
Özge Senem Baydar
Bazen öyle anlar olur ki, hiçbir şey düşünmek istemezsiniz çünkü düşündüğünüz her şey düşlemekte kalmıştır bundan önce. İşte bu öyküler de kendilerine düşlemek hakkı bile verilmemiş insanların öyküleri. Toplumun kuytusunda, köşesinde kalmış insanların, “dışta” kalmış herkesin öyküsü. Kâmil Erdem, O Sonbahar O Kış kitabını hüzünlerden, hayal kırıklıklarından, yarım kalmışlıklardan, yarım kalanlardan yola çıkarak yazmış. İyi ki de yazmış.
Kitap on öyküden oluşuyor. Bu on öykünün onu da farklı hayat yapılarına sahip insanları, farklı yaşam tarzlarını ve farklı sorunları ele alıyor. Kimi kadın olduğu için eziliyor, kimi amele olduğu için, kimi ise yazar olduğu için hayata karşı bir savaş veriyor. Kâmil Erdem, tüm bu farklılıkları bir ortak paydaya alıp hüzünde birleştiriyor. Öyküleri okuduğunuzda anlatılan karakterlerin ve hayatların kırgınlıkları içinizde özel bir yere dokunuyor. Öyküler belki şanslı olduğumuzu, belki yalnız olmadığımızı, belki de yaşadığımız hayatın dışında bambaşka hayatlar olduğunu hatırlatıyor biz okuyuculara.
Kâmil Erdem hayatın tüm sillesini yiyen karakterlerini öykülerine konu ederken bunu o kadar hoş bir biçimde yapıyor ki, bu karakterlere acımak yerine onları anlamaya ve hayatlarına bir nebze de olsa ortak olmaya başlıyorsunuz. Erdem’in bunu başarabilmesi ise onun usta öykücülüğünün marifeti elbette. Öyküler hem siyasi birer politikayı hem kadınlığı/ erkekliği hem de meslekleri ve ırkları sebebiyle ezilmiş insanları kapsamakla beraber hiçbirini propaganda malzemesi hâline getirmeden Erdem’in dili çok iyi kullanması sayesinde dikkat çekmek istediği her şeyi anlatmış.
Kitabın bir diğer önemli özelliği, karakterlerin içindeki hayal kırıklıklarının hep diri kalması. Her birimiz yaşadığımız hayatlar içinde, evet her birimizin farklı hayatları var, değişime gebeyizdir. Daha iyi bir konumda olmak için yapacağımız bir değişim, mutlu olmadığımız bir ilişkide yapacağımız partner değişimi, bebeklikten çocukluğa, oradan gençliğe ve yaşlılığa kadar uzanan hayat yolunda yaşadığımız türlü değişimler var. O Sonbahar O Kış’ta ise değişim isteği elbette var, fakat bu istek bağıra bağıra yansıtmaz kendisini, tatlı bir yerden dokunur okuyana. Daha doğrusu okuyucu bir şeylerin değişmesi gerektiğinin bilincine varır.
Kâmil Erdem öykülerinde sıklıkla farklı şair ve yazarlardan da bahsetmiş, onlarla konuşuyor. Yahya Kemal’i eleştirmiş, Metin Eloğlu’dan yemek tarifi almış, Sevim Burak’ı minnetle yad etmiştir. Aynı zamanda öykülerinde yararlandığı farklı kaynaklar da vardır. Kitabın ilk öyküsü olan “A.Ş. Dağılınca”da Samuel Beckett’in etkisi büyükt hatta bir bakıma metinlerarasılık yapılmış da diyebiliriz.
Kâmil Erdem, O Sonbahar O Kış kitabıyla bireylerin öykülerini topluma entegre etmiş ve bunlardan bir durum öyküsü dosyası çıkarmış, bunu yaparken ne toplumu eleştirmiş ne de bireyi incitmiştir. Birey ve toplum ilişkisini bu kadar kibar ve gerçekçi bir şekilde aktaran belki de sayılı öykü kitaplarından olan O Sonbahar O Kış hayal kurmanın bile ne kadar değerli bir şey olduğunu gözler önüne serer. Söz bitiminde kitaptan kalbime dokunan birkaç satırı paylaşmak isterim.

Kasap çırağının poşete koyup götürdüğü et artıklarını alıp ayağa kalktı Şeref. Önce sağ tarafa bir iki adım attı. Sonra vazgeçip sola. Ülkenin dağ gibi yükselmiş kara, kalın duvarlarını görüp önünde, çaresizce geri dönüyor gibiydi. (s.16)
Ağrılığımız yavaş yavaş kayboluyor sanki, dünya bizi daha yenilir yutulur buluyor, dünya yaratıkları, örneğin eşekarıları daha saldırgan bir tavır sergiliyor. Çalılar daha sert, dikenler batmaya daha teşne. Belki de bağışıklık sistemimizi zayıflatan nobran davranışlara, hoyrat insan ilişkilerine vâkıflar. Sabah yataktan kalkarken bir şükür sözcüğü mırıldanamayacağımız günlerin geleceğinden umutlular, bunu dört gözle bekliyorlar. (s.29)
Gece Hasan’ı bulmaya gitmiştim, baba. Bombacıların bilmediği sokaklardan. Hasan’ın önceden geçtiği. Yakında yeni yıl gelecekti. Belki de gelmişti ama buralara hiç uğramamıştı. Zaten Hızır Aleyhisselam da uğramaz buralara. Veya başka ulu. Ve tanrı. (ss. 36-37)
Çoktan beri bir umudun artık yaşamadığı, güvenli, kutsal bir mekân olmaktan çıkıp sıradan bir barınağa dönüşen (eskiden yazları nedense durmadan karpuz taşıdığımı) bu evden her sabah çıkıp gitmelerim bu yüzdendi. Ayrı, bilmediğim bir lisan öğreniyordum sanki. Sanki derinlerden akıp giden sakin suyun sesine kavuşmuştum. (s.62)