Aytuğ Tolu
1953 doğumlu Adnan Yücel Türk dili ve edebiyatı öğretmeni ve Çukurova Üniversitesi’nde aynı alanda öğretim görevlisi olarak çalışır, yakalandığı kanser nedeniyle 2002’de yaşamını yitirir. Halk edebiyatıyla ilgili çalışmaları bulunan Adnan Yücel 1979-1998 döneminde Kavgalara Sözlenen Sevda (1979), Soframda Kaval Sesi (1982), Bir Özlem Bir Türkü (1984), Acıya Kurşun İşlemez (1985), Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (nehir şiir, 1986), Rüzgârla Bir (1989), Ateşin ve Güneşin Çocukları (nehir şiir, 1991), Çukurova Çeşitlemesi (1993), Sular Tanıktır Aşkımıza (1998) adlı şiir kitaplarını yayımlar. 1980 sonrası Türk şiirinin toplumcu gerçekçi şairlerinden sayılır. Ölüm yıl dönümü olan 24 Temmuz 2003’te Mehmet Özer’in derleyiciliğini, Celal İnal’ın editörlüğünü yaptığı Aşkın ve Başkaldırının Şairi Adnan Yücel: Türküsüz Çıkmayasın Yollara başlıklı armağan kitap yayımlanır. Bu kitapta şair hakkındaki yazılar bir araya getirilir. Bazı şiirleri çeşitli sanatçılar ve müzik grupları tarafından bestelenir. Şiirlerinde darbe ve baskı dönemlerini, işkence ve hak ihlallerini, toplumsal yozlaşmayı, ideolojik aygıtların eleştirisini, sınıf farklılıklarını ve yoksulluğu, emperyalizmi konu edinirken sınıf-emek mücadelesini, yurtseverliği, enternasyonalizmi ve sınıfsız sömürüsüz bir düzen idealini öne çıkarır.
12 Eylül’ün Sosyolojik İmgelemi: “Bu Karanlık Kurallar Ülkesinde”
“Yemen’e gerek yok şimdi
Gideni döndürmüyor zindanlar” (Yücel, 2000a: 53)
İkinci şiir kitabının yayımlanması 12 Eylül sonrasına denk gelen Adnan Yücel, darbe ortamının toplumdaki yansımalarını önce cezaevleri, tutuklamalar, işkenceler ve hak ihlalleri üzerinden ele alıp sonra darbenin toplumsal alanda yol açtığı kırılmalarla değerlendirir. Bu kuşatma öyle bir noktadadır ki şairin bireysel alanını daraltıp şiirin odağını toplumsala çeker: “Bu gül kıyımlarına bakamıyorum / Her aşk bir türküdür bağrımda / Her öfke bir ağıt / Ağıtlar kuşatmış dört yanımı / Kendi türkülerimi haykıramıyorum” (Yücel, 2014: 7). Aşk türkülerine karşı ağıt ağır basar, ağıt varsa ölüm gerçeği gündemdedir. “Ağıtlar” denilerek sistematik uygulamaların yol açtığı “ölümler” vurgulanır. Gece yarısı kapıları kırılarak girilen evler, işkencedeki eşlerini bekleyen kadınların kaygıları, kırlangıçların zamansız göçü, defterlere yazılan ölümler, tel örgüler gibi ifadeler 12 Eylül’ün baskı-zor ortamının betimlenmesine yöneliktir. Özgürlükler kısıtlanır, baskı ve yasaklar gündemdedir. Darbe öncesinin mücadeleci kesimlerine depolitizasyon, yeni yetişen kuşağa apolitizasyon uygulamaları devreye konur. Bu ortamda sokağın görüntüsü değişir: İnsanlar birbirine güvenmez, toplumsal bütünlükler parçalanır, korku her yanı sarar, sevgi ve güzellikler “çirkinlikle” yer değiştirir, duyarsızlaşma her geçen gün toplumu kuşatır. Buna rağmen 12 Eylül sonrasının ilk şiirlerinden itibaren umut ve inanç aşılama söz konusudur. Bir yanda baskı-zor aygıtları ve ideolojik aygıtlarla toplumsal dinamizm geriletilmeye çalışılırken diğer yanda darbeye karşı zayıf kalsalar bile direnenler mevcuttur. Bu bağlamda “aydınlık-karanlık” çatışmasının kapsamına giren “şafak, gece, gün, gündüz, güneş, yıldız, gün doğumu” gibi kavramlara sıkça başvurulur. Bir yanda zor aygıtlarıyla anti demokratik uygulamaların güvenlik-yargı-cezaevi bağlamında işlediği mekanizma, diğer yanda bu mekanizma üzerinden topluma verilen gözdağı ve ideolojik aygıtlarla toplumun dizayn edilmesi gündemdedir. Montaigne’le Ölüm Söyleşileri’nde geçen “Zamansız koptu fırtına biliyorum / Ve ecelsiz ölen çocuklara / Dolu vurgunu çiçekler diyorum” (Yücel, 1998a: 47) dizeleri ölüm gerçeğinin biyolojik bağlamdan çıkarılıp toplumsal bir anomaliye dönüştüğünü gösterir; ölüm bireysel değildir, 12 Eylül onu toplumsallaştırmıştır. Kişiyi ölüme götüren işkence süreci “Leylak Çığlığı” şiirinde öyküleştirilerek verilir:
“Kan kokusuyla beslenen öfke
Yüreğin camlarını kırdı sonunda
Bir çığlık sarsıyor şimdi her yeri
Islak betonlar üstünde çaresiz
Ezilen tohumlar gibi bir çığlık
Ne erkekte erkeklik bırakıyor
Ne kadında kadınlık
Ey benim yenilmiş çocukluğum
Akım yüklü tellerde tükenirken aşklar
Biliyoruz artık
Kansız geçilmiyor ırmaklar” (Yücel, 1998a: 55)
Şiirde geçen ıslak beton ve akım yüklü tel işkence uygulamalarına işaret eder. Elektrik tellerinde tükenen aşk ise ideolojik tükenişin belirtisi kabul edilen işkenceye dayanamayıp “çözülme” durumudur. Bu açıdan şairin durduğu konum militan düzlemdedir. Ona göre aşk ve ideoloji bedel gerektirir, kansız geçilmeyen ırmak da ödenmesi dayatılan bedellerdir. Dönemin diğer şairlerinden farklı olarak işkencenin ele alınışı militanlığın sınavı olarak Adnan Yücel’in şiirlerine yansır. Bu yüzden direnmeyenler, bedel ödemekten kaçanlar, ideolojik-politik mücadele alanını terk edenler öfke diliyle karşılanır şiirde. Döneme dair hak ihlallerinden cezaevi görüşlerinin yasaklanması-kısıtlanması, mektupların yönetimler tarafından okunması, uzun süreli gözaltı ve tutukluluk ile ailelerin düzenin parçalanmasına kadarki toplumsal sorunlar şairin darbe döneminde yayımlanan kitaplarına yansır. İçerideki-dışarıdaki 12 Eylül’ün buluştuğu zemin ailelerdir, görüş hakkını savunan tutuklu yakınları aracılığıyla cezaevlerinin durumu bir şekilde gündeme gelir. Çocuklarını ve yakınlarını ziyaret için başka şehirlerden gelen aileler darbenin ilk yıllarında cezaevi kapılarında görüş için bekler fakat her hafta olumsuz yanıtla dönerler.
1986’da yayımlanan dokuz bölümlük nehir şiir biçimindeki Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek adlı kitap Adnan Yücel’in şairliğinde hem bir zirveyi temsil eder hem de “12 Eylül ve Türk şiiri” bağlamında önemli bir yerde konumlanır. Önceki kitaplarda görülen darbe dönemi yansımaları bu kitapta tarihsel bir yolculuğun içerisinde verilir. Anlatımcı tekniklerin öne çıkarıldığı bu kitabın her bölümünün sonunda “Bitmedi daha sürüyor o kavga / Ve sürecek / Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” dizeleri yer alır, bu dizeler ülkedeki toplumsal mücadelelerde slogana dönüşür. Marksist yaklaşımla inşa edilen tarih anlayışı öne çıkarılır: ezen ile ezilenlerin, sömüren ile sömürülenlerin mücadelesinin tarihi, yani sınıflar mücadelesi tarihi. Özel mülkiyetin ortaya çıkardığı sınıflar efendi-köle, feodal beyler-topraksızlar, patron-işçi olarak şiire yansır: “Toprak bölünüp parçalandığı zaman / Çitlerle çevrilip sınırlandığı zaman / Ve topraklılar tanrılaşıp / Topraksızlar köleleştiği zaman / Acının ilk yangını / O zaman tutuşmuştu içimizde / Sevginin ilk yaprağı o zaman solmuş / O zaman kurumuştu ellerimizde” (Yücel, 2000a: 10). Bu tarihsel seyirde görülen tez-antitez bağlamındaki karşıtların birliği ve savaşımında önemli bir aralık da 12 Eylül’dür. Egemenlerin şiddetle biçimlendirdiği tarihe bakış, Tevfik Fikret tarzındadır:
“İşte tarih
İşte şiddetin iğrenç yüzü
Biz başlatmamışız hiçbir savaşı
Bizimle başlatılmış bütün savaşlar
Bizimle bitirilmiş yine
Kölelik çoğaltan zaferler adına
Vurulup düşmüşüz dünyanın her yerinde
Gidenimiz bir daha dönmemiş geri
Yemen olmuşuz
Balkan olmuşuz
Seferberlik olmuşuz
Ve her büyük savaşın sonunda
Ölümlere karşı türkülerle durmuşuz
Hangi inancın sesidir bu
Hangi körlüğün koyun kurbanlığı
Ki uğrunda can verdiğimiz topraklarda
Canı alınan kurbanlara dönmüşüz” (Yücel, 2000a: 31)
Bu dizelerde tarihle ve resmî tarihle hesaplaşma “biz” öznesi adına gerçekleştirilir. “Biz”, dünyanın her yerinde ve her zamandaki ezilenler ve sömürülenlerdir; özne, enternasyonalist bir zeminde inşa edilip evrensel bir değer olarak emek öne çıkarılır. Katedraller, saraylar, krallar, çan kuleleri, şatolar yani bir bütün olarak egemenlerin simgesi olan yapılar emekçi-ezilen halk kitlelerinin dökülen kanının ürünüdür; efendi-köle diyalektiği gereğince efendinin var olması köleye bağlıdır. Bu karşıtların birliğinin-savaşımının sonucunda artı değere el koyan burjuvazinin, emeğin gaspıyla ortaya çıkardığı modern simgelerden “fabrikalar, şirketler, bankerler, petrolcüler, armatörler, bankalar, holdingler, kasalar, silah fabrikatörleri” şiirde konumlandırılır, tüm bunlar sömürünün tarihsel-evrensel sonucudur; Paris alanları, Şikago fabrikaları bu bağlamda birer hatırlatmadır. Medeniyet tarihinin şiirde sorgulanması, Brecht’in şiirlerini hatırlatır. Atlasa ve tarihe yapılan bu göndermelerin ardından mercek yurda çevrilerek Anadolu halkının tarihteki kahramanlıklarına yer verilir fakat savaşlarda zaferi halk getirdiği hâlde 12 Eylül gibi dönemlerde kendi toprağında kanı akıtılan da “halk” olarak sunulur. Ülkenin sınıflar mücadelesi tarihinde önem arz eden Kavel, Tariş, 15-16 Haziran direnişleri, 1 Mayıs 77 katliamı halkın ve sınıfın ödediği bedeller kapsamında şiire girer. İlgili bölümün devamındaki “Uğrunda can verdiğimiz canlar / Bir türlü anlayamadılar / Celali kimdi-sekban kim / Kurtaran kimdi-kurtulan kim” (Yücel, 2000a: 39) dizelerdeki “Sekban-Celali” göndermesiyle yerel-bölgesel tarih sınıflar açısından tartışılmaya açılır, halkın maruz kaldığı ideolojik manipülasyonun bileşenleri din, eğitim (üniversiteler), medya (gazeteler) olarak tarif edilir. Buna karşın emekçilerin-ezilenlerin barış söyleminin bastırılması, egemenlerin “güvercini” pişirip yemesi şeklindeki dizelerde açığa çıkarılır. Zora karşı zorun devreye girmesi bir zorunluluğa dönüşür, ancak “biz” öznesinin bileşenleri olan sömürülenler-ezilenler kazandığında açlığın ve zulmün biteceğine dair inanç güçlendirilir.
Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek kitabında atlas ve tarih evrensel ve yerel olarak öyküleştirildikten sonra kitabın asıl odağı olan 12 Eylül hesaplaşması başlar. Dönemin sınıflar mücadelesi ezilen-sömürülenlerin tarihine bir basamak olarak yerleştirilir, kendinden önceki dönemlerin mücadelesi sahiplenilir. Bu sahiplenme yurtsever ve enternasyonalist biçimdedir. 12 Eylül ise bunun tam karşısında yer alan emperyalist güçlerle bağlantılı bir darbedir: “Bir düdük çalınacak denilmişti / Bir düdük / Üfürüğü New York’ta Washington’da / Sesi kulaklarımızda bir düdük / Nice güller solacak denilmişti / Nice güller / Kökleri her yerinde dünyanın / Yaprakları bağrımızda nice güller / Ve doğacak olan gün / Daha doğmadan kararacak denilmişti” (Yücel, 2000a: 42). Rivayet edilen geçmiş zaman eki “-mış/-miş” ile yapılandırılan eylemlerin yer aldığı bu dizelerde, darbenin 12 Eylül’den önce birçok siyasi çevre tarafından tahmin edildiğine dair göndermedir, bir tür “kehanet” gerçekleşmesinin yaşandığı dile getirilse de aslında derinde yatan başka bir eleştiri vardır ki o da “içedir”: 12 Eylül darbesinin geleceği bilindiği hâlde darbeye karşı mücadele etmeyenlere, sorgularda “çözülenlere”, inançsızlığa ve umutsuzluğa teslim olanlara kısacası dövüşsüz yenilgilerin politik öznelerine.
Darbeye karşı direniş odağına dönüştürülen yerlerin en önemlisi cezaevleridir. Bu bağlamda tutukluluk-esaret altında direnenler olumlanıp sahiplenilerek “kır çiçekleri” diye adlandırılır. Onların karşısındaki tek güç darbe yönetimi değildir, iddialarına rağmen ideolojik-politik mücadele alanını terk edenler de vardır. Aşkların “satılması”, “ihanet” tutanakları, usta bilinen insanların çıraklardan önce sorguda “çözülmesi” gibi ifadeler aracılığıyla bu çevreler eleştirilir: “Bin kez kırıldı rüzgârın kanatları / Her ölüm bir düş kırıklığı şimdi / Bir güvensizlik belgesi gözlerinizde / Ve ihanetler / Savaşsız çekilen teslim bayrakları / Verilen adresler / Listeler dolusu arkadaş adları” (Yücel, 2000a: 45). İdeolojik-politik mücadele alanını terk edişin diğer biçimi de mültecilik olarak belirir. 12 Eylül’ün sonuçlarından biri, sol çevrelere mensup insanların Avrupa ülkelerine iltica etmesidir. Bu durumu yurtseverlikle ve ideolojik-politik mücadelenin gerekleriyle uyuşmayan bir sapma diye gören şair şu dizeleri yazar: “Bir bir çekilirken teslim bayrakları / Ve kaçmalarla uzarken / Göçmelerle tozarken Avrupa yolları / Durdu bir avuç yiğit / Bir tutam kır çiçeği” (Yücel, 2000a: 62). Bu dizelerin devamında mülteciliği reddedip ölüm pahasına zulüm tufanına gülerek giren militan duruş methedilir. 12 Eylül’ün ilk yıllarını belirleyen baskın, tutuklama, sorgu süreci öyküleştirildikten sonra cezaevi süreci süresiz açlık grevleri üzerinden dizelere dökülür. Nehir şiir olarak yapılandırılan kitapta bu sürece geçilmeden önce darbe koşullarının ortaya çıkardığı toplumsal durum tasvir edilir. Bu süreçte ideolojik aygıt görevi üstlenen üniversitelerde hegemonyanın değişimi, darbe yönünde saf tutulması, öfke dilinin ağırlık kazandığı bir satirik yaklaşımı üretir. Egemenlerin ideolojik manipülasyonundan toplumu koruyacak akademi, medya, sanat, aydın kesim “başarılı” bir sınav veremeyince ortaya çıkan tablo şu şekildedir:
“İşte vurulmuş üniversite cesetleri
Fareler dolaşıyor gözbebeklerinde
Dişetlerinde böcekler
Sanat öfkeli-düşün açlık
Gençlik yaralı-bilim yokluk
Bir yanı stadyumlar dolusu
Diskotekler dolusu bir boşluk
Bir yanı çöl sakallı
Tekke bakışlı bir sarhoşluk
İşte vurulmuş üniversite cesetleri
Ve aydınlar
Ki el fenerleri tarihin
Kimi çekilmiş köşesine tükenmiş
Teslim bayrağını çoktan çekmiş
Kimi gecikmiş bir yargıda
Zulüm yasasının yargısı karşısında
Gülden bir demet inanç kesilmiş” (Yücel, 2000a: 59)
Bu dizelerin geçtiği kitabın yayımlanma tarihi 1986’dır. Darbenin ilk altı yılının toplumsal açıdan farklı görünümlerine tanıklık edilir. Edebiyat dergilerinin ve şairlerin içerik seçimindeki ideolojik yönelimlerinin değişimi, toplumun stadyum-diskotek bağlamında haz merkezli bir yaşama hapsedilmesi, üniversitelerin sessizleşmesi darbenin apolitik bir kuşak yetiştirme amacının somut çıktıları şeklinde Adnan Yücel’in tanıklığıyla şiire yansır. Bir yanda idamlar gerçekleştirilirken diğer yanda meyhaneleri-diskotekleri dolduran, sportoto-piyango gibi bahis oyunlarına umut bağlayan, şükretmeyi hak aramanın önüne koyan, birbirine şüpheyle bakan, duyarsızlaştırılan ve yozlaştırılan bir toplum görüntüsü oluşturulur. Bu sürece gidilirken cezaevi-toplum/içeri-dışarı bağlantısı kesilir. İçeride işkenceli sorgular, görüş yasakları ve idamlar vardır. İlgili nehir şiirin yazılmasına neden olan en önemli tarihsel eşik 1984’te İstanbul cezaevlerinde tek tip elbise uygulamasına ve cezaevi koşullarına yönelik başlatılan açlık grevleridir, daha sonra süresiz açlık grevine dönüştürülür ve ölümlerle sonuçlanan bir süreç yaşanır. Bu bağlamda Adnan Yücel’in kitapta yineleyerek verdiği “bitmedi daha sürüyor o kavga / ve sürecek” yönündeki ısrarcılık 12 Eylül’ün sadece bir eşik olduğu ve aşılabileceğine, mücadelenin şart olduğuna dair inançtan ileri gelir. Yarım kalma, yaralanma, aydınlığa yaklaşan şafak, yarı aydınlık durumu, yaralı tutkular, dudaklardaki yarım şiirler gibi ifadeler bitmeyen bir kavganın betimlenmesi için geliştirilir. Kavganın bitmemesi hem bir mücadele tarihine sahip olunmasından hem de emek-sermaye çelişkisinin sürüyor olmasından kaynaklanır. Kitap boyunca kızgınlık, öfke, hesaplaşma, coşku, kırgınlık, umudu büyütme epik bir tonda görülür. Epik türün en yüksek perdeden inşa edildiği kitaplardan biri olan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek 12 Eylül hesaplaşmasının kendi dönemi içinde gerçekleştirilmesine dayanır. Toplumsal yansımalardan öte militan yaşam biçimine ve politik öznelere indirilen darbe üzerinden nehir şiir oluşturulması kahraman mitosuna yönelik destan yazılmasıdır. Bu yönüyle dönemin diğer şairlerinden ayrı bir tutum sergilendiği görülür. “12 Eylül, esas olarak nereye/kime yönelikti?” sorusuna “politik çevreye” yanıtını vermek emek-sermaye çelişkisinin asıl muhatabı olan emekçi sınıfların tarih sahnesinin dışına çıkarılmasına yol açar. Bu bağlamda mücadele alanını terk edenlerin sorumlu tutulduğu dizeler de sınıfın yol göstericilerden mahrum kalışına yönelik tepkidir. 12 Eylül asıl olarak işçi-emekçi sınıfların mücadelesine indirilmiş bir darbedir. Grevin yerine geçen “şükür” kültürü bu değişimin göstergelerinden biridir, şiirde bu şekilde geçer.
Adnan Yücel yaşam anlamını ve değerleri belirleyen felsefenin sınıf mücadelesi ve ideolojisi olduğunu vurgulayıp inanç, umut, kararlılık, bedel ödeme, fedakârlık gibi kavramların önemini şiirinin temeline yerleştirir. Şiirlerinde yaşamın her alanı mücadele etmeye uygun bir zemine sahiptir: Gerek cezaevinde gerek toplumsal yaşamda hatta en zor koşullarda bile yapılabilecek bir şeyler olduğuna yönelik ısrar dile getirilir. Yaşamak ya da ölmek aşkın bir anlama ulaştığında değer kazanır; bu yüzden bedel ödeyenler yüceltilir, zayıf bir güçle de olsa mücadele edenlere umut bağlanır, bu noktada yasanın dışına çıkılması ve militan bir yaşam sürülmesi tarihin dayattığı bir zorunluluğa dönüşür:
“Ey ömrünü destan gibi yürüyenler
Yaşayan kimdir gerçekte
Ölen kim
Yaşarken bile tükenenler mi
Yılgın yılgın düşenler mi
Yoksa çekilip tarihin burçlarına
Bayrak bayrak ölümsüzleşenler mi
Onlar ki bir yeraltı nehridirler
Her gün bin beladan kurtulur
Bin engelden geçerler
Bazen durulur
Yayılır
Gerinirler
Bazen coşar
Kabarır
Köpürürler
Karalarda görünmeden kimselere
Denizlerde güneşi gösterirler
Okul yolunda bir öğrenci
İş yerinde bir grevcidirler artık
Okunan kitapta
Yazılan defterdedirler
Yükselen bilinçte
Ve eriyen cevherdedirler
Yer altında o nehirler – o nehirler” (Yücel, 2000a: 65-66)
Yaşamın anlamı kurtuluş idealine bağlanarak aşkın bir yapıyla ilişkilendirildikten sonra ölme biçimi de kurtuluş yolculuğunda destanlaşmayı sağlar: doğal-biyolojik bir nedene bağlı olmayan zamansız ve politik ölümler. Bu bağlamda “kır çiçekleri” iki ayrı yapıya bölünerek ana gövdeye bağlı çatallaşmayı yaşar: “yeraltı nehirleri” ve “demir leblebi”. İlki, yukarıdaki dizelerde işaret edildiği şekilde toplumsal yaşamın içinde mücadeleyi sürdürenleri; ikincisi de bu dizelerin devamında bahsi geçen işkenceli sorgulara (falakalar, dayaklar, askıya alınma, aç-susuz-uykusuz bırakılma, elektrik verilmesi) direnenleri temsil eder. Bulunulan her alanda direnme kararlılığı ve cüreti Ahmed Arif’in dizelerini çağrıştırır: içerde, dışarda, derste, sırada. Bu bağlamda zora karşı zor Adnan Yücel’in şiirlerinde meşru bir nedenin sonucudur: gasp edilen hakların kazanılmasında sınıf mücadelesinin yürütülmesinin gerekliliği/zorunluluğu. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, içeride-dışarıda sürdürülen politik mücadelenin epik tonda öyküleştirilip yenilgi, duraklama, dağılma, direnme, zafer sürecinin militan tarzda işlenmesiyle sona erer. 12 Eylül döneminde şairin yayımladığı şiir kitaplarının izleklerinin destan formunda yoğunlaştırılarak bir araya toplandığı bir kitaptır. Bu dönemde yayımlanan dört şiir kitabının ana izleklerini darbe döneminin koşulları oluşturur.