuval buğdayı düşlemekten alıkoyamayacağı bir hayatla karşı karşıyadır. Vakkas Emmi yarışlarda eğlenirken tarlada güneşin koynunda buğday döven eşinin emeği vardır o buğday çuvalında. Yalnızlığı ve çaresizliği vardır. Yoksulluğuna eklem gibi yerleşmiş sessizliği vardır.

Eserdeki tüm hikâyelerde buğdayın bir matematiği yer alır. Neredeyse tüm maddi değerler buğday çuvalları üzerinden yapılmakta, kışlar bir çuval buğdayla yaşanılabilir kılınmaktadır. O çuvallardaki taneler köyün dört bir yanında konuşulacak itibarı temsil etmektedir. Yazar bu noktada güçlü olanın ağa mı yoksa buğday mı olduğunu düşündürse de bu mukayesenin sonucunu hiçbir hikâyede sunmaz. Kaçakçı Şahan eserindeki hikâyelerde, okurunu sunduğu bu dünyaya uygun sonu yazmaya sevk etmektedir.

Güzel Parmaklar, geleneklerin arasında sıkışmış ve varlıkları giderek silikleşen iki kadının hikâyesidir. Yeni evlenen Elif gelinin, eşine tütün saramaması bir zayıflığa dönüşür. Bunun eksikliğini hisseden Elif, komşusu Ayşe’den utana sıkıla yardım ister. Komşusu, Elif’i tütün saramamasıyla hor görse de yardım eder ve tabakayı dolduracak kadar tütün sarıp evine gider.

Bir kadının eşi için tütün sarması bir yana saramamasıyla ayıplanması noktasında yörenin baskısını ve ataerkilliğini açıkça gösteren yazar; okurunu, bir kadının bunu bilerek evlenmesi gerektiği olgusuyla yüzleştirir. Gelinin kopup geldiği yerde bunun öğretilmesini mecbur kılan bir töre kazılıdır bu toprakların aklına.

Ayşe olanları eşine anlatıp gençlerin bunu bilmeyişinden, yeni evlenenlerin vaktinde kendilerinin marifetlerinin yanından bile geçemeyecek kadar bilgisiz olduğundan bahsedip böbürlenir. Göğsünü kabarta kabarta Elif için tabakayı sardığını söyleyip büyük bir iyilik yaptığını niteler. Ayşe bu iyiliğinin karşısında düşüncesini törelerden olma bir öfkeyle dolduran eşinden şiddet görür. Eşinin bu şiddet esnasında söyledikleri, kadınların bu topraklarda ne denli sönük bir hayata zincirlendiklerini gösterir.

Hikâye, Ayşe ölümün ucunda çırpınırken son bulur ancak bu son yalnızca Ayşe için bir sondur.  Çünkü Ayşe köy yerinde ellerinden olma tütünlerin bir söylentiye dönüşme ihtimaliyle ölüme sürüklenirken, Elif bu ölümü bastıracak şeyi yapmış ve eşine sigaraları kendisinin sardığını söylemiştir.

“Demeyecekler mi, ne güzel parmaklar böyle. Ve de düşünmeyecekler mi, Kuyumcu Osman’ın karısı, kırkından sonra, karısı olan heriflere ne demeye sardı?..” (s. 56)

Bu hikâyede de sonucu okura bırakan yazar, Elif’in hayatına kaldığı yerden devam ederken Ayşe’nin erk bir zihniyete kurban gittiğini hissettirir.

BekirYıldız, Kaçakçı Şahan öyküsünde Şahan’ın dünyasına eğilip kaçakçılığın ölümle bir çeşit barışmaya dönüştüğünü hissettirir. Bu yoldan para kazanmanın, insan bedenine yeni bir uzuv gibi eklenen “korku”yla yaşamak olduğunu; Şahan’ın ayaklarını sürüye sürüye ölümün üstüne gitmesiyle sunar.

“Çalışma fermanları hükümetten mühürlü kaçakçıların kulakları çınlasın.” (s. 57)

Şahan Halep’te kaçakçılıktan kazandığı iki altınıyla hasret kaldığı köyüne, ailesine gitmenin savaşını vermektedir. Okur, Şahan’ın bu dönüş yolculuğunda yaşadığı korkunun, dipsiz bir kuyu gibi içine düştüğü tehlikenin yanı başında onunla yürümektedir. Karanlığın içinde, etinde bir yara gibi beliren korkunun, yüreğindeki sıcacık özlemin bir resmi vardır. Sesinde, onu bu yolculuklara sürükleyen kaderine, toprağa mayınları döşeyenlerin varlığına bir öfke duyulur.

Hikâyelerde en dikkat çekici ortak unsur olayların bir sesle, renkle birleşim içerisinde akmasıdır. Yazar kahramanların duygularını, düşüncelerini ve hatta görüntülerini doğayla iç içe sunar. Kahramanlar doğanın bir parçası haline gelir. Bu rastlantı, onların yaşamlarındaki her zorluğu doğadaki tabi bir unsurla bağdaştırır gibi kabullenme dürtüleriyle kesişir.

Diğer hikâyelerde de betimlemelerle var olan ses, bu hikâyede doğanın dudaklarından dökülür gibi Şahan’ın korkularına bir karşılık halinde duyulmaktadır. Okur, sonu olmayan bir yolda, Şahan’la mayınlara basma korkusunu paylaşır ve yazar bir kenara çekilip bu korkunun seyrinde her adımı nakış gibi okurunun aklına işler.

“Olur mu korkmak? Kaçakçılık yiğit işidir.”  (s.58)

Bu hikâye, Şahan’ın her adımda ölüme dokunduğunun ve her kurtuluşta dönülmeyecek bir yere vardığının bilinciyle yürüdüğü uçurumun hikâyesidir.

Şahan için mayına bastığı ve bir gözünü kaybettiği esnada bile halen ailesine götüreceği iki altının umudu vardır. Jandarma aracının ışıklarıyla bir bacağını ötesinde gören Şahan için hayatın bittiği ve okur için ise ailesine götüreceği altınların o bacağında kalmasının korkusu başlamıştır. Şahan, bedeninden ayrılmayan bu bacağa bir minnet duymuştur.

Şahan’ın altınları yutma gayesi, jandarmalara olan güvensizliğini açıkça gösterir. Altınlarını kan dolu ağzında kimselerin el sürmeyeceği bir erdem gibi yutmak ve korumak ister. Bu esnada askerin onu sınırda kaçakçılık yapmasıyla kesin hüküm halinde cezalandırıp kurşuna dizmesi, o topraklarda sürüp giden adaletsizliğin bir yansımasıdır. Her haliyle ölümle pençeleşen bu adama acımamış ve kurşuna dizmişlerdir. Dünyadaki son görevi altınları yutmak olan Şahan; ölümün koynundaki ağzını hiç açmadan kendisini alan toprağa bu kez teslim olmaktadır.

Yazar bu teslimiyette, Şahan’ın bütün bir gece toprağı neden bu kadar acımasız gördüğünü, toprağa neden öylesine öfkeyle bastığını açığa çıkarır.

“Toprağa basan ayağında hayat, havada korkuyla titreyen öteki ayağında ise ölüme, yok olmaya hazırlanış vardı.” (s.58)

Şahan’ın ölüsünün köyüne getirilip bir eşya gibi bırakılması ise kaçakçılık için alışılmış bir sona dönüşmüştür. Bu son öylesine alışılmış bir sondur ki köylüler böylesi cenazeleri tanımazlıktan gelip, cenazenin ardında bıraktığı ailesini jandarmalardan korumak isteyen bir çaresizliğe boyun eğmişlerdir. Bu tanımazlık Şahan’ın babasının yüzünde köyün bütün dağlarından düşen bir döküntü gibi dumanlı bir bakışla sunulmuştur.

“İhtiyar adam çömeldi. Şahan’ı daha yakından görmek istiyordu. Bu istek Şahan’ı ele vermek için değildi. Ancekent köyünde belki herkes onun kim olduğunu söyleyebilirdi ama, bu ihtiyar adam Şahan’ın Şahan olduğunu söylemeyecek biricik insandı. Çünkü o, Şahan’ın özbeöz babasıydı.” (s. 64)

Kaçakçıların bir nevi itilip gittikleri bu yeryüzünde geride bıraktıkları insanlar için sadece yas vardır. Bu yas bile kimi zaman kalanlar için bir hak sayılmamaktadır. Şahan’ın eşinin, çocuklarına sarılıp ağlamaksızın içine gömmesi gereken bir sızısı vardır. Kanayıp duran ve jandarmalardan gizli sarılması gereken bir sızı… Bu topraklarda onun payına bir ağıt bile düşmemiştir.

“Tanrı bu kadınlardan ağlamayı bile esirgemişti.” (s.62)

Şahan’ın babasının onu tanımamaya yeminli bakışları arasında sürüp giden hikâyede en çarpıcı noktalardan biri de altınların akıbetidir. Babası gece vakti jandarmanın yolunu tutup oğlunu uğurlamadan önce söz verdiği gibi ağzındaki altınları almaya niyetlenmiştir. Şahan’ın ölmesi halinde babasından bunu yapmasını istemesi, onların yeryüzünde payına düşen çaresizliğin en belirgin halidir.

“Fakat yapamıyordu bu işi. Bütünlüğü zaten yeterince bozulmuş ölüsüne, daha fazla eziyet etmeye kıyamıyordu. Bir süre bekledi. Elleri titriyordu. Ayağa kalktı. Eğer oğlu: “Babey, canım yere düşerse altınlar sana emanettir ha! Onları önce ağzımda, sonra karnımda aramalısın.” dememiş olsaydı, belki de yürüyüp gidecekti. Gidemedi ama. Aklındaki tüm düşünceleri bir yana dürüp çömeldi. Ve oğlunun çenesini ayırdı…” (s. 65) 

Şahan, yalnızca ölümü değil aslında nasıl öleceğini de kabul etmiş bir karakterdir. O, karşısında dikilen ölüme kafa tutup ailesiyle yaşayacağı güzel günlere kavuşmanın umuduyla korkuyu soluğuna boncuk boncuk dizmiştir.

Bu hikâye tüm çarpıcılığıyla yalnızca esere adını vermekle kalmamış, Şahan’ın kan dolu ağzında bir mühür gibi duran altınıyla kapakta yer almasını da sağlamıştır.

Tüm alıntılar ve bahsi geçen kapak görseli Adam Yayınları tarafından 1982’de yayımlanan ilk baskıdan alınmıştır.